Yalnızlık, saatin tabiatında var

Olympus XA, Fujifilm Superia 200, 9.4.2009, Dolmabahçe Sarayı, Saat Atölyesi


"Işıktan, kenarlardan, hacimlerden, teknik oyunlardan ayrı, hepsinden üstün bir şey eşyada gülümsüyordu. Bu adeta yaşanmış bir zamanın hatırası idi. Bütün sıcaklığı bir hatıra gibi derinden geliyordu."

Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur

Güneşten gelen

Silver sundial signed Pierre LeMaire, Paris, early
18th. Musée international d'Horlogerie, la Chaux-de-Fonds, Switzerland

Güneş saatlerinin ve edebiyatın anlamaya çalıştığı nedir diye düşünürken, Tanpınar'ın Huzur'unda güneşten çok söz edildiği aklıma geldi, küçük bir kısmı aşağıda: 

"Mümtaz ikindi güneşinin altında bütün uzunluğunca, adeta dikilmiş hissini veren; öylece gözlerine batan sokağa baktı. Bir yığın eski eşya, karyolalar, kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık paravanlar, mangallar yol boyunca iki tarafta üst üste yan yana diziliydi."
"Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı. Merihte bir dağ küçük bir patlayışla çöker. Ayda lav dereleri kurur. Kehkeşanın ortasında güneşte parlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. Denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgarların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. Kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu birden açar, yüz bini birden toprağa karışır. Bunların hepsi kendiliğinden olan şeylerdi. Bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi."
"Bu ağacın kökü, orada, ufukta ince bir Herat cildinin tezhipleri arasında kıpkırmızı kavsi, bu altın oyunlarını gittikçe daha derin şekilde aydınlatan, her an eritip yeniden kendi fantezisine göre döken güneşteydi. Oradan dal dal etrafa yayılıyordu. Nuran bu aydınlıkta sertleşmiş yüzü, darılmağa hazır gibi duran küçük ve toplu çenesi, kısık gözleri, çantası üzerinde kilitlenen elleriyle, bu sükut ağacının bir meyvesi olmuştu."
"Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz için bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı. Pek az eser onun kadar ruhumuzdaki sonsuzluk iştiyakını, güneşe, aydınlatıcı ve yakıcı şeylere doğru kanatlanmayı verirdi. Çünkü bu -yine kahramanımıza göre- asıl hamlesi herşeyi ilga eden aydınlığa doğru uçuş olan bir iç alem medeniyetinin özüydü. Orada yalnız bir kamaşma, kendini tüketme isteniyordu. İnsanoğlunun sonsuzluğu da, burada idrakten bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh olmaktaydı. Onu dinlerken maddemizden ayrılıyor ve bu yüzden ölüm, kendini bir uçta, bütün kainatla, mutabakat halinde idrakten ibaret bir hayatın önünde, onun tılsımlı aynası, güler yüzlü kardeşiyle sarmaş dolaş yaşıyan mahzun yüzlü kardeşi oluyordu."

 "Güneş her gün onlar için yeni baştan doğuyordu. Bütün mazi üst üste zamanlarını onlar için tekrarlıyordu."

"Herkes tanıdığı sahillere, kendi ömrünün sahillerine, son ışıklarını dağıtan bir güneşi selamlar gibiydi. Mümtaz hiç duymadığı cinsten bir kendinden geçişle bu güneşe ve etrafa bakıyordu."


"Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. -Sanki, bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, herşey elimden gelir; toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım- diyordu."

Son olarak içinde güneş kelimesi geçmeyen ama insanın güneş saatini anlatan bir parça daha:

"Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi."


Alıntılar: Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları

Fotoğraf: Gümüş portatif güneş saati, Pierre LeMaire imzalı, Paris, 18.yy
Musée International d'Horlogerie, la Chaux-de-Fonds , İsviçre

İnsanın Taşrası

Piaget Emperador Coussin Tourbillon


"Saatler zarifleştikçe zaman daha tehlikeli oluyor."

Elias Canetti, İnsanın Taşrası, Payel, 2004, s. 253

Fernando Pessoa'nın saati

"Bakmak ne güzel / Kâğıt bir pencereden /  O yıldızlara"  (Kobayaşi İssa)


''Saatlerin bize var olduğumuzu söyleyişini dinleyelim, ama hafif, kuşkulu bir gülümsemeyle. Zaman'ın dünyayı resmetmesini seyredelim, tabloyu sadece yalancı değil, aynı zamanda anlamsız bulalım.''

Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

"Churchill’in saati, Atatürk’ün saati"


Bilindiği gibi Winston Churchill adındaki siyasetçi, dünya tarihini değiştiren kişilerden biri. Yukarıdaki fotoğrafı ise seneler evvel görmüş, hazretin köstekli saatinin nasıl bir şey olduğunu merak etmiştim.

Çok sonra cebindeki saatin markasının Breguet olduğunu ve zamanla cep saati anlamına da gelen tuhaf bir isimle "The Turnip" yani "şalgam" adıyla (ki şalgama benziyor sahiden) vaftiz edildiğini öğrendim:



Bugün de usta çevirmen ve 2008'de 48. sayısı ile birlikte yayın hayatı sona eren efsane "P Dünya Sanatı" dergisinin yayın yönetmeni Celâl Üster Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde "Churchill’in saati, Atatürk’ün saati" başlıklı okunacak güzel bir yazı yazmış, bir bakın derim.



Churchill’e hediye edilen cep saati işte böyle bir şey ama pek kullanıldığını zannetmiyorum.

Özlediğim saatlere bakarken


Eskilerin saatlerine baktıkça aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Refik Halid Karay bu saatlere takıntılı insanları yazmıştı. Bir ağıt gibi geçip gittiler bu dünyadan. Bu da geçer ya hu, dediler.

Yeşilin en güzel tonunu arayıp bulan o güzel insanlar, bekleyip, zamanın en derin düştüğü yere bakıp bir "ah!" çekmişler.

Ne acı, ne hüzünlü, eskilerin yüzünde aradığım zamanları buluyorum.

Şimdi saat kaç güzel dostum?

Ben güzelliğin yüzüne baktığımda saat kaç bilmiyorum.

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Saati



Her saat bir yalnızlıktır.

Her saat, onlarca veya yüzlerce parçadan oluşsa da ortaya çıkan "bütün" neticede yalnızdır. Aslına bakarsanız bir saatin esas güzelliği de burada görülebilir. İnsana kendini hatırlatır. 

Saatimize her defasında zamanı görmek için bakmıyoruz galiba. Bazen sadece zamana bakmak isteriz. Size de oluyor mu bilmiyorum, ben bir hep geç kalmışlık duygusuyla bakarım saatime. Zaman ben bakmadan biraz önce taşınmıştır sanki. Zaman hep benden önce davranır, geride kalan sadece gölgelerden ibarettir diye düşünürüm. Bu aldatıcı duygunun nedeni nedir bilmiyorum. 

Zamanı görmenin mümkün olmadığını biliyorum ama zamanda nefes alıyoruz ve zaman, içinde hapis kaldığımız, sağa sola çarparak uçmaya çalıştığımız, kendimizi kurtarmaya çabaladığımız bir fanusa benziyor. Öylesine yumuşak bir fanus ki dışarıyı gördüğümüzü zannedip seviniyoruz, sanki kurtulabilirmişiz gibi. Her saat bir sanat eseridir sadece ve her saat bir avuntu nesnesidir. Bir saat üretebilseydim adının "Havsala" olmasını isterdim. Kuş gibiyiz şu koca dünyada, ruhunu bilmediğimiz bir zamanda uçamıyoruz. 

Zamanı görmenin her zaman mümkün olduğunu biliyorum. Attığımız her adım bir saattir, dokunduğumuz her çiçek bir saattir. Zamanın görüntüsü çok, rüzgâr mı esiyor? İşte lodos saati yanımızda. Kar mı yağıyor? Kar saati olmasın isterim. Üşümek, soğuk bir saattir. Ağaçlar çiçek mi açmış? Baharın saati gelmiştir. Bir damla sıcak su ile kahveyi uyandırırsan, kahve saati olmuştur.


"Mazi hepimiz için Âdem'in kovulduğunu hatırladığı Cennet'tir. Annelerimizin yüzleri
ve muhabbetleriyle yoğrulmuş; çocukluğumuzun sevinçleri ve emelleriyle örülmüş bu mazi,
ömrümüze ikide bir ahenklerini salan bu musiki, ruhumuza eski kuvvetlerinin yeni bir hamlesiyle
esince duyduğumuz bahtiyarlık içinde anlarız ki mazinin sükûtu ve sesleri de, hüznü ve zevkleri ile gönlümüzde hâlin gürültülerine ve hislerine her zaman galip gelecektir. Herkesin dünyayı daha yeni gördüğü bu gençlik zamanlarını sevmesi ve mazinin böyle herkese hoş görünmesi mukadderdir.”
diyen Abdülhak Şinasi Hisar bir saattir.
 

Tik tak, tik tak, tik tak, insan daima yalnız bir saattir.

Ziya Osman Saba'nın saati


Kitaplığım dağıldığı için ismini vereyemeyeceğim bir saat kitabından, Nikon F90x, 2008.


GEÇEN ZAMAN


Hiç olmazsa unutmamak isterdim.
Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar...
Yalnız bırakmayın beni hatıralar.
Az yanımda kal çocukluğum,
Temiz yürekli uysal çocukluğum...
Ah, ümit dolu gençliğim,
İlk şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgilim...
-Doğduğum ev. Rahatlıyacak içim duysam
Bir tek kapının sesini.
Arıyorum aklımda bir ninni bestesini...
Böyle uzaklaşmayın benden, yaşadığım günler.
Güneş, getir bir bayram sabahını.
Açılın açılın tekrar
Çocuk dizlerimdeki yaralar,
Hepiniz benimsiniz:
Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar...
Yalnız hatırlamak hatırlamak istiyorum
Nerde kaldı sevgilim, seni ilk öptüğüm gün,
Rengine doymadığım o sema,
Ahengine kanmadığım ırmak.
Bırakıp herşeyi nereye gidiyorum?
Neler geçmişti aklımdan,
Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm?
Ah nasıldı yaşamak?

         
Ziya Osman Saba

The Horophile

http://www.thehorophile.com/wp-content/themes/sight/images/logo.png
The Horophile'in logosu

Amr Sindi, zevk sahibi bir Arap genci, İsviçre'de yaşayan bir saat hastası ve saat endüstrisinin canlı parçalarından biri (kendisi en saygın saat forumlarından biri olan Timezone'un en genç editörü ve daha önce  Hublot'da çalışmış birisi).

Amr Sindi, geçtiğimiz yılın temmuz ayında, The Horophile isimli çok ama çok güzel ve nitelikli bir blog tasarlamış ve bu blogta zaman makineleri üzerine öğrendiği şeyleri paylaşıyor. Şimdiye kadar biriken yazılar sonrakilerin de iyi olacağını müjdeleyen cinsten.

Blog sahibi ayrıntılara ve edebiyata düşkün biri olunca sitenin logosu ve hata mesajına eşlik eden görsel de Alice'in meşhur tavşan arkadaşı oluyor elbette.  


The Horophile, Türkçe bir site değil İngilizce ama kaliteli içeriği ile takip edilmesi gereken bloglardan biri, bir kenara not almak gerek diyorum.


http://www.thehorophile.com/wp-content/themes/sight/images/404.jpg
Hata mesajındaki şaşkın tavşan

Bu tik-tak sesleri nereden geliyor?



Dün Nomos metro kitapçığından yapılan harika bir çeviriyi/yazıyı okumayı bitirdiğimden beri Usta Saati'nden söz etmek istiyorum. Usta Saati internette en sevdiğim saat blogu olma özelliğini ilk açıldığı günden beri koruyor.  "Usta saati" her zaman kaliteli ve üst düzey içerik sunan enfes bir blog. Laf salatasından ve bilineni tekrarlamaktan uzakta duran öyle güzel bir blog ki saatlere ilgi duyan herkesin bu blogu okumasından büyük fayda var bence. 


Ama Nomos deyince aklıma hemen Ömer Aydın geliyor! Daha önce Biçim işlevi izler başlıklı bir yazıda Nomos saatlerinden söz etmiştim. Nomos; sade, çok düzgün ve bütün sadeliğine karşın içi çok zengin, tarihle, bilimle ve sanatla dolu dolu bir saat. Yani Ömer Aydın gibi bir saat! 

Ömer F. Aydın
 
Beni tanıyanlar bilir, Ömer Aydın deyince akan sular durur. Hemen onu övmeye başlarım. Nedenlerim ise çok sağlam: Daha önce kendi halimde, kendi dünyamda takılırken, bu okuduğunuz mekaniksaat blogu vesilesiyle kütüphanemden çıkıp sosyalleştiğim 2008 yılından beri saatlerle ilgilenen çok insan tanıdım. Bir kısmı tamirci, bir kısmı benim gibi meraklı bir kısmı da sektör çalışanı ve tüccardı. Her alanda işini iyi yapan birileri vardır lakin bir de iyilerin en iyisi vardır. Ömer Aydın ise bu sektörde benim tanıdığım en iyi tüccardır. İtiraf edeyim ben onun Sirkeci'deki mağazasına saatlere veya dolmakalemlere bakmak için değil onu görmeye gidiyorum.

Öyle bir tüccar düşünün ki, iyi bir kitap okuru olsun, kültürlü, bilgili olsun, nezaket sahibi olsun, müşterisine saygı duysun, hatta müşterisini, müşteri olarak değil aynı konuya ilgi duyan bir arkadaş gibi görsün! Var mı böyle bildiğiniz tüccar? 

Benim bildiğim, tanımaktan gurur duyduğum biri var:. Ömer Aydın işte bu söylediğim gibi şahane bir tüccardır, hatta bence bildiğimiz anlamda tüccar değil, öyle bir tüccar olsa, yani para kazanmaktan başka bir şeyi dert etmese şimdiye özel uçağıyla dünya üzerine yayılmış Tevfik Aydın mağazalarını teftişe çıkmış olurdu! Ömer Bey'in derdi sadece para kazanmak değil aynı zamanda müşterisinin kalbini de kazanmak istiyor. Bu nedenle onu diğer tüccarlardan ayırır ve överim, kimseye de laf ettirmem.

Mekanik saatlerle, dolmakalemle yeni tanışan bazı arkadaşlarıma veya bana telefon/e-posta yoluyla bu konuları danışanlara fırsat bulursam Ömer Bey'i anlatıyorum da abarttığımı düşünenler oluyor. Böyle bir şey sezdiğim her vakit içimden gülüyorum. Çünkü biliyorum ki Ömer Bey ile karşılaşan biri benim az bile söylediğimi hemen anlayacaktır.

Sahi bu tik-tak sesleri nereden geliyor? Ömer Bey'in kalbinden geliyor olmasın? 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...