Yeni bir saat: Gizli başyapıt

Yeni üretilmiş bir saat boş bir tuvaldir, çizgiler, figürler, renkler, düşünceler daha ortada yoktur.

Yeni bir saat üzerine mürekkep dökülmemiş bir kağıttır, arzuların sıcaklığı, yazgının karanlığı düşmemiştir daha.

Yeni bir saat, hiç yazı yazmamış bir kalemdir. Kalem yazdıkça, kalem olur, saat ise yaşadıkça, çizgi çizgi biriktirdikçe. İnsan ustalaştıkça kalem başkalaşır, yazı değişir, akıl da gelişir.

Saat yazıya benzer bir değişim yaşar, kırılıp dökülse de tamir edildiği vakit yine ayağa kalkar büyümeye, zamanı izlemeye devam eder.

Ağladınız bir gün, saatin kalbinde izi kalır, güldüğünüz an bir iz daha düşer.

Birini çok mu sevdiniz? Saat bunu kaydeder.

Özlüyor musunuz? Saat buruşur.

Yalnız mısınız?

Saat yanınızdadır, tıkırdayıp durur, "bu da geçer hu" der gibidir.

Nesilden nesile geçen saatler hele, daha size gelmeden önce nice nice acının tortusuyla, pıtrak açan sevinçle, istek ve kederle dolu doludur, siz üstüne eklersiniz, sizden sonrakiler de ekler, günün birinde tutacak el, bakacak göz kalmayıncaya kadar saat büyümeye devam eder.

Bir gün, vakit tamam olunca saat bile veda eder, ama siz belki çoktan veda ettiniz, bilinmez ki...

Sanat ışığında yıkanan saat üzerine



Sevdiğim resimlere, sevdiğim fotoğraflara bakmaktan, sevdiğim kitapları yeniden, yeniden okumaktan hiç sıkılmam. Zaman içinde okuduğum/gördüğüm şey değişir, ben de değişirim.

Çok ihtiraslı olduklarından değil, meraklı olduklarından dolayı kitap biriktirenler vardır, onlar tek bir kitabın hayalini kurmaz, ilgilendikleri kitapları tedarik etmeye çalışırlar. 3000 tane kitabı olan ve biriktirmeye devam eden birisine "artık yeter sana bu kadar kitap" gibi anlamsız bir söz söylenemez. Çünkü güzel kitapların sayısı tahmin edilenden daha daha fazladır. Üstelik İlgilenilen alan/konu ne olursa olsun mutlaka epeyce yayın vardır ve sürekli yenileri çıkar! Yani bu işin sonu yoktur. Tıpkı saat sevdası gibi.

Herkesin takdirini kazanmış türlü türlü saatler vardır, onlar da sanat eseridir elbette, müzelerde sergilenen saatlerden, müzayedelerde tutkunun derecesini gösteren alımlarda gördüğümüz saatler, salt yaratıcılığın değil, emeğin de takdir edildiği mümtaz örneklerdir.

İçinde yalan dolan olmayan yapıtlar insanın acısını hafifletir, kederini azaltır, hayallere sürükler. Heyecan uyandıran, beğenilen bir saat, Brancusi'nin heykelleri gibi özgündür, sicaktır, benzerleri arasından hemen sıyrılır. Kişiden kişiye değişen zevklere hitap etseler de müstesna saatler herkesin sevgisini kazanmıştır, bu noktada ucuz veya pahalı ne önemi var? Benim küçümen saatim de anılarla yüklü, bir başkasının Patek Philip'i de. Sanat eserine paha biçilemez.

Her iyi saatin kendine has başka bir güzelliği, başka bir havası vardır, kitaplar gibi kişiselleşir, 'sizin' olur. Gariptir bir süre sonra kişi de saatine benzemeye başlar. Saatinizi soğumaya bıraktığınız zaman üzülür, size geldiği vakit hep mesafeli durur.

Sevilen saatlerden sıkılmayı da hiç anlamam, göz sıkılmaz görmekten, ancak gönül soğumuş olabilir belki, heves gitmiş olabilir, o kadar. Hem hangi insan 'İnci Küpeli Kız'a bakmaktan sıkılır?

Bir saate bakmak, Blanchot okumaya benzer, unutuşun zamanına bakıyorsunuz aynı zamanda.

Nesiller gelip geçer, insanın ömrü kısa ama sanatın efsunlu ışığında yıkanan güzellikler bakidir.

_________________________________________________________________________________

Ek okumalar:

Karanlık Düş: Thomas

Maurice Blanchot, Karanlıktan Thomas’ya

Alaturka zamanlara dair...

Şeyhülmuharririn Burhan Felek'in tatlı diliyle yazdığı bir yazı, alaturka vakitleri bilmeyen, yaşamayan benim gibi saat meraklılarının, ancak eski romanları okumayı sevenlerin, hikayelerde, anılarda kalan alaturka saat ayarını aydınlatan bu bilgi hazinesini ilgiyle okuyacağını biliyorum.

Burhan Felek'i şükranla anarak, bir konuyu hatırlatayım, yazıyı rahat rahat okumak için lütfen üzerine tıklayıp büyütünüz, iyi okumalar:

En iyi otomatik saat



11 Kasım 1965 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan bu ilana bakıp da düşüncelere dalmamak veya şaşırmamak elde değil. Buren (veya Büren) 1873 doğumlu mümtaz bir saat firmasıydı. Eski saat sevenler arasında şimdi bile mekanizmalarından övgüyle sözü edilir, şurada burada güzel Buren'ler çıkar, bu saatleri yıllara inat, yorulmayan, üzülmeyen bir sevgiyle taşıyanları/sevenleri vardır. Patentli çeşitli buluşları olan bu saat üreticisi Hamilton'un da sahibi olan şirket tarafından satın alınmış ve Buren markası 1972 yılında son nefesini vermiş ve hatıralarda yerini almış..

En iyi otomatik saat ilanını gördüğüm vakte kadar en iyi mekanik (otomatik veya kurmalı farketmez) saatin, insanı hiç üzmeyen haysiyetli bir saat olduğunu, ucuz veya pahalı olmasının görece çok önemli olmadığını düşünüyordum.

Aslında en iyi mekanik saatin gerçekte olmadığını rahatlıkla söyleyebilirdim. Benim için en iyi otomatik saat bir "Seiko 5" (flieger, aviator veya military) iken bir başkası için "Jacques Etoile Bidynator 72" (şahanedir) olabilir, öteki "Hayır efendim, Rolex Submariner en iyisidir" diyebilir, bir diğeri Patek Philippe Calatrava en iyi mekanik saattir der, engel olunamaz.

Fakat 'en iyi otomatik saat' ifadesini bir şirket reklamında görmeyi beklemezdim, Patek Philippe dahi böyle ilanlar vermiyor, ayrıca içinde "en" kelimesi olan bu tarz ilanları haddini aşmak olarak değerlendirilir, oysa o saati gördüğümde hak verdim biraz. Bir zamanların en iyisi oydu kimine göre.

Kaynak: Büren Watch

Bozuk bir saatin öyküsü

Aşağıdaki yazı Ekşi Sözlük yazarlarından uf tarafından mekaniksaat.com için yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim. İyi okumalar:

1980 darbesinin üzerinden fazla geçmemiş, meşhur 1985 kar tatili olmamış. İlkokullarda siyah önlüklerin giyildiği zamanlar, galiba 1983 kışı. O zaman memlekette her şey yok ya da kolay kolay bulunmuyor. Kolumda yeni çıkmış fiyakalı dijital saatlerden var, sınıfta büyük sükse yapıyor. Fakat benim gözüm annemin bileğindeki siyah kayışlı narin saatte.

Annem, tekne kazıntısı dediklerinden dedemin biricik evladı. Gizli gizli çikolatalar yedirip bir fiske bile vurmadan büyüttüğü bir çocuk. Hatta dedemin evin en küçüğüne sevgisi o kadar belli ki abla ve ağabeyler babalarının kardeşlerini daha çok sevdiğini hiç kıskanmadan dillendirebiliyorlar. İşte bu kız çocuğu 60’lı yıllarda liseyi bitirip bir de hukuk fakültesini kazanınca dedem soluğu Sirkeci’deki Tevfik Aydın’da alıyor. Güzel kızına güzel bir saat.

Ben annemin bileğindeki saat için ölüp bitiyorum. Nasıl ikna ettiğimi bilemiyorum ama annem bana kıyamıyor ve saati veriyor. Saat kolumda, keyfime diyecek yok. Derken kar yağıyor ve öğretmen bizi kartopu oynamak için dışarıya çıkarıyor. Ben de “şimdi kolumda su filan gelir, bozulur saat” diye çıkarıp cebime koyuyorum. Ve sakınan göze çöp batar misali sınıfa döndüğümüzde saati düşürdüğümü fark ediyorum. Korkuyla karışık bir üzüntü duyuyorum. Hemen dışarı çıkıp arıyoruz, bakıyoruz; saat yok. Yok, yok, yok!

Zil çalınca evin yolunu tutuyorum. Yaptığı yaramazlıkları saklayan bir çocuk değilim. Bardak kırıldı mı cam parçalarını çöpe atıp delilleri ortadan kaldırmaktansa “anne, bardağı kırdım.” diyenlerdenim. Annemin bana kızacağından çok korkuyorum ama söylüyorum. Çok ama çok üzülüyor. Dayak yemiyorum fakat annemin üzüntüsü gördükçe keşke beni dövse diyorum, dövse de kurtulsam…

Gel zaman git zaman karlar eriyor ve saat ortaya çıkıyor. Ne fayda, saat dayanır mı o kadar karın altında günlerce kalmaya. Bozulmuş. Hem de tam biri yirmi iki geçe. Götürüp anneme veriyorum ve bir daha da ellemiyorum saati.

Dedem, o kışın ardından vefat etti. O gün bugündür kardan, karda yürümekten ve kartopundan nefret ederim. Saati de geçenlerde annemden istedim, sakladığı yerden çıkardı, verdi. Şimdi ben saklıyorum. Tamir edilebilir mi? Onu hiç bilmiyorum.

İstanbul 2010: Avrupa Çalışmayan Kule Saatleri'nin Başkenti

Aşağıda okuyacağınız haber eski aslında. Milliyet gazetesinin çok sevdiğim çalışkan muhabirlerinden olan Yasemin Bay'ın İstanbul kule saatleriyle ilgili bu ibretlik haberi 18 Ekim 2009 tarihinde gazetenin 19. sayfasında yayımlanmıştı.

Geçen günlerde İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kutlamalarını görünce yeniden aklıma geldi ve bu gereksiz 'kültür'(!) kutlamalarına harcanan onca paraya ve emeğe üzüldüm, televizyon başında acı acı güldüm.

Böyle gelip geçici, uçucu hevesler için öyle paralar harcanıyor ki "kültür ve sanat bu işin neresinde?" diyesim geliyor. "Kültür ve sanat" deyince "pop müzik, şarkıcı, tiyatro ve sinema" anlayan bir anlayış egemen olduğu için futboldan başka bir spor da bilinmiyor!

Meraklıları zaten okumuştur ancak ibret olsun diye bir kez daha okuyalım:



İstanbul'da bir mücevher

YASEMİN BAY

Geçtiğimiz günlerde Milli Saraylar Daire Başkanlığı ve İtalyan Dış Ticaret Enstitüsü'nün işbirliğiyle cephesi temizlenen, sağlamlaştırılan ve koruma altına alınan Dolmabahçe Sarayı Saat Kulesi'nin gizli bir kahramanı, bir nevi 'koruyucusu' var: Recep Gürgen... 1979 yılından beri Dolmabahçe Sarayı’nda çalışan Recep Gürgen, bugün Saat Kulesi’ndeki saatin bakımından sorumlu tek kişi. Yani onun dilini anlayan tek usta.

Aynı zamanda Dolmabahçe Sarayı’ndaki tüm saatlerin tamirini ve bakımını da gerçekleştiren Recep Gürgen ünlü saatçi Wolfgang Mayer’in öğrencisi. Mayer’in dedesi Abdülhamit döneminde saraya saatçi olarak gelmiş; yani Mayer ailesi saray saatçiliği geleneğini bilen son nesil.

Gürgen, Dolmabahçe Sarayı’nın saatçibaşı Johann Mayer tarafından takılan saati şöyle anlatıyor: “Saatin markası Paul Garnier; Fransız yapımı. Tek makineden üç cephedeki saat çalışıyor. Yani bir makineden diğer saatlere aktarım organları var. Denize bakan yöndeki saat ise ayrı bir makine ile çalışıyor. Saat başı ve yarımlarda vurur, saat kaçsa onu çalar. Tabii günümüzde ancak gece yarısından sonra saatin vurma sesini duyabiliyoruz. Gündüz trafik gürültüsünden pek duyulmuyor. Saatin her fonksiyonu aktif halde ve çalışıyor.”

Saat, Gürgen, bakımını yaptığından beri yani yaklaşık 20 yıldır bir gün bile çalışmamazlık etmemiş. Zaten Gürgen için ‘tamir edilemeyecek bir saat yok’. Kalfası Şule Gürbüz ile her hafta saatle ilgilendiklerini söylüyor: “Saatin terapi bakımları var; temizleniyor, yağlanıyor, kuruluyor. Hiçbir iş olmasa bile çıkıp bakıyorum. Önceleri saate, tek elde değil de başka şekillerde müdahale edilmiş. Burada çalışanlar, saatçi olmayanlar bile bakmışlar, saati çalıştırmaya gayret etmişler. Ama eski kayıtlara baktığınızda görürsünüz, Osmanlı zamanında sürekli saatin çalışmadığından şikayet edilirmiş. Ama ben 20 senedir bakıyorum ve 20 senedir mükemmel çalışıyor.”

Yaptığı işin çok incelikli olduğunu vurguluyor Gürgen, saatin içindeki en ufak bir yabancı sesi tanıdığını belirtiyor: “Saatteki yabancı bir ses beni rahatsız eder. Öyle bir sesin meydana gelmemesi için her şeyi yapıyoruz. O güne kadar duymadığınız bir tıkırtı, bir başka ses, saatte bir rahatsızlık olduğunu gösterir. O rahatsızlık size de yansıyor ve eğer bir aksaklık varsa sanki sebebi sizmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Hemen onu gidermek için gece yarısı da olsa, bütün bir gece de olsa saatle ilgileniyorsunuz.”

İstanbul’da çalışan tek saat kulesi var

Gürgen İstanbul’da yaklaşık 10 saat kulesi olduğunu ve bunlardan sadece birinin çalıştığını dile getiriyor. Bu konuyla ilgili olarak da 2010 Ajansı’na proje sunmuş ama herhangi bir cevap alamamış: “Çeşitli projelerle bu saat kulelerinin canlandırılması gerekiyor bence. Şehrin suskun saatleri var. Onları tamir edebiliriz. Bunun için bir proje hazırladım. 2010’dan randevu talep ettim. Ama maalesef geri dönen olmadı. Sanıyorum konuya çok sıcak bakmadılar. Ben de ısrarcı olmadım. Çünkü ısrarcı olunca antipatik oluyor."



İstanbul'da bir mücevher, Milliyet, 18 Ekim 2009, sayfa 19.

MUTLU SAAT YOKTUR



Belki vardır, bilmiyorum. Fakat şimdiye kadar mutlu görünen bir saate rastlamadım. Belki “o saat” mutludur, hani her saatseverin gönlündeki o sihirli saatten söz ediyorum. Tasarımındaki kusursuzluğu, yine kusursuz bir mekanizma ile tamamlayan o efsunlu saat, düşlerde görünen cinsten ebedi saadeti kişiye yaşatan saat. Yok öyle bir şey elbette. Öyle bir sanat eseri var mıdır? Belki vardır, bilinmez. Ancak o muazzam sanat eserinin varlığı bile, sanatın artık görüp göreceği son nokta olacağı için, bu da sonsuzluğa tekabül edeceği için, yok öyle bir şey.

Öyleyse ‘mutlu saat yoktur’ diyebilirim. Güzel ve insana dokunan saatler vardır, maddi uygarlığın bir ürünü olmasına karşın manevi bilincin cisimleşmesi olan kederli saatler vardır. Sözü edilen bu saatlerin sayısı ve ayırt edici özellikleri bilinmiyor, çünkü insanın gözpenceresindeki ışıkla yıkanır bu saatler. Ama sayısız mutsuz saatin içinden huzura erişmiş bir zaman makinesi, yine kendi gibi mutsuz bir insanı nasıl avutur? Nasıl olur da insanın kalbindeki gölgeli bölmelerde kendine yuva bulur?

Taşa kazınmış kengeryaprakları, yüzyıllar sonra sırrını kendine bakan bir başkasına anlatabiliyorsa, aynı toprakta bir vakitler yaşamış ancak farklı dillerde zamanın derin ilmekleriyle örülmüş bir ağda muazzep ruhlar da aynı şekilde anlaşabilir, haberleşebilir. Mutsuzluk sadece insana has bir duygu değildir, insanın dokunduğu her nesne ile bulaşıcı bir hastalık gibi yayılır ve durup ince şeyleri anlamaya çalışan kimseciklerin merakını artırır.

Merak saatin doğasında hüküm süren kanatlı düşsel yaratıklardan grifon gibidir, kendisi ortada yoktur, şurada burada izleri vardır, iki veya üç boyutlu olan resimlerini, heykellerini görebilir fakat ona ulaşamayız. Demek istediğim saatin içindeki merak ile karşılaşmaya çalışmak hepten yanlıştır, merak saatin içinde değildir, mutsuzluk buna izin vermez.

Mekanik bir zaman aracıyla yapılan her yolculuk yekpare bir kubbenin altında yalnızlığımızı büyütür, bir yandan yapısındaki matematik ile, işleyişindeki ahenk ile, duyan kişiye iç sesini duyuran ezgisi ile gönlümüzü okşamaya çalışması nafile bir çaba gibi görülebilir, oysa güzellik işte buradadır, merakla düşündüğümüz her an aklımızdan ne gelip gidiyorsa, ne kalbimizi sızlatıyorsa, nice pişmanlıkların izini belleğimizde buluyorsak, hepsi bileğimizde tıkır tıkır çalışmaktadır.

Mutlu bir saat olmadığı gibi mutlu bir insan da yoktur. Aptal insan vardır, huzursuz insan vardır, gözüne perdeler inmiş insan vardır, mutlu olduğunu zanneden insan da vardır, öyle zannetmektedir biçare, oysa zaman nice dersler barındırır. Mutlu bir saate tesadüf edilemeyeceği gibi mutlu bir insana da rastlamak mümkün değildir. Bunu ben değil yine insanın kendisi söylüyor, tarih boyunca gelip giden insanlar söylüyor, aşınan merdivenler söylüyor.

Düşünelim, güzel bir günü zehir etmek insana mahsus bir özellik değil midir? İnsan yapımı olsa da bir saat asla bunu yapmaz. Sağır bir duvar gibi kimi insanlar ışıksızdır, dünyaya sadece acı getirmişlerdir, sadece kendilerini düşünmüşlerdir, bölmüşlerdir, güzel şeyleri yakmışlar, güzel yapıları yıkmışlardır.

Bir zamanlar çok yaşlı bir saate dokunmuştum, yanımda saatin tercümanı da vardı. Saat yorgun ama meraklı sesiyle yaşadıklarını anlattı, tercüman da bana aktardı: Yaşlı saat insanların zaman içinde ne kadar kötü olabileceklerini gördüğünü, aynı zamanda insanın içinde iyiliklerin de yaşadığını bildiğini söylemiş, bütün mesele tavır ve düşünüşle ilgiliymiş.

Saatler acı çeken ruhlara benzer, insanın kendi kendine söylenmesine, zaman içinde kabuk bağlayan hatıralara sürekli geri dönmesine neden olurlar.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...