Rolex

Bugün yine Rolex'i aşağılayan, Rolex marka saat kullananları küçümseyen bir yazı okudum. Gerçi benzeri düşünceler yeni değil, Rolex düşmanlığı bir kişiye de özgü değil, sağdan soldan hep söylenen, duyduğum sözlerin bir tekrarı. Mutlaka bir altyapısı vardır ama bu tarz düşüncelere sahip insanların bu noktaya nasıl geldiğini hiç anlayamıyorum, yine de bir yazıyla Sezar'ın hakkını Sezar'a vermeyi deneyelim.

Rolex mekanizma ayrıntısı (3255)

"Saatler ikiye ayrılır, Rolex ve diğerleri" diye yaygın bir espri vardır. Bakış açısına göre küstah veya sevimli bir şaka gibi görünebilir ama değildir. Beğenin veya beğenmeyin, hakikat şudur: Rolex yeryüzündeki en saygın saat markasıdır.

Rolex'i beğenmeyenler ise bence yanlış noktalara baktıkları için beğenmiyor (veya saatten hiç anlamıyorlar).


Rolex Mavi Parachrom denge yayı.

Oysa aynı durum adını duyanların ayağa kalkıp ceketini iliklediği Patek Philippe için de geçerli; akıl var izan var, rüşvete alet edilmesi, saçma sapan insanların kullanıyor olması ve ruhen zavallı insanların bir statü göstergesi olarak görmesi bir markanın ürünlerinin kötü olduğunu göstermez. Aksine marka bilinirliğinin son derece güçlü olduğunu anlatır, kolundaki Rolex'i sınıf atladığını göstermek için satın alanlar zaten insan olarak gelişmemiş, olgunlaşmamış, tekamül etmemiş insandır, bu durumun da zaten marka ile bir ilgisi yok. (Paraya ve güce tapan insanlar zaten kullandıkları eşyayı da tanımaz, tarihini ve önemini de bilmezler ki aynı şey hayatın her alanında geçerlidir.)

Rolex Milgauss
Tekrar etmek gerekir: Rolex, teknik ve kalite konusunda olağanüstü bir markadır, icatlarıyla, pazarlama stratejisiyle saat sektörüne yön vermektedir ve her zaman en üst sıralardadır.

Beğenmeyenler Rolex'in dünya çapında tanınıyor olmasına mantıklı bir açıklama getiremiyor ne yazık ki. (Ben de bir-iki modeli dışında estetik açıdan çok beğenmiyorum ama küçümsemek ve aşağılamak gibi ahmaklıklara karşı savunmak gerektiğini düşünüyorum.)

Saat sektöründeki durum da şöyle: Rolex herkesin kıskandığı, gıpta ettiği ve örnek aldığı bir markadır ve Dr. Ludwig Oechslin'in kurduğu sağlam bilimsel temellere ve felsefi bir duruşa sahip ochs und junior gibi markalar hariç hemen her marka bir Rolex olmak ister.

Ernest Hemingway'in bileğindeki saatin markası nedir acaba?

Ayrıca bkz: Önyargıya ve Rolex'e ilişkin bir yazı

Zamanın Yaşlı Bir Kaplumbağa Olarak Portresi

Avrupa'da 1880 civarı üretilmiş, kaplumbağa kaideli saat

Saatlerimizi, güzel kaplumbağalarımızı seyre dalmak, onları dinlemek çok öğreticidir. Saatlerimizle birlikteyken asla yalnızlıktan sıkılmayız. Zaten yalnız da değiliz, kaplumbağa saatlerimiz, gücünü bizden alan mekanik canlılardır.

Dahi fizikçi Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabının ilk paragrafında eğlenceli bir öykü anlatır:  "Günlerden bir gün ünlü bilim insanı (söylentiye göre Bertrand Russell) astronomi üzerine halka açık bir konferans veriyormuş. Dünyanın güneş etrafında, güneşin de galaksi denen uçsuz bucaksız yıldızlar kümesi etrafında nasıl döndüğünü anlatmış. Konuşmasının sonunda salonun en arkasında oturan ufak tefek yaşlı bir kadın ayağa kalkmış ve 'Bütün söyledikleriniz saçma sapan şeyler. Aslında, dünya devasa bir kaplumbağanın sırtında duran düz bir tabak gibidir.' demiş. Bilim insanı ise gülümseyerek: 'Peki, ya kaplumbağa neyin üstünde duruyor?' diye sormuş. Yaşlı kadın ise 'Sen çok akıllısın delikanlı, çok akıllı ama ondan aşağısı hep kaplumbağa zaten!' demiş."

Ben de hangi saate baksam aklıma işte bu öykü geliyor. Saatlerin hepsi birer kaplumbağa diyorum ve kaplumbağalar dayanıklı kabuklarının üzerinde zamanımızı taşıyor.  

Nomos Minimatik
Kaplumbağa figürü dünyanın hemen her kültüründe, efsanelerde ve inançlarda görülür. Çin mitolojisinde kaplumbağa, kuzeyin, kış mevsiminin, toprağın ve suyun simgesidir. Ayrıca güçlü bacakları ve sağlam kabuğuyla koca dünyayı sırtında taşıdığına inanılmış, kabuğunun sertliğiyle kainatın devamlılığını, ömrünün uzunluğu nedeniyle sağlıklı hayatın bir simgesi olduğuna inanılmıştır. Hint mitolojisinde tanrı Vişnu yeryüzüne ikinci kez kaplumbağa suretinde iner. Kızılderili efsanelerinde ise kaplumbağa toprağın oluşumunda görev almıştır.

Kaplumbağa Türkler için de önemli bir canlı. Moğolistan'da kaplumbağa formunda bir kaide üzerinde yükselen Bilge Kağan Anıt Mezarı'ndan Pera Müzesi'ndeki ünlü "Kaplumbağa Terbiyecisi"ne kadar her yerde bu esrarengiz canlının motifi vardır.

İnsanlığın ortak hafızası olan efsaneler pek de haksız sayılmaz, yaklaşık 200 milyon yıldır fiziksel yapılarından önemli bir değişiklik olmadığından kaplumbağalar yaşayan fosillerden sayılır. 

Bütün bunları bir tarafa bırakıp saatlerin mimarisine ve tasarımına bakalım. İlk saat örnekleri önce tapınaklarda ve saraylarda görüldü, mekanik biliminin ilk adımlarıyla da meydanlara taşındı ama orada fazla durmadı. Kısa bir süre sonra masaların, duvarların üzerinde görünür oldu. Tarihin bu önemli icadı her ilerlemede büyüklüğünden ve ağırlığından feragat ede ede sonunda cep saatine dönüştü.

Ahmet Hamdi Tanpınar, her saatseverin kitaplığında olması gereken romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde bu zamanı şöyle anlatıyor:

"Adım başında muvakkithaneler vardı. En acele işi olanlar bile onların penceresi önünde durarak cebinden, servetlerine, yaşlarına, cüsselerine göre altın, gümüş, sadece savatlı, kordonlu, kordonsuz, kimi bir iğne yastığı, yahut kaplumbağa yavrusu kadar şişkin, kimi yassı ve küçük, saatlerini besmeleyle çıkarırlar, sayacağı zamanın kendileri ve çoluk çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlarlar, kurarlar, sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için kendilerine verdikleri müjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi hemen hemen iç âleme, büyük ve ebedî inançların sesiydi. Onun, kendisine mahsus, hayatın her iki buudunda genişliyen hassaları vardı. Bir taraftan bugününüzü ve vazifelerinizi tayin eder, öbür taraftan da peşinde koştuğunuz ebedi saadeti, onun lekesiz ve arızasız yollarını size açardı."

H2O Orca Dive
Cep saatlerinin hüküm sürdüğü zamanlarda, saatler, başı ve gövdesi olan ama ayakları olmayan bir masa gibiydi. Nihayet saatler 1. Dünya Savaşı'ndan sonra hem en güzel formuna kavuştu, hem de cebimizden çıkıp sadık bir yardımcımız oldu ve bileğimize kondu. Zamanın bu kaplumbağaları ayaklarına bağlanan kordonla bize sarıldı, biz de onu sadık bir yardımcı olarak hizmetimize aldık.

Kaplumbağa saatlerimiz, günün ilk vakitlerinde sabahın ince, mavi serinliğini bize erkenden duyurur, çiçekler saksılarda, bahçelerde uyanır ve biz uykumuzun son saniyelerinde, daha gözlerimizi açmadan yanımızda hep özlediğimiz bir sevgili gibi kaplumbağaların sırtındaki o geniş vakti duyarız.

Kaplumbağa saatler, bir aşkın büyülü hâli gibi bize kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi unutturur, kuvvetimizden, canlılığımızdan kabımıza sığmaz olduğumuz vakitlerde bizi avutur. Kaplumbağa saatler her şeyin ağır aksak ilerlediğini, bunca hızın ve karmaşanın temelinde basit arzular ve isteklerin bulunduğunu söyler. Kaplumbağa saatler, rüzgâra kulak vermemizi, ıslak ve parlak gözlerimizi özlemle bulutlara kaldırmamızı ister. Kaplumbağa saatler, zamanın doğrusal bir çizgide ilerlemediğini bilir, ikindi vaktini veya akşam sularının lacivert sakinliğini duymamızı ister. Kaplumbağa saatler, bütün ince, güzel ve asil nesneler gibi mahzundur biraz, aynı zamanda hayatın hüzünle karışık neşesini de duyar.

Bileğimizdeki mekanik kaplumbağalar, Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi'ni anlattığı gibi bize zamanı anlatır: " Hakikat bir hayale benzer, insanlar birer evliyaya benzer, saatler birer çalgıya benzer, günler gelip geçen nazlı, vefasız kadınlara benzer, mevsimler birer hatıraya benzerdi. Ruhumun içinde, mavi sularıyla Boğaziçi muttasıl geçer giderdi."

Kaplumbağa saatler, bizim dostumuz, sırdaşımız ve yoldaşımızdır. Onlarla hiçbir mekanik araç ile karşılaştırılamaz bir yakınlığımız vardır. Kimileri, saatlerini acı ve kıskançlıkla sever. Acı çünkü, bileğimizdeki zaman makineleri olan kaplumbağalar hassas, kendini koruyamayan, sadece cahillerin kaba ellerinden değil tozdan bile etkilenen, kendi başlarının çaresine bakamayan kırılgan canlılardır. Kıskançlıkla çünkü, sevdiğimiz kaplumbağa, sevdiğimiz zaman makinesi sanki sadece bizi sevmiyor gibidir, dünyaya karşı aşırı duyarlı oluşu, zamanın geçişine gönlünü kaptırması bizi üzebilir. Yine sevindirici özelliklerinin yanında bunlar küçük ve önemsiz şeylerdir. 

Şubat 2010
Saatlerimizi, güzel kaplumbağalarımızı seyre dalmak, onları dinlemek çok öğreticidir. Saatlerimizle birlikteyken asla yalnızlıktan sıkılmayız. Zaten yalnız da değiliz, kaplumbağa saatlerimiz, gücünü bizden alan, bizimle birlikte yaşayan mekanik canlılardır. Onlar düşüncelerimize yön verebilir, hayatımızı belirli aralıklara bölerek düzenleyebilir, hayata ve yeryüzüne bakışımızı, toplumu ve tarihi önyargılardan uzak serinlikte değerlendirebilmemizi sağlayabilirler. Saatin içindeki çarklar dairesel hareketleriyle bizi sonsuzluğu düşünmeye çağırır.  

Omega Speedmaster, cal.321
Geceleri yıldızlara bakmak için elimizden tutup bizi dışarı çıkarabilir: "Dünyanın güneş etrafında, güneşin de galaksi denen uçsuz bucaksız yıldızlar kümesi etrafında nasıl döndüğünü" anlatabilir. Kaplumbağa saatlerimiz, Andrey Platonov'un Çevengur romanındaki lokomotif tamircisi Zahar Pavloviç gibi gökyüzüne bakıp yeniden düşünmemize yardımcı olabilir:
"Yıldızlar şevkle ışıldıyordu ama her biri yalnızlık içindeydi. Zahar Pavloviç gökyüzünün neye benzediğini düşündü. Ve kendisini bandaj almaya gönderdikleri kavşak istasyonunu anımsadı. Garın platformunda yapayalnız sinyalleri n denizi görülüyordu: makaslar, semaforlar, yolağızlan, ikaz lambaları ve koşturan lokomotiflerin projektör ışıkları. Gökyüzü de böyle ama daha uzaktı ve sakince, daha bir düzenli çalışıyordu."
Hatta biz de kaplumbağa saatlerimizi düşünerek saygı ve hayranlık duyduğumuz insanlara Zahar Pavloviç gibi sorular sorabiliriz:

"Sayın başmakinist !'' diye seslenmişti bir keresinde Zahar Pavloviç, işe olan sevgisi hatırına yüreklenerek.
"İzninizle bir şey soracaktım: Neden insan böyle vasattır, kötü ile iyi arası bir şeydir de makineler aynı derecede fevkaladedir?"
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...