"Ne İçindeyim Zamanın"


Aşağıda okuyacağınz metin TRT'nin internet sitesinden alınmıştır:

"Tarihi saatlerin dünyasında yaşayan dört saat ustası “Ne İçindeyim Zamanın” adlı programla ekrana geliyor: 

Sungutay Şerafettinoğlu, Şule Gürbüz, Recep Gürgen ve Şükran Lişesivdin.

Onların ki, telaştan uzak; sakin, zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında oldukları bir yaşam. Mazbut biraz da münzevi duruşları onların tercihi olmuş. Zamanı sıradan insanlara göre farklı algılamış farklı yaşamışlar.

Geçen zamanla değil, doğrudan doğruya tamir ettikleri saatle bir bağ kuruyorlar. Saatler onlar için sadece bir zaman ölçer değil. 
Bu farklı dünyanın insanlarıyla karşılaştığınızda, sanki zaman sizin için de faklılaşıyor; yavaşlıyor… 

Onlarla alışkın olduğunuz hızlı yaşamın dışına çıkıp, sakin akan bir nehrin akıntısına kapılıveriyorsunuz.


(...)

Bütün bunların yanında bir zorluk daha bekliyor sizi; münzevi kişilikleri. Onları dünyalarından çıkarıp konuşturabilmek, sözcüklere dökmeden yaşayageldiklerini anlatmalarını istemek çok zor. Çünkü onlar konuşmamışlar, sadece yaşamışlar. 

Röportajlar onların zaman ve saatle ilişkilerini vermekten uzaklaşıyor; ifadelendirebildikleri birkaç sözcükle sınırlanıyor… Kayda alabildikleriniz bu işe nasıl başladıkları ve saatlere olan sevgileri…" 

Meraklılar lütfen yayın programını bir kenara not etsin:

  • TRTHABER 26 Nisan 2012 Perşembe 23:10
  • TRTHABER 28 Nisan 2012 Cumartesi 04:15
  • TRTHABER 29 Nisan 2012 Pazar 15:20

Not: Elbette "Ne İçindeyim Zamanın" isimli yapım çok şey (belki de hiçbir şey) beklenmemesi gereken bir belgesel. Neticede, program, derinliği olmayan, önemli konulara odaklanamayan bir yapım olmaktan öteye gitmiyor. Konuyla ilgili yeterinvce bilgisi olanlan izlemese de olur. Çünkü bu program bilenlere bir şey katmıyor.. Yine de, Şule Gürbüz ve Recep Gürgen usta hürmetine seyretmeye değer.

Titanik Saati 1912-2012


Bazı saatler gideceği yeri şaşırmış mektuplara benziyor.

Özellikle denizden çıkartılan felaket şahidi saatleri her gördüğümde tuhaf oluyorum.

Bir saat her zaman bir insan demektir.

Aradan koca bir yüzyıl geçmiş.

Benim saatim, senin saatin


Geçtiğimiz Perşembe günü kendime bir iyilik yaptım ve Tissot'mun kordonunu değiştirdim. Kosova Saat'e gitmiştim, çok yakışıklı Ali Aydınoğlu ve torunları dükkândaydı.

Ne güzel, dedim kendi kendime, dünya hâlâ eskisi gibi dönüyor.

Bir süre vitrindeki saatleri izledim. Vitrindeki saatler beni hafiften gıdıklasa da, aradığım saatimi bulmuştum çoktan, zaten bileğimde duruyordu. Amacım gösterişsiz ve sade bir kordon almaktı. Fakat bana önerilen, -önce olmaz dediğim- koyu yeşil renkli bir kordonla çıktım dışarıya.

Sonra dünya güzeli bir arkadaşıma gittim. Kendisi bir yayınevinde editördür. Saati koluna taktım ve gördüğünüz fotoğrafı çektim.

Saatimi bir başkasının kolunda görmek bende tuhaf duygular uyandırıyor, hemen fotoğrafı çekip bir an önce ona kavuşmak istiyorum! Sahip olduğum diğer saatlerle böyle bir ilişkim yok oysa. Nedense Tissot'ma gönülden bağlı hissediyorum kendimi. Şimdi böyle bir kordonla daha bir neşeli oldu sanki.

2009'da bıraktığım projeye yukarıdaki fotoğrafla dönmüş oldum. O zaman da sevdiğim arkadaşlarımın koluna Tissot'mu takmış hem fotoğraf çekmiş hem de saatimin başkasında nasıl durduğuna bakmıştım. (Fotoğraflara bakıyorum da o zaman gösterişsiz, kahverengi bir kordon kullanıyormuşum.)

Bu fotoğraf çekilirken çok sevdiğim, bana fotoğraf makinesini ödünç veren, on parmağında on marifet (yazar, ressam, gezgin, rehber, fotoğrafçı, reklamcı) arkadaşımın koluna da takmak istedim fakat yer uygun değil diye düşündüm. Onun evinde veya bir müzede olmalıymışız gibi geldi bana. Bir dahaki buluşmamızda muhakkak onun bileğinde de olacak saatim. (Gerçi Tag Heuer saatini çıkarmak istemeyecektir belki, fakat çikolata ile kandırırım diye planlar yapıyorum.)

Oradan çıkıp kuyumcu dostuma uğradım. Hezarfen arkadaşım da yanımdaydı. Bir anda kaynaştık, sohbeti koyulaştırdık. Sonra aklıma yeni kordonlu saatim geldi, kuyumcu büyüğümün bileğine usulca bıraktım:



İlkbahar ve yaz, emektar Tissot'ma pek yakışan bu tatlı yeşil kordonla ve güzel arkadaşlarımla geçsin istiyorum.

"Horoloji bence anlamını kaybetmiş"

 RD01 Double Flying Tourbillon © Roger Dubuis
Bu sıralar bloga yeni bir yazı ekleyemesem de e-posta trafiği devam ediyor. Biraz geciksem dahi bütün e-postalara kısa veya uzun mutlaka bir yanıt vermeye çalışıyorum. Geçenlerde bir okurumdan aldığım (bir kısım saatçokseverin zihninde oluşan bazı fikirleri açıkyüreklilikle dile getiren) bir mektubu paylaşmak istiyorum.

"Mehmet Bey merhaba,

Horoloji bence anlamını kaybetmiş. Horoloji zaman ölçme zanaati ve sanatından ziyade pazarlama, arzu nesnesi yaratma, mal fetişi oluşturma aracı durumunda. Büyük firmaların CEO’ları yeni modellerini tanıtırken (mesela AP firması asla çizilmeyen yüksek karbon oranlı yeni altın alaşımını tanıtırken) ağızlarından sular akıyor, büyük bir gazla “this watch will never ever stratch” diyorlar, mallarının üzerine yerleştirdikleri kocaman logolarıyla gurur duyuyorlar, çünkü o logo zenginliği, başarıyı, yüksek karı, başarılı bir firmayı temsil ediyor. Oysa, madem konu horoloji, o zaman ideayı, zamanı, neden ömrü kısacık olan markayla ilişkilendirip anlamsızlaştırıyorlar? Çok ama çok pahalı saat markalarının çocuk oyuncağı gibi, şekerlemeye benzeyen tasarımlarına evrensellik katma çabaları çok komik. Bence gerçek bir saat, ustası kim olursa olsun, üzerinde logo, isim vs. barındırmamalı, zamanı bizim algılayacağımız biçimde göstermesi de önemli değil. Sadece salınan bir nesne yeterli. Hatta kola takılan deri bir bilekliği bile istersek saat olarak düşünebiliriz ve bence bu bileklik horolojiye Rolex’den daha yakın olur. Gök cisimlerine bakınız, üzerinde herhangi bir isim yazıyor mu?

Fırat Yıldırım,"
 Benim bu mektuba cevabımı da aşağıda okuyabilirsiniz:

"Merhaba Fırat Bey,

Düşündürücü şeyler yazmışsınız.

Fırat Bey, bana kalırsa saatçilikte 2 ayrı yol var:
Birisi dediğiniz gibi gösterişe ve görünür olana dönük saatçilik, diğeri de zanaat ve sanatla birlikte derinden ilerleyen daha az bilinen saatçilik.

Belki çelişki gibi gelecek ama eskiden dervişlerin bir hücreye kapanıp senelerce bir saat üzerine çalışmaları ne kadar ruhani ve ne kadar kalbe dokunsa da (üstelik bu dervişler saatlerinin üzerine ism yazmıyorlardı) aynı şekilde işte bu tevekkül dolu görünmeyen saatçilik aynı zamanda piyasanın gösterişli/yüzeysel ama görünen saatçiliğe sıkı sıkıya bağlı.

Şöyle düşünüyorum, bütün o kaymak tabaka, milyonluk saatler üreten ve satabilen maharetli satıcıların eline bakıyor. Bu maharetli hünerli pazarlamacı insanlar da çoğunlukla adlarını pek bilmediğimiz insanlara saat yaptırıyorlar ve satıyorlar. Yani eski tarz üretim yine geçerli. Ustanın adı çoğunlukla saatin üzerinde yazmıyor ki! Onun yerine bir marka var, eskiden pazarlamacıların da adları saatin bir köşesinde yer alırmış. Yani demek istediğim, böylesi çok daha iyi. Çünkü ustalar saat üretmeye devam ediyor, yeni ustalar da yetişiyor. Masaların başında büyüteçlerle santimetrekareye 100-200 parçayı sıkıştıran ölümsüz eller lonca tarzı çalışma sistemi sürüyor.

Yüzlerce yıllık geçmişi olan pek çok sanat artık ölmüşken saatçilik yaşıyor. Bu inanılmaz durum, işte pek  beğendiğimiz ve gösterişte epeyce aşırıya kaçan 'şekerlemeler' sayesinde oluyor. Çünkü bir şekilde sistemin işlemesi, çarkların dönmesi gerek. Yoksa günümüzde pırıl pırıl zihinler kendilerine gelecek olarak bu yüzyılda saatçiliği seçebilir miydi? Can çekişen bir meslek olsaydı kimse saatçi olmak istemezdi. Bugün Almanya'daki, İsviçre'deki saatçilik okullarına dünyanın çeşitli ülkelerinden gelenler var, okuyanlar var. Küçük atölyelerde yaratıcılıklarını konuşturmak isteyen, fiziğin ve mekanik mühendisliğinin sınırlarını zorlayan bağımsız saatçiler de var. Bütün bunların hepsini ultra zenginlerin gözünü kamaştıran o rüküş saatlerden gelen paralar sağlıyor aslında.Ben alabildiğine pahalı ve çirkin saatleri gördükçe, bir yandan nefes kesen mekanizmalar ve mütevazı saatlerin de üretildiğini anlıyorum. Çünkü yapı yekpare aslında. Ön yüze bakanlar başka bir şey görüyor olsa da, arkada gölgeler arasında çok değişik gelişmeler yaşanıyor.

Saat bilimi, bugün her zamankinden daha anlamlı.

Belki inanmayacaksınız ama bence saatçilik altın çağını yaşıyor.

Geçtiğmiz yüzyıllar içinde hiç bu kadar fazla sayıda özgün mekanizma yaratılmamıştı. Saatçilik alanında hiç bu kadar çok patent alınmamıştı. Her gün yeni  bir mekanizma ve yeni bir fikir ile karşılaşıyoruz. Rekabet ve ilerleme hiç bu denli yoğun olmamıştı.

Rolex'ten nefret etmeyin derim. Halen saat dünyasındaki en dirayetli saatleri onlar üretiyor. Ben üretilen çoğu Rolex'i (Milgauss hariç) çirkin bulurum, ancak bu durum Rolex'i takdir etmemi engellemez. Kara mizah örneği olsa da doğru bir söz var, "saatler ikiye ayrılır, Rolex ve diğerleri!" Ben 'diğerleri' bölümünde yaşıyorum. Ama Rolex olmasaydı 'yüksek saatçilik' diye bir şey olmayacaktı belki. Rolex bir başarı öyküsüdür. Üstelik diğer saatleri öldürmeden, sadece kendini daha fazla parlatarak böylesine popüler olmuştur.

Yıldızlara gelirsek, çok haklısınız.

Geceye, gökyüzündeki yıldızlara, devasa bir saatin kadranına bakar gibi bakıyorum ben de. Ayrıca saat bir fikir, bir duygudur esasen, mutlaka zamanı göstermesi gerekmez, bizi, yahut sevdiğimizi göstersin yeter.

Sevgiler"
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...