SAATTEN FAZLASINI GÖSTEREN KULELER

Bugün yayımlanan Radikal gazetesinin Cumartesi ekinde "Saatten fazlasını gösteren kuleler" başlıklı Pınar Öğünç imzalı tam sayfa bir haber var. Haber (aslında söyleşiler desek daha iyi) NTV Yayınları’ndan çıkan ‘100 Saat Kulesi’ isimli kitaptan söz ediyor.

(NTV Yayınları'nın kitaplarını herkes çok beğeniyor, ancak ben yüzeysel ve basit olduklarını düşünüyorum orası ayrı. Yani ele aldıkları konular güzel fakat derinlikli olmayan ve çok emek harcanmayan, kısa sürede kotarıldığı fazlasıyla belli olan kitaplar 'üretiyorlar' maalesef. Bu cicili bicili yöntem televizyon yayıncılığına uygun fakat kitaplar için hiç uygun değil bence -en azından referans kaynağı olacak kitaplar için.)

Haberin en sevdiğim bölümünü aşağıya alıyorum:

‘Rikkat için kocaman kuleler bile yetersiz kalabilir’

Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın saat bölümünden sorumlu sanat tarihçisi Şule Gürbüz, pek kadınlara mahsus görülmeyen bir işe, saat tamirciliğine, lafın gelişi değil, sahiden gönül vermiş bir insan. ‘100 Saat Kulesi’ için kaleme aldığı giriş yazısı, her anlamda içeriden malumat aktarıyor.

- Anadolu saat kuleleri, türlü badirelerden dik kurtulanı yahut yeni tasarlananları, kendi başlarına Anadolu’ya dair bilgi vermeye muktedirler mi bize? Onlara bakarak neyi anlayabiliriz?

- Anadolu saat kuleleri her tarihi anıt ya da mekanik gibi zamanın, özensizliğin hırpalamasına maruz. Önemli olan bu hırpalanmalara nasıl mukabele edildiği ve bu hallerin önüne neyle geçilmeye çalışıldığı... Avrupa’da bizim kulelerimizden 300 sene daha yaşlı ancak bakımlı, çalışır halde, ilgi ve itibar görür onlarca kule var. Bizimkiler yapılış, inşa ediliş şekillerinde olduğu gibi şehirlerde çok benimsenmemiş. İhtiyaçları göz ardı edilmiş, bir saat kulesi olmanın dışında minare, dükkân vs. gibi yan işlerle çirkinleştirilmişler. Bu halleriyle ve bu hallere rağmen naiflikleri, ıssızlıkları, gösterişsiz ama şiirsel duruşları, bakanı ezmeyen mimarileri, kendi halinde yaşayıp kendi halinde yok olmalarıyla Anadolu’ya dair bilgiden öte özet vermeye muktedirler. Onlara bakarak çok keskin hatlarıyla sonluluğu, bir şeylerin sadece birilerinin hayali olduğunu, duyuş, düşünce, rikkat için upuzun, ipince, kocaman kulelerin bile yetersiz kaldığını görebiliriz.

- Mekanik aksamı korunmuş kaç kule var? Sizin en fazla içinizi titreteni hangisi mesela?

- Anadolu’da saat kulelerinin bazıları yerel yönetimlerin kontrolünde, bazıları özel idarelerin mülkünde. Restorasyonları, mekanik olarak hiçbir kontrolde değil. Bu nedenle bozulan, yıpranan, aksayan mekanizmalar hep modern, kolay kullanılan, en ucuz ve basit tadilatlarla yerel saatçilere yaptırılmış.Yerel saatçinin dükkânı ne o saati alacak büyüklükte, ne o saatçi saatin orijinal mekaniğini mekanik tamiratla tamir edecek bilgi, donanım ve güçte... Kontrolsüz yönetimlerin ucuza mal edeceğim diye kule kule dolaşıp orijinal 100 senelik mekanizmaları atıp yerine üç kuruşluk, altı ay sonra da çalışmaz olacak elektrikli makineleri takan kimselere sonsuz müsamahası yüzünden, çok kıymetli onlarca kule mekaniği kaybolmuş, zarif kulelerin içi bu perişanlıklarla dolmuş. Nereye ne vakit ne yapıldığını bilemiyoruz. Tesadüfen gittiğimizde gördüklerimiz maalesef hep bu kalem şeyler. Kule olarak benim en sevdiğim, Dolmabahçe ve Yıldız Saat Kulelerini müstesna tutarsak fevkalade bir makinesi olan ve hâlâ tam mekanik olarak çalışan Erzurum Saat Kulesi. Çanakkale ve Bursa Yenişehir Saat Kuleleri ile Mustafa Şem’i yapımı olması ve çok zarif mimarisiyle İzmit Saat Kulesi de en sevdiklerim arasında.

İzmit Saat Kulesi

- Sizin saatlere ilginiz nasıl başladı? Her şey çok mekanik ve teknikken, saatlerin neden mitoloji üreten bir yanı var sizce? Sadece zaman kavramıyla ilişkimiz mi buna neden?

- Benim ilgimin ve mesleğe girişimin başlangıcı çok benimle alakalı olduğundan pek aktarılabilir değil gibi. Saatlerin mitoloji üreten yanından değil de, mitolojiye ihtiyaç duyan insanlardan söz edebiliriz. Yüksek bir tepede, incecik, yalnız başına yükselmiş, zamanı ölçen ve bunu sesli olarak da duyuran bir saat kulesi elbette böyle bir mit için biçilmiş kaftan. Ancak bunlar genelde sathi ve cılız mitolojiler. Şiirde daha güzel yer ve duyuş bulabiliyor. Zaman kavramının bizzat objesi oluşuyla da çok söyletmek, heyacanlandırmak ve düşündürtmenin ipuçlarını veriyor. Ama bununla beraber, insanın bu hususlardaki tıknefesliği yüzünden, yine pek bir şey söylenemeden, hisler ağır-dil hafif, sezgi derin-düşünce sisli, öylece kalıyor.


Bir İlk Saat, La Fontaine ve Üç Kurşun Kalem

Ve ilk saatim, hakkında yazmayı bir davete dek ertelediğim, anlatıcımın hediye ettiği ve anlatıcımın ölümüyle, onun mezarından aldığım bir avuç toprakla aynı kutuda özenle saklamaya başladığım siyah rugan kayışlı, siyah yüzeyli, birden çok çemberin iç içe geçtiği bir meydanda, saatlerin parlak ve küçük taşlarla işaretlendiği o zarif saat. İlkokul üçüncü sınıf bitiyordu, doğum günü karne haftasına denk gelen şanslı bir çocuktum, karne hediyemdi, kolumdaki zamanla sokak arkadaşlarıma –deyim yerindeyse çeteme- caka satmıştım, anımsıyorum tüm bunları, giysilerimin renklerini siyaha ve maviye çevirmemi, ya da giydiğim her şeyde bir parça da olsa siyah olmasını arzulayışımı, bu sayede kolumdaki zamana yetişebileceğimi düşündüğümü... Anlatıcımla bir seyahate çıkmıştık ertesinde, onunla bu ülkede dolaşmayı hep sevdim, kuzeyde bir yerlerdeydik, korkunç baş ağrılarından müzdarip halamı ziyaret edecektik, sonrasında umutla ve özlemle andığım İstanbul’a gidecektik, gazetelere gömülmüş bir dumanın arkasından izlediğim anlatıcımla Şale Köşkünün bahçesinde zaman geçirecektik, sonra beni yine çok sevdiğim Büyük Ada ya götürecekti, yaz mevsiminin ufkunu hep sevdim, başka hiçbir mevsimde soğuktan ve sadece kendi içine yayın yapan aksak bir radyo istasyonunu andıran kalabalık evimizden uzağa gidebilmek hep ona bağlı olduğu için, denize doğru hep onunla yola çıktığımız için. Çocuksu bir bekleyiş hala avlıyor beni, denizin kıyısındaki artık bu şehir için özlemle çırpınmayan yaşamım hep yaz beklentisiyle dolu, ufku doldurmak zorunda kalmadan üstelik, daha hafifçe, ama biraz daha kırgın. Halamın evi bir yokuşun başında eski üç katlı bir apartmanın orta katıydı, yokuşun aşağısında her akşama doğru kurulan pazardan dünyanın en güzel çileklerini alıyorduk kuzenimle, eve varana dek korkunç bir karın ağrısına tutuluyordum, kilolarca çilek tüketiyorduk yürürken, ve kalemler, evin cumbavari bir çıkıntıyla taçlandırılmış sokağa bakan penceresinin önüne oturup, yazmaya henüz başlamayacağımdan emin olduğum, çok uzaklardan yanımda getirdiğim üç kurşun kalemi açtığımı, onları açarken de bir yandan saatimi kontrol ettiğimi, saatin yaşamıma girişiyle yaptığım her şeyde süre tuttuğumu anımsıyorum. Halamın hastalığının ciddiyetiyle beni bize sonradan katılan küçük halamla birlikte bırakıp İstanbul’a gitmişti anlatıcım, kızının çektiği acıya ve acının adını bir türlü koyamayan doktorlara kızıp gittiğini düşünmüş, ona kırılmamıştım, ancak bir çocuğun göğüsleyebileceği cinsten bir hayalkırıklığıydı, kalakalmıştım, seyahat arkadaşım, dostum, anlatıcım, dedem bensiz çekip gitmişti. Kullanılmayan bir odada saatim ve La Fontaine öykülerimle baş başaydım, halamın sağlığından çok daha önce sağlığını yitiren eşinin korku salan, bu yaşımda bile el sürmekten köşe bucak kaçtığım kitaplarının bulunduğu bir odada, dedemsiz, sadece kitaplarım, saatim ve kullanmayacağımdan emin olduğum üç kurşun kalemimle...O yaz yaşadığım en uzun yazdı ve ben bu bilgiyi saatimden, korkuyla uyumaya çalıştığım o artık odada üçüncü kez başa döndüğüm La Fontaine hikayelerinden alıyordum, yalnızdım, bu ilk gerçek yalnızlıktı deneyimlediğim, göğsüne uzanıp dinleyebileceğim bir dedem yoktu yanımda, ya da her sabah saçlarımı okşayarak beni uyandıran babaannem. Unutulmuştum, öyle olmadığını bilsem de. O odada yalnızca çevirdiğim sayfanın, saatimin saniye dokunuşlarının ve yazmak için henüz kullanmadığım kalemlerimin sesi vardı, ve korkularımın.

Her insanın yaşamda tek bir anlatıcısı vardır, ben anlatıcımı kaybettiğim günden bu yana ölüme karşı yazıyorum...Anlatıcımı kaybettiğim gün saatimi çıkardım... İlk saatim aynı zamanda son saatimdi, o günden bu yana hiç saat takmadım.

Hande Koçak
2009
Resim,
The Conquest of the Philosopher, Chirico
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...