Ömer Aydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ömer Aydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Saat gibi hüzünlü

Hand Watch, by Ralph Gibson
Zaman herkes için aynı şekilde geçmiyor. Kimine iyi, kimine kötü davranıyor. Bir yılın daha son günündeyiz. Belki bir şeylerin sonundayız, belki de başında. Belki de bugünün yarından bir farkı yok.

Sabahları kahve eşliğinde gazete okumak en büyük keyfim. Gazete, yaşadığımız zamanın göstergelerinden biri. Yarın sabah yine 3 gazete alacağım. Neler olacağını da biliyorum aslında. Ama her defasında beni şaşırtan bir haber mutlaka oluyor. Olmadığını zannettiğim zamanlarda bile oluyor, sonradan farkediyorum.

Bir günü kitap okumadan bitirmek, kurmalı bir saatin tacına dokunmadan olmaz. Öyle güzel kitaplar okudum ki bu sene, sanırım benden daha mutlusu azdır bu acılı dünyada. Hayatımızı incelikli cümleleriyle tamir eden saat ustası ve en sevdiğim yazar Şule Gürbüz'ün 'Zamanın Farkında' kitabı yılın en güzel armağanıydı. Beni Longines'in kronometreli bir saatiyle şahsen tanıştırdığı için, macerasını da anlattığı için kendisine müteşekkirim.

Ustaların ustası Recep Gürgen'e teşekkür etmeden geçemem. Bana İsviçre ve Rus saatlerini yeniden ve daha yakından tanıma fırsatı tanıdı. Ömer Aydın Bey'e de, hem  http://www.ustasaati.com/ isimli güzel bir site hazırladığı için hem de tanıdığım en bilgili, en efendi, en hoşsohbet ve kitap meraklısı saat satıcılarından biri olduğu için çok teşekkür ederim. Kosova Saat'ten Ali Aydın Ustaya da teşekkür ederim, akıllı ve bilgili torunlarına da. Hem sohbetleri hem pratik zekalarıyla bana çok yardımcı oldular. Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler, muhteşem fotoğraf kütüphanelerini benim 'Fotoğrafta insan, eşya ve zaman' araştırmam için açtılar, sofralarında bana da yer verdiler, filte kahveleriyle içimi ısıttılar, onlara da kalpten müteşekkirim.

Bu blogu okuyanlara da çok teşekkür ederim. Benim güzel okurlarımdan kimi sadece okumakla yetindi, kimileri de  bilgilerini, görgülerini ve fikirlerini paylaştı. Onlarla bazen hemfikir olduk, bazen farklı şeyler düşündük. Ama hep saatleri sevdik. Bu açıdan kendimi hiç yalnız hissetmedim. Hiç beklemediğim kadar e-posta geldi bu yıl. Elimden geldiğince hepsine cevap vermeye çalıştım. Cevap veremediklerim olduysa kusuruma bakılmasın lütfen.

Benim için de, yeryüzündeki bütün insanlar için de tezatlarla dolu bir yıl oldu sanıyorum. Hiç bu kadar çok yazmak isteyip de, böylesine az yazdığım bir yıl hatırlamıyorum. Hiç tahmin etmediğim kadar çok kitap okudum. (Kitaplığım hiç bu kadar genişlememişti.) Çok güzel, çok akıllı insanlarla tanıştım. Birbirinden muhteşem saatler ve mekanizmalar gördüm. Eski ve büyük saatleri hayranlıkla izledim. Yüzyıllık saatlere dokunma, onların sesini duyabilme onuruna da eriştim.


Fakat en güzeli insanın kendi kolundaki, kendi masasındaki saat galiba.

Ne demek istediğimi, büyük fotoğraf ustası Ralph Gibson, bir fotoğrafla anlatmış.

Zaman ellerimizde.

Bir saate baktığımızda gördüğümüz şey, belki de bir saatin bize baktığıdır.

İyi seneler.

Tissot Visodate 1957


 

Dün çok güzel bir gündü. Önce Saat Dünyası dergisine uğradım, saatlerden, dergi tasarımından, Europe Star dergisinden başka dergilere, dergi kapaklarına kadar bol bol konuştuk. Sonra Tevfik Aydın'a uğradım, zaten Tevfik Aydın'ın güzel vitrinini görmek, içerde bulunmak yeterince iyidir her zaman, bir de her vakit bulamadığım Ömer Bey ile sohbet etme olanağı da yakalayınca günüm daha bir güzelleşti. İkimizin de okuduğu ve 1940'larda yayımlanmış bir kitap dolayısıyla biraz konuştuk ama her zaman dönüp dolaştığımız konu saat oluyor elbette, saatler benim de hayatımın temel noktası değilse de önemli bir yer tutuyor (dolayısıyla saatlerden anlayan birisini görmek hele bir de edebiyata ilgisi varsa bulunmaz nimettir benim için) ama saatler ve kalemler Ömer Bey'in hem işi hem hayatı. 

Ancak hayatımızda kitapların da çok elzem bir yeri var: Dolayısıyla İlhan Ayverdi'nin hazırladığı ve yeni baskısı yapılan 1411 sayfalı Misalli Büyük Türkçe Sözlüğü de heyecanla anlattım, Ömer Bey beni hiç yadırgamadı ve ilgiyle dinledi. Edebiyat ve sanat düşkünü ama saatlerden uzak duran bir arkadaşıma Tissot Visodate 1957 modelini anlatsam hiç ilgilenmezdi oysa. Oysa Maurice Blanchot ile mesela Longine marka kadranı dalgalı olan bir saat arasındaki bir bağ var, Breguet ve Max Jacop arasında da ayrı bir bağ var, dolayısıyla saatler edebiyatın içinde, saatlerin de içinde edebiyat var. İşte bu tarz konularla ilgilenen, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı seven insanlar benim için çok kıymetli, gördüğüm vakit bırakmak istemiyorum, daha çok konuşalım veya bir saate bakıp susalım istiyorum. 

Neyse sözü uzatmayalım aklımda epeydir Tissot'nun Visodate 1957 modeline canlı olarak bakmak ve kurcalamak vardı, bu isteğim de dün gerçekleşti. Bu saat internet üzerinde görüldüğü gibi değil. İnternetteki fotoğraflarında da hoş görünüyor fakat biraz klasik ve sıradan bir izlenim de bırakmıyor değil. Ancak bu saati gidin ve görün, bence gözlerinize inanamayacaksınız, öylesine güzel ve şık bir saat ki uzun süre elimden bırakamadım. 

Tissot'nun Visodate 1957 modelinin en güzel yanı ışıl ışıl olması, kasanın çelik aksamı ve saatin kadranında çok temiz bir işçilik var ve saat pürüzsüz hatlara sahip. Bazı saatler ışığı yutar adeta, ama Visodate 1957 için bu geçerli değil ışık nereden gelirse gelsin yüzeyinden yansıyor ve saati daha da çekici kılıyor. Gün ışığıyla yıkanmayı seven bir saat bu. 

Ayrıca saatin arka tarafındaki mekanizmasını seyretmesi de çok hoş. Arkası açık her model bu kadar güzel olmuyor oysa, çünkü artık hemen her saatin arkası camdan seyredilecek bir şey var. Ne yazık ki bazı saatlerin mekanizmaları öyle sıradan ve sıkıntı verici ki keşke kapatsalarmış diyor insan!  

ZALİM YÖNETİCİLERİN YAŞATTIĞI LOGO EZİYETİ 

Visodate modeli ilk kez 1953 yılında Tissot'nun 100. yılı şerefine düşünülmüş, yukarıda fotoğrafı görülen yeniden yorumlanmış Visodate modelinde ise eski logo kullanılmış. Bence eski logo çok güzel bir tasarım ve hatırlanması da önemli, belki bir pişmanlık da olabilir, geriye dönüş olmayacağı için küçük bir özür belki de. 

Eski logonun kullanılması bazı şeylerin değişmemesi gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Demek istediğim, yeni olan her şeyin güzel olmadığıdır. Bu saat güzel çünkü hem eski logoyu taşıyor hem de geçmişe bir selam gönderiyor, 'unutmadık', 'hatırlıyoruz' diyor. Şimdiki logo ise son derece çirkin bence, çok düz ve çok basit, Tissot'nun logosundaki büyük ve haşmetli 'T' harfi yıllar içinde kırpıla kırpıla, azala azala bambaşka bir şeye dönüştü! Oysa harf karakterlerinin markaya has bir şahsiyetleri vardır. Harflerin de kendilerine göre ifade ettikleri simgesel anlamlar vardır. Kurumların sık sık logo değiştirmesi fayda yerine zarar getiriyor, kafa karışıklığına neden oluyor. Bazı kurumlar yüzyıllardır aynı logoyu kullanarak sağlam ve güçlü olduklarını söylemek ister, bu da anlaşılır. Logo değişimi ise bana kalırsa bir kimlik bunalımını ifade eder, kendine güvenen logosunu değiştirmez, yani kurumlar için arzulanan amacın dışında bir okuma da sağlayabilir. 

Kimi şirketlerin yöneticileri aman kolayca tanınsın, aman herkes adını bilsin diye logolarını basitleştirerek düzleştirerek kişiliksiz, yavan bir logoya geçiyorlar, bunu yaparken de müşterilerine hiç sormuyorlar. Geçtiğimiz günlerde büyük bir giyim firması logosunu değiştirince o markayı sevenler ayaklandılar, Facebook üzerinde binlerce kişiye ulaştılar ve şirketin geri adım atmasına neden oldular. Bütün bu fiyaskoların altına imza atan ruhsuz ve darkafalı yöneticiler pahalı koltuklarında oturarak markayı geliştirmekle uğraşacaklarına can sıkıntısından böyle abukluklara neden oluyorlar, bu tür yöneticiler densizliklerini kadirbilmezliklerini de bayrak yaptıklarının farkında değil. En iyisi durmadan logo değiştiren bu tür markaları cezalandırmak ve müşteri olarak uzak durmaktır. 

Neyse yine sözü uzattım. Ben susayım biraz, siz de yazılanları tamamen unutun ve yukarıdaki saate bakın. 

Değişmeyen duygulara, mütevazı oluşa, işe yararlığa, işçiliğe ve güzelliğe bir övgüyu göreceksiniz.

Bozuk bir saatin öyküsü

Aşağıdaki yazı Ekşi Sözlük yazarlarından uf tarafından mekaniksaat.com için yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim. İyi okumalar:

1980 darbesinin üzerinden fazla geçmemiş, meşhur 1985 kar tatili olmamış. İlkokullarda siyah önlüklerin giyildiği zamanlar, galiba 1983 kışı. O zaman memlekette her şey yok ya da kolay kolay bulunmuyor. Kolumda yeni çıkmış fiyakalı dijital saatlerden var, sınıfta büyük sükse yapıyor. Fakat benim gözüm annemin bileğindeki siyah kayışlı narin saatte.

Annem, tekne kazıntısı dediklerinden dedemin biricik evladı. Gizli gizli çikolatalar yedirip bir fiske bile vurmadan büyüttüğü bir çocuk. Hatta dedemin evin en küçüğüne sevgisi o kadar belli ki abla ve ağabeyler babalarının kardeşlerini daha çok sevdiğini hiç kıskanmadan dillendirebiliyorlar. İşte bu kız çocuğu 60’lı yıllarda liseyi bitirip bir de hukuk fakültesini kazanınca dedem soluğu Sirkeci’deki Tevfik Aydın’da alıyor. Güzel kızına güzel bir saat.

Ben annemin bileğindeki saat için ölüp bitiyorum. Nasıl ikna ettiğimi bilemiyorum ama annem bana kıyamıyor ve saati veriyor. Saat kolumda, keyfime diyecek yok. Derken kar yağıyor ve öğretmen bizi kartopu oynamak için dışarıya çıkarıyor. Ben de “şimdi kolumda su filan gelir, bozulur saat” diye çıkarıp cebime koyuyorum. Ve sakınan göze çöp batar misali sınıfa döndüğümüzde saati düşürdüğümü fark ediyorum. Korkuyla karışık bir üzüntü duyuyorum. Hemen dışarı çıkıp arıyoruz, bakıyoruz; saat yok. Yok, yok, yok!

Zil çalınca evin yolunu tutuyorum. Yaptığı yaramazlıkları saklayan bir çocuk değilim. Bardak kırıldı mı cam parçalarını çöpe atıp delilleri ortadan kaldırmaktansa “anne, bardağı kırdım.” diyenlerdenim. Annemin bana kızacağından çok korkuyorum ama söylüyorum. Çok ama çok üzülüyor. Dayak yemiyorum fakat annemin üzüntüsü gördükçe keşke beni dövse diyorum, dövse de kurtulsam…

Gel zaman git zaman karlar eriyor ve saat ortaya çıkıyor. Ne fayda, saat dayanır mı o kadar karın altında günlerce kalmaya. Bozulmuş. Hem de tam biri yirmi iki geçe. Götürüp anneme veriyorum ve bir daha da ellemiyorum saati.

Dedem, o kışın ardından vefat etti. O gün bugündür kardan, karda yürümekten ve kartopundan nefret ederim. Saati de geçenlerde annemden istedim, sakladığı yerden çıkardı, verdi. Şimdi ben saklıyorum. Tamir edilebilir mi? Onu hiç bilmiyorum.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...