Rolex tasarımları demode mi, yoksa kült mü?



Rolex ile yazmak istediğim birkaç yazı daha olduğunu söylemiştim. Şimdi sıra ikinci yazıda.

Yazımın konusu, Rolex tasarımları. Başlık da temel sorunsalı ortaya koyuyor aslında: Rolex tasarımları kült mü, yoksa çağdışı, demode tasarımlar mı?

Çoğu Rolex modeli, tasarım olarak 50 yıldan fazla bir temele sahip. Submariner, Sea-Dweller, Day-Date, Datejust, GMT-Master 2, Explorer...Bunların hepsi de hala arzulanan saatler. Bu saatlerin ilk ve güncel modelleri arasında çok ciddi farklar yok. Day-Date'in ilk versiyonu ile son versiyonu aynı bile denebilir. Peki neredeyse tüm markalar sürekli olarak yeninin peşinde iken Rolex 50 yıllık tasarımlarla bu işi nasıl götürüyor? Bu sorunun cevabını verebilmem mümkün değil, ama konuyu çeşitli yönlerden ele alacağım. Diğer yandan da bu tasarımlar hakkındaki fikirlerimi paylaşacağım.

-Rolex bu işi nasıl götürüyor? 50 yıllık tasarımlarla nasıl ayakta duruyor?

Çok fikrim yok açıkçası. Aklıma iki olasılık geliyor.
1. Rolex bir pazarlama harikası: Bunu düşünen ilk insan ben değilim. Son insan da ben olmayacağım. Talep yüksek, bunu biliyorum. Ama arz düşük değil ki. Yılda 700.000'den fazla saat üretiyorlar ve buna karşın çoğu model zor bulunuyor. (Ya da zor bulunduğu söylenerek müşteriler uyutuluyor.)

2. Günümüz insanının Heritage düşkünlüğü: Bu bana daha makul bir gerekçe gibi geliyor. Hangi marka eski bir modelini günümüzde üretse (ki bu modeller hep limitli seriler olarak üretilir.) o model kıymete biniyor, hatta yok satılıyor. Alan da aldığı fiyatın üzerinde satıyor saatini. (JLC Memovox Polaris, PAM California vs)

Rolex'te ise sıfır saat alan da (sadece tasarım olarak olsa da) saatinde bir heritage tat alabiliyor. (Ama yıllık 700.000 adetten fazla üretim rakamına karşın çelik Daytona bulabilmek neden hala bu kadar zor anlayabilmiş değilim. Diyorlar ki, 700.000 saat üretiyor Rolex, ama kaçı çelik Daytona? Soru doğru ama, yılda 100 tane üretilmiyor ki bu saatten. Neyse, konu Daytona değil. Kalite olarak Daytona'ya lafım olamaz ama tasarım olarak hiç sevmem kendisini.) Heritage da saat dünyasında her zaman sevilmiştir, sevilmeye devam edilecektir diye de düşünüyorum.

-Rolex tasarımları demode mi, yoksa kült mü?

İşte bu çok zor bir soru. Herkesin kendi cevaplaması gereken bir soru olduğunu düşünüyorum. Submariner en güzel dalgıç saati mi? Klasik saatlerin en güzelleri Day-Date ve Datejust mı? Bu sorulara başkası adına ne evet diyebilirim, ne de hayır. (Kendi adıma cevabım hayır olur.) Güncel Rolex'lerden Milgauss'u çok beğeniyorum, ama o da klasik Rolex çizgisinden farklı bir saat.

Kült Rolex modellerinden ise çok ama çok beğendiğim bir saat yok. Ancak, bu da çok çirkinmiş dediğim bir saat de yok. Ancak, objektif olarak bakıldığında şunu da unutmamak gerekir ki, Dünya'nın en çok lüks saat üreten ve satan markasının tasarımları, çoğu kişi için demode değil, aksine kült.

Rolex daha çok tartışılır saat dünyasında.

Polemik

Not: Dilimizde karşılığını tam olarak bulamadığım Heritage sözcüğünü kullanmaktan pek hoşlanmasam da, anlamı iyi karşıladığı için kullanmak zorunda kaldım. Eğer karşılığı varsa, lütfen bana e-posta yolu ile ulaşın ki hemen düzelteyim.

Önyargıya ve Rolex'e ilişkin bir yazı


Milgauss

Rolex saat dünyasının en çok tartışılan saatlerinden biri. Seveni, hatta fanatiği çoktur. (Fanatiği az olsa bir Paul Newman Daytona neden 100.000 Euro’dan başlayan fiyatlarla satılsın ki?) Sevmeyeni hatta nefret edeni de en az bir o kadar vardır. (En yaygın tez, saatten anlamayan bilimum mafya babalarının altın Rolex kullanmasıdır – ben ise hiç mafya babası görmediğimden, görsem bile onun mafya babası olduğunu bilmediğimden yorum yapamıyorum.)

Sevenleri ve sevmeyenleri dışında da kalitesi, tasarımları, ilkleri (aklıma ilk su geçirmez saati ürettikleri geldi, başkaca ilkleri de var ama şu anda hatırlayamıyorum) ve hakkında dönen şehir efsaneleri (Çelik Daytona için bekleme sırası) ile hep tartışılır. Hatta geçenlerde gitiğim Omega Butik’te “Rolex sizce nasıl bir marka?” sorusunu yönelttiğim satış temsilcisi belki bilgisizliğinden, belki de ticari kaygılarla “Rolex artık bitti.” şeklinde bir cevap verdi. Rolex hakkında tartışma bitmez. Benim de saatlere ilgim arttıkça Rolex hakkında farklılaşan düşüncelerim oldu. Bu düşüncelere kısaca göz atmak istedim.
- Saat merakımın sıfır (merak yanında, bilgi de sıfır) olduğu dönem: Rolex nedir abi? Gereksiz pahalı, zaten tüm hanzolar Rolex kullanıyor. (Dikkat: Rolex takan herkes hanzodur anlamı çıkmasın lütfen.) Bir saatte 10.000 TL ya da üzeri paraları vermek de delilik.
- Saat merakım başladı, ama Rolex ile henüz tanışmadım: Kalitesine saygı duymamak mümkün değil. Ancak işin diğer yönleri de var. Submariner, Sea-Dweller, Yacht-Master ve GMT-Master, alayı aynı bu saatlerin. Zaten 50 yıllık tasarımları kullanıyorlar. Day-Date ve Datejust da birbirlerinin neredeyse kopyası ama insanlar bunlar için deli oluyor. En özgün Rolex modeli Daytona, o da asla takmayacağım bir saat. Çok çirkin.
- Nihayet, Rolex ile tanışma: (Olay asıl burada başlıyor.) Rolex ile tanışmadan önce sevdiğim tek Rolex Submariner LV idi. (Submariner’ın 50. Yılı anısına üretilen yeşil bezelli model.) Yeşili çok severim, yeşil aynı zamanda Rolex’in rengidir ve Submariner’da da çok güzel bir yeşil kullanmışlar. Aynı zamanda, dalgıç saatleri de her zaman ilgimi çekmiştir. Omega Seamaster Professional ve Planet Ocean, IWC Aquatimer, JLC Master Compressor serileri daima kendime yakın bulduğum saatlerdir. Bu yüzden Submariner’a ısınmıştım, bir de yeşilin tonu beni çok etkilemişti. Bır fırsat olsa da şu saati incelesem diye fırsat kolluyordum açıkçası.
Akmerkez’de bir arkadaşımla (Efe) birlikte gezerken Rolex vitrini dikkatimizi çekti. Arkadaşım da Submariner LV dışındaki Rolex ürün gamından hiç de hazzetmiyordu. 2000’lere kadar Daytona’da Zenith El Primero kalibre kullanıldığını bilen ikimizin ortak fikri, “Rolex ile işimiz olmaz, o paralara kesinlikle Zenith alırız. Eğer o kadar çok para vermeyeceksek -ki vermemek daha mantıklı- en kralından bir Omega alırız. Omega ve Rolex arasında denk modellerde iki kat fiyat farkı var, bu fiyat farkına karşılık gelecek kalite farkı olamaz.” şeklindeydi. Neyse, mağazaya girdik. İşte o andan itibaren, saat dünyasına ilişkin pek çok fikrimiz yerle bir oldu.
Mağazadan içeri girdik. Çok nazik bir karşılama yapmadı Rhodium – Akmerkez çalışanları. Saygılı ve soğuk çalışanları var. (İleride saygılı kısmını da açmam gerekecek.) Submariner LV, Milgauss, GMT Master 2 ve Datejust 2 modellerini inceleme fırsatımız oldu.
Neyse, satış temsilcisi saatleri vitrinden çıkardı. Efe doğrudan Submariner LV’e yöneldi. Yüz ifadesinin saniye saniye değiştiğini takip etmek hiç de zor değildi. “Saati beğendiniz mi?” sorusunu yönelten satış temsilcisine “Fena değilmiş.” gibisinden cevaplar verse de, Efe’nin saate hayran kaldığını anlamam benim için çok da zor olmadı.



Ben de o sırada GMT Master 2 ve Milgauss ile ilgileniyordum. Milgauss genel Rolex çizgisinden çok farklı bir saat.( GMT Master 2 ve Submariner ise kasa, kordon ve kadran yapısı itibarıyla çok benzer saatler. Özellikle Basel ile yeni Sub gelince neredeyse aynı saatler oldular. Seramik bezel, büyük indeksli kadran, geniş boynuzlar, içi dolu baklalar, yeni tip klips vs. ) Ben de GMT Master 2 ve Milgauss’un genel kalitesine hayran olmakla meşguldüm. 904L çeliğin farkı kesinlikle hissediliyor. Bunun dışında, Rolex’lerin koldaki konforu cidden çok iyi. Kordon doğru ayarlanırsa (en azından kendi bileğimde) çok ama çok rahat duruyor.
Neyse, Efe Sub’ı yeterince inceledi. İnceleme sırası bana geldi. İzlenimlerim ise şöyle oldu:
-Saatin tasarımı çok tartışılıyor. 57 yıldır neredeyse aynı tasarımın kullanıldığı doğru. Kimisi çok seviyor. Kimisi de nefret ediyor. Benim fikrim ise, saatin tasarım olarak “iyi” olduğu yönünde. Beni benden alan bir tasarım değil, ama kötü, hiç değil.
-Maxi dial ve fat hands denilen değişiklik çok güzel olmuş.( 11660’deki küçük indeksler ve akrep-yelkovan ile 11660 LV’deki büyük indeksleri ve akrep-yelkovanı kıyaslarsanız farkı görürsünüz.)
-Yeşil bezelin harika olduğunu söyleyebilirim. Rolex Submariner’ın yavan denilebilecek bir tasarımının olduğu doğru, ama yeşil bezel saate bambaşka bir hava katmış.
-Saatin koldaki konforu inanılmaz: Bunun çok iddialı bir cümle olduğunun farkındayım, ama gerçekten de öyle.
Öncelikle, çelik ve 300 metre su geçirmezliğe sahip bir saat düşünüldüğünde oldukça hafif. Acaba titanyum mu diye düşünmekten alamadım kendimi. Hafifliğin gerekçesi ise satış temsilcisinin cevabı ile ortaya çıkıyor: kordondaki orta baklaların içleri boş. Bu da saati ciddi bir diyete sokmuş (Ben ise ağır saatleri severim.) ama daha da önemlisi, saatin inanılmaz konforlu olmasını sağlamış. Saati bileğinizde hissetmiyorsunuz. (Yeni Rolex’ler böylesine konforlu değil.)
-Kullanışlılık: Kadran, akrep, yelkovan, saniye ve büyüteçli tarih göstergeleri oldukça okunaklı. Luminova oldukça kuvvetli.
-Saatin helyum vanası yok: Bu tip saatlerin dalışta kullanılmadığı düşünülürse çok da önemli değil ama rakipleri helyum vanası sunuyor. Peki bu bir eksiklik mi? Bence olmasa da, başkası için eksiklik olarak değerlendirilebilir.
-Klips sistemi yeni Sub, GMT Master 2 ve Sea Dweller Deep Sea’de olduğu kadar “tok” değil: Bu durum yeni Sub ile ortadan kalktı.
Rolex hakkındaki objektif izlenimlerim: Benim gibi önyargılarınız varsa mutlaka incelemenizi öneririm. Gerçekten çok kaliteli saatler üretiyorlar. Bilekte duruşları da çok konforlu. Ayrıca, vitrinde beğenmediğiniz bir saat bileğinizde çok güzel durabilir, gerçi tam tersi de mümkün. (Bu durum sadece Rolex için değil, tüm markalar için geçerli.)
Kullanılan 904L çelik 316L çelikten 3 kat daha pahalı.
Tourbillon ya da minute repeater gibi çılgın işlere imza atmıyorlar. Bunun yerine günlük kullanım için uygun modeller üretiyorlar. (Tourbillon olmaması bence eksiklik, ama bu konu da çok tartışılır.)
Özellikle çelik Rolex’ler ikinci elde az değer kaybediyor.
Seveni de sevmeyeni de makinelerinin çok hassas olduğunu söylüyor.
Yaklaşık 60 yıllık tasarımlar kullanıyorlar. (Kült mü, demode mi?)
Özellikle çelik Daytona ve yeni çıkan çelik modelleri satın almak için elli takla atmak lazım.
Rolex hakkındaki subjektif izlenim ve düşüncelerim: Submariner, Milgauss, GMT Master 2 ve Sea Dweller beğendiğim Rolex modelleri.
Son zamanlarda çıkan modelleri dışında çoğu modelinin çapı çok ufak, 40 mm ve üzeri saatlerde rekabet edemiyorlardı. Son zamanlarda Milgauss, Day-Date 2 ve Datejust 2 ile bu sorunu çözdüler.
Çelik modellerdeki satış politikaları sinir bozucu.
Kullanıcı kitlesinden çok şikayet ediliyor: Bu konu üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünüyorum.
Rolex en çok üretim yapan, en çok bilinen, replikası yapılan lüks saat markası. Bunlar bir araya gelmesi de saatten anlamasa bile cebinde parası olan pek çok kişinin bir Rolex sahibi olması anlamına geliyor. Bu kötü bir şey mi? Bazılarını çok rahatsız eden bir durum bu. Rolex’e antipati besleyenlerin çoğu bu gerekçeden ötürü, yani kullanıcı kitlesinin kötü olmasından dolayı Rolex almayı reddediyorlar.
Bu makul bir gerekçe mi? Açık konuşmam gerekirse, bilmiyorum. Bir uyuşturucu kaçaksının kolunda Rolex var diye Rolex almayan biri, başka bir uyuşturucu kaçakçısının kolunda PP, VC, Breguet, Parmigiani, JLC, Blancpain, AP, GP hatta F.P. Journe, Harry Winston ya da Philippe Dufour görürse, bu saat markalarından saat edinmeyi de reddeder mi? Reddetmeli mi? Genel kullancı kitlesi marka seçiminde ne kadar etken olmalı? Bir saat severin cidden beğendiği bir markayı kullanıcı kitlesi kötü diye almaması, makul bir gerekçe midir?
Bu sorulara ben sadece ve sadece kendi adıma cevap verebilirim. Sadece ben değil, herkes kendi adına cevap verebilir. Tartışılması, ama kişiler bakımından varılan sonuçlarda da insanların birbirlerine saygı duyması gerekir. Şahsen ben Rolex almayı “Uyuşturucu kaçakçıları da Rolex kullanıyor.” gibi bir gerekçe ile reddederek bir JLC almaktansa, “Rolex yılda 700.000’den fazla saat üretirken JLC yılda 65.000 saat üretiyor. Lüks tüketim ürünü alırken de nadidelik çok önemlidir, ben saatimi çok az kişide görmek isterim, bu yüzden JLC alırım.” şeklinde bir gerekçe ile Rolex almayı reddetmeyi daha “makul” bulurum.
Bu yazıdan bazı sonuçlar çıkarmak mümkün.
1. Önyargı kötü bir şeydir.

2. Rolex, sevenleri ve sevmeyenleri ile çok tartışılacak bir marka.
Rolex eminim ki daha pek çok platformda tartışılmaya devam edecek. Ben de elimden geldiğince Rolex hakkındaki izlenimlerimi ve düşüncelerimi aktarmaya çalıştım. Bunları yaparken de elimden geldiğince tarafsız olmaya çalıştım. Aslında yazıyı yazarken daha tartışılması gereken konular olduğunu fark ettim, ama hepsini tek yazıya sıkıştırmanın pek de iyi olmayacağını düşündüğümden diğer konuları başka yazılarımda ele alacağım.
Not: Blog sahibine büyük bir özür borcum var. Bu yazıyı benden çok zaman önce istemişti ancak şimdi yazabildim. Gecikme için özür dilerim. Ancak yazmak istediğim birkaç Rolex konusu daha var, onlar ise bu kadar gecikmeyecek.
Polemik


--------------------------------------------------------------------------------

Editörün Notu:

Ayrıca bkz. Watchuseek Rolex Forumu

Müzikli bir masa saatinin ardından

Antika sınıfına girebilecek türden nesneleri de buldukça alıp satan bir kitapçı arkadaşıma arada sırada uğrarım.

Bir gün bir yığın irili ufaklı oyuncağın bulunduğu dolapta küçük bir masa saati gördüm, hani seyahatlarde kullanılan cinsten. Saat çalışmıyordu. Hor kullanılmış, bir kenara atılıp senelerce öyle durmuş bahtsız bir saat olduğu anlaşılıyordu. Biraz kurcaladım, kurma anahtarı da yoktu tabii. Fakat nasılsa müzik çalabiliyordu. Tam benim istediğim türden bir müzik, kırık dökük seslerden müteşekkil bir Alman ezgisi. Böyle zamanlarda aklıma hep Özdemir Asaf'ın "Onarmak zordur" şiirinin başlangıcı gelir:

"Şarkılar değil de
Hep kulaklar bitiyor,
Onarmak zordur."

Kulağım bu ezgide dalmışım. Yanımda saati alacak para yoktu, sonra alırım, çalışmasa bile müziğini dinlerim diyerek kalktım.

İş güç derken unutmuşum saati, 2 hafta geçmiş aradan, aklıma gelir gelmez ne yapacağımı şaşırdım, hemen para alıp gittim yine o kitapçı dükkanına, arkadaşım "çay ister misin?" derken, ben onu dinlemiyor, saati arıyordum, defalarca o minik oyuncakların arasını karıştırıp bulamayınca, sormak zorunda kaldım, saatin satıldığını öğrenince de çok bozuldum. Kendi kendime söylendim "Neden ciddiye almadın?", "Neden senden başkalarının da bu saati sevebileceğini düşünmedin?" diye diye kendime sinirlenip çayı içtim ve ardından sokağa çıktım, saçma sapan bir yürüyüşle bilmediğim sokaklara girmişim, bir saat sonra ana caddeye çıktım. Yavaş yürürüm her zaman ama öfkeyle hızlı hızlı yürürken sinirim geçti, fakat kendimi affedemedim bir türlü.

Bir daha öyle küçük bir masa saati bulabilir miyim bilmiyorum. Bildiğim bu Alman saatinin kalbimin bir köşesini yaktığıdır.

ZAMANSIZ TASARIM



Bazı saat tasarımların zamanı yoktur. Her dönem aynı heyecanla kola takılabilir, nesiller arasında bağlantı kurabilir. Jaeger-LeCoultre Geophysic Chronometer işte bu tarz bir saat. Seyrine doyum olmuyor böyle saatlerin.

Watch Plus dergisi ilkbahar sayısı çıktı



Daha önce Watch Plus dergisini çok beğendiğimi yazmıştım. Sonraki yazı derginin yeni sayısının gecikmesiyle ilgiliydi.

Fakat nihayet hasretle beklediğim derginin yeni sayısı elime geçti ve üzerimdeki kasvetli havayı dağıttı. Beklediğimden, düşündüğümden daha iyi bir dergi olduğunu gördüm. Kapakta Audemars Piguet var (Odemağ Pigey diye mi okunuyor, söyleyemiyorum, bir de Jaeger LeCoulte var, onu da bir türlü telaffuz edemiyorum).

Başlangıçta derginin haberler kısmı var, dergilerdeki bu bölümler çok güzel oluyor, mesela Sanat Dünyamız dergisinin bu bölüme verdiği isim "Rüzgar Gülü" adını taşıyordu, yeni Sanat Dünyamız dergilerinde bu bölümü kaldırdılar, neyse bu bölümü keyifle okudum, şaşırdığım yeni şeyler öğrendiğim haberler oldu bu bölümde. Sonra Audemars Piguet Millenary Carbon One incelemesi var, ardından Parmigiani Fleurier’in icra kurulu başkanı Jean-Marc Jacot ile yapılmış güzel bir söyleşi var. Jacot kendine ve Parmigiani Fleurier'e çok güveniyor, söyleşinin bir yerinde şöyle diyor:
"Herkes iyi, kaliteli saatler takmak istiyor. Hem çok pahalı olmayıp, çok güzel ve prestijli saatler de var. Bu tıpkı kıyafet gibi gelişir ve insanın kişisel gelişimi ile paralellik gösterir. Örneğin önce Omega alırsınız, bir süre sonra Rolex takmaya başlarsınız, hala yenilik aradığınızı düşünüyorsanız Jaeger LeColtre'a geçersiniz. En son mu? Tabii ki bize gelirsiniz!"


Sonra SIHH 2010 ile sayfalar süren bir bölüm var, arkasından Futbol ve Saat başlıklı bir dosya konusu geliyor. Bunlardan sonra "Bir Stern mucizesi" başlıklı ve Philippe Stern'in şahsi koleksiyonunun bir müzeye dönüşmesiyle ilgili bir yazı var ki dergiyi alanların önce bu yazıyı okumalarını tavsiye ederim. Keşke bu müzeden daha daha fazla fotoğraf olsaydı diye düşünmemek elde değil.

Bu yazıdan sonra benim bir yazım var, aynı ay içinde iki dergiye birden küçük de olsa katkım olmuş oldu (diğeri Saat Dünyası dergisindeki "Bunları biliyor muydunuz?" başlıklı sayfa: "Zaman makinelerine övgü" başlıklı bu yazının peşinden Şule Gürbüz ile yapılmış bir söyleşi var. Şule Gürbüz'e hep aynı sorular soruluyor, fakat bu söyleşi küçük maddi hatalar (kedisinin adı İnci, III. Mehmet değil II. Mehmet olacak) dışında benzerlerinden daha iyi, zaten Şule Hanım tatlı diliyle öyle bir anlatıyor ki aynı konuyu farklı sözcüklerle yeniden dinlemek insana klasik bir edebiyat yapıtını yeniden okuyormuş gibi geliyor.

GMT koleksiyonu, Vacheron Constantin Patrimony koleksiyonu, yeni modellerin olduğu kısımlardan sonra yazı dizisi “Saat Kuleleri ve Türkiye”, Şule Gürbüz’ün kaleminden bu sayıda yapılan girişle beraber başlıyor…

Eleştirim ise derginin fiyatıın 8 TL olması. Benzeri dergiler en az 10-15 TL'ye satılıyor çünkü.

Bir de şu var, "ben saat meraklısıyım" diyenin bir kitaplığı olmalı, bu kitaplıkta da dergiler kesinlikle yer almalıdır. (Gerçi "Ben fotoğraf sanatına çok meraklıyım" diyenlerin evlerinde fotoğrafla ilgili hiç kitap/dergi olmadığını da gördük, "Ben şiir yazıyorum" diyenlerin şiir okumadığını da, büyük şairlerden haberi olmadığını da gördük ama bu döngünün dışında yer alan güzel insanların da varlığını biliyorum. Bu koşullar altında dergi lüks mü sayılır bilmem. Fakat insan zihnini zenginleştirecek herşeye ihtiyaç gözüyle bakmalıdır diye düşünüyorum.)

Abone olmak isteyenler için e-posta linki.

Bir Nevi Salvador Dali: Yvan Arpa



Salvador Dali'nin resim sanatının uçuk ama devrimci sayfalarında hatırı sayılır bir yeri vardır. Yvan Arpa da saatçilik sanatında benzeri bir konumda şimdi. Aslında Yvan Bey, Romain Jerome saatlerini tanıtırken Tim Burton ile anlaşıp garip şapkalar takmalı ve ilginç kostümler giymeli bence. Eleştirdiğim zannedilmesin, daha önce de yazmıştım RJ yenilikçilik ve kullandığı malzeme seçimiyle saatçilik dünyasının en ilginç kurumlarından biri.

Romain Jerome saatlerinde daha önce Titanic gemisinden alınmış paslanmış çelik ve ay tozu ile Apollo 11 ve Soyuz gemilerinden parçalar kullanılmıştı. Romain Jerome geçen sene tanıttığı ve küresel kriz ile alay ettiği saatin arkasından bu kez kimilerine göre haddini aşıp paleontolojide koprolit adı verilen türü tam olarak belirlenemeyen bir dinozora ait fosilleşmiş dışkı kullanarak saat üretmiş.

Saatin kadranını oluşturan turuncu ve gri damarlı sedef renkli bu maddenin saate yakıştığını düşünüyorum. Aklıma Chris Ofili'nin fil dışkısıyla yaptığı resimler geldi (Ofili'den daha önce de bir kavanoz vardı).

Bugünkü gazetelerde (Radikal, Hürriyet, Akşam, Birgün ve yanlış bir fotoğraf kullanan Bugün) bu saatle ilgili ayrıntılar okunabilir ama en güzel ayrıntı şu:

"Modern sanata yakın olduğunu ifade eden 45 yaşındaki Yvan Arpa, saat
sanayisinde yapılmayanları yaptığını ve "bu sanayinin karanlık tarafını temsil
ettiğini" savundu." (AFP/AA)

Ayrıca bundan 1 hafta önce de Louis Moinet markalı, dinozor kemiği parçaları kullanılmış bir saatin tanıtımı yapılmıştı. Adı çok fazla ortalıkta olmayan Louis Moinet de ilginç bir marka aslında, geçmişte Mars gezegeninden gelen meteorit parçalarının kullanıldığı bir saat üretmiş.

SAAT KÜLTÜRÜ OKYANUSUNDA TÜRKİYE



Evdeki kitapları dergileri düzenlerken katalogların çokluğuna şaşırdım. Hemen hepsi İsviçre saatçiliğinin meşhur markalarına ait katalogların yanında diğer kitaplar pek zavallı göründü gözüme, katalogları alt raflara indirdim ama düşünmeden edemedim:

Ülkemizde saatçilik sektörü sadece kendine dönük yaşadığından kültürü ve bilgiyi hiç önemsemiyor. Bunda İsviçre saatçiliğinin de payı var kuşkusuz, ancak her şeyi oluruna bırakmamak gerek. Kurumlar para kazandığı işe yatırım da yapmalı. Yatırım da sadece maddi anlamda olmaz, manevi yatırım da vardır, kültürüel ve sosyal yatırımlar da vardır. Küçük gibi görünen kıvılcımları önemsemeliyiz, dergiler bir adım, daha ilerisi kitaplardır, bir ötesi bir saat ansiklopedisidir, daha ötesi kütüphane ve ve bir sivil müze oluşturulmasıdır.

Ülkemizin yegâne saat müzesi olan Dolmabahçe Saat Müzesi devletin önemli bir adımıdır, bazıları devleti küçümser, oysa sivil birikimin akıl edemediğini yaparak daha önde olan devlet ile birlikte topluma daha büyük yatırımlar yapılabilir. Neden İzmir'de, Adana'da, Hakkari'de, Bursa'da, Edirne'de bir saat müzesi/kütüphanesi olmasın?

Oysa daha dünya saat kültürünün belli başlı klasik olmuş kitapları (David Landes) dahi ne yazık ki Türkçe'ye çevrilmemiş durumdadır, öylesine önemli kitaplar var ki, onlar olmadan bir saat kitaplığından söz edilemez, oysa bu tarz kitaplar ne yazık ki Türkçe olarak yoklar, görünmezler.

Almanca, Fransızca ve İngilizce kaynakların çokluğu yanında Türkçe'de olan tek tük kitaplar okyanusta damla sayılır.

Dünya saat kültürünü bir yana, daha ülkemizdeki Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi saatçiliği hakkında külliyat oluşturacak birikimi bırakın bir iki kitap hariç ve sergi kataloğunun (onlar da saat kuleleri ve güneş saatleri üzerinedir) dışında yayın yoktur.

Çeşitli dergilerde (İstanbul, Toplumsal Tarih, P, Atlas) yayımlanmış makaleler var elimizde ve biraz sevindirici olan bazı dergilerin özel sayıları var işte o kadar. İsimlere bakıyorum hep aynı kişiler, kahramanca bir şeyler anlatmaya çalışan araştırmacılar ki onların da sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor...

Demek istediğim, saatçilik dünyasındaki etkili yetkili bazı arkadaşlarımın "yok ben ETA'nın her ayrıntısını biliyorum", "replika saat aslında hakiki saate giden aydınlık ve pek mukaddes bir yoldur", "yok dinozor kemiği parçaları bulunan bir saat yapılmış, fiyatı da şu kadar", "Çin'de saat yaptırıyorum" diye hem yapay gündemi takip edip hem maddi dünyanın getirileriyle övünürken, mesela Mustafa Şem'i Pek üstadımızdan haberdar olmamalarını pek manidar buluyorum.

Açıkçası saat konusunda sohbet etmeyi, markaları çekiştirmeyi çok seviyoruz da, kalıcı işler üretmeyi pek düşünmüyoruz. Ben de İsviçre saatçiliğinin hakkını teslim etmek gerektiğinden yanayım (ancak eleştirilerim/itirazlarım var elbette) ve çok güzel saatler ürettikleri için onlara hayranlığım değişmez. "Ama meraklıların gayet iyi bildiği gibi Almanya'da, Fransa'da, Japonya'da da çok güzel saatler üretiliyor, bunların arasında Türkiye'nin de adı geçseydi hani hiç fena olmazdı" deyince hayalpererest olmakla itham ediliyorum. Oysa demek istediğim başka, saat bilgisinin kültürünün artması demek saatseverlerin çoğalması demektir diyorum, saat kültürü de insanlığın ortak miraslarından biridir, öyleyse memleketleri bir yerde geçmek, insan ve eşyanın tabiatını/kalitesini yükseltmek gerekir diyorum, bunun için ilk yapılacak şey kendi mirasımızı ve dünya mirasını bilmektir. Durum şu: Ne kendimizi biliyoruz ne de dünyayı hakkıyla tanıyoruz, gereksiz bilginin çokluğu ise korkunç miktarda, zihin bulandırıcı ayrıntıların çokluğu karşısında insan ne yapacağını şaşırıyor doğrusu.

Bir de muhafazakar bir toplumda yaşadığımız söyleniyor, köklerimize bağlılık her fırsatta dile getiriliyor da Osmanlı saat ustalarının kadrini kıymetini bilen de yok bu şaşaalı meydanda, çok tuhaftır, en acı olan kısım da şudur aslında: Üniversitelerimiz de son derece ilgisizdir bu konulara. Cumhuriyet tarihimizde Osmanlı Saatçiliği ile ilgili yapılmış tezlerin sayısını yazarsam epeyce bir gülünür sanıyorum, o yüzden yazmamak daha iyi. Saatçiliğimiz konusundaki çalışmalar maalesef ciddiye alınacak oranda değil. Her şeyden önce bir zihniyet değişimi yaşamalıyız, değişimin ilk adımı farkındalıktır, yaşadığımız toprağın farkında değiliz, edebiyatımızın farkında değiliz, bu böyle daha gider...

Saat Dünyası Dergisi'nin 30. Sayısı çıktı...



Saat Dünyası'nın yeni sayısı saatçilerde görücüye çıktı, malum bu dergi Saatçiler Odası Yayını, o yüzden bayilerde, kitabevlerinde bulunmuyor bu nedenle en iyisi abone olmak.

Alan Hosman yazıyor

Gelelim dergiye, Alan Hosman'ın 110. sayfadaki "Otomatik saatler Kurmalı Saatlere Karşı" başlıklı yazısı enfes. Yazarın dergideki diğer yazısı ve önceki sayılardaki yazılarını yeniden yeniden okuyorum ve her defasında Alan Bey'in bilgisine hayran oluyorum. Hem bir müzisyen hem de bir mucit olan Hosman'ın ününü duymuş ama saatlere ilgisini Saat Dünyası dergileriyle karşılaşmadan önce bilmiyordum. Kendisinin dergideki yazıları bir araya getirilse ve kitap yapılsa keşke, çünkü mekanik saatlerin tarihine ve genel kültüre dair bir kaç tane kitap olsa da işleyişine ilişkin yayın yok maalesef. Alan Hosman bu açıdan eşine az rastlanır bir insan, kadrini kıymetini Saat Dünyası dergisi anlamış ancak bu yetmez, dergiler de iyi güzel ama daha kalıcı bir eser ile Alan Bey'in bilgisi, kültürü taçlandırılmalı ve böylesi değerlere sahip çıkılmalıdır.

Levent Kırca ve korsan saatler

Dergide ilgi alanlarıma dahil olmadığı için en sona bıraktığım bir röportaj vardı, dün akşam okudum ve çok şaşırdım. Levent Kırca korsan saatleri (replika, sahte) övüyor ve onların bir emek ürünü olduğunu iddia ediyor. Doğru elbette dolandırıcılar da bir emek harcar insanları kandırmak için. Lakin yılların oyuncusuna böyle sözler yakışmıyor. Saatleri sıradan tasarım ürünleri olarak baktığı da bu sözlerinden anlaşılıyor. Yazik ki Levent Kırca saatler konusunda yüzeysel bilgilere sahip. Ayrıca evindeki saatlerine baktım ve çok da zevk sahibi olmadığına karar verdim.

Yalnız tek bir doğrusu vardı, ışıklı bir duvar saati bulamadığını, bu tür bir saatin yaşlılar için, geceleri tuvalete gitmek isteyenler için çok iyi olacağını söylemesi doğru. Ancak böyle bir saati bulmak zor olsa da, bu durum böyle saatlerin üretilmediği anlamına gelmiyor. İnternet üzerinde herhangi bir arama motoruna "Işıklı duvar saati" veya "Night Light Wall Clock" yazması yeterli.

Saat Dünyası dergisinin Facebook sayfası da çok güzel, bakılmasını öneririm.

Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi

santralistanbul şehirdeki en yaratıcı mekanlardan biri, İstanbul'un unutulmuş bir köşesine renk, yaratıcılık ve heyecan getirmesi takdire şayan. Ben santralistanbul yakınlarında oturduğum için kendimi şanslı sayanlardanım. Özellikle müzedeki sergileri kaçırmamaya çalışıyorum, Martin Parr sergisi unutulmazdı mesela, hem Martin Bey'le tanışmak ve tarzım olmadığı halde onun fotoğraflarını çok önemsediğim için fotoğraflarını sevdiğimi doğrudan ona söylemek harikaydı.

Neyse, söylemek istediğim başka; santralistanbul Yetişkin Atölyeleri Bahar Dönemi için eğitim programı 8 Nisan 2010 tarihinde başlıyormuş. Mine Dikbaş tarafından hazırlanan programda “Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi” seminerleri bu konuları ustalarından öğrenmek isteyen meraklılar için biçilmiş kaftan sayılır.

"Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi; 4 hafta boyunca Cumartesi günleri 14:00-17:00 arası santralatölye’de gerçekleşecek."

"Zaman içinde Zamanı algılama" ana başlığı içinde dört haftadan oluşan programda ilk iki hafta Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi ve Sanat Koleksiyonu Sorumlusu Şule Gürbüz ile zaman algısı ve zaman algı aletleri üzerine bilgi verilecek:



"Zaman algısı, Toplumların zaman algısı, Zaman algı aletleri, güneş saatleri, usturlablar, rub’u tahtaları, Osmanlı’da zaman ve saat, Cumhuriyet’den günümüze zaman ve saat, Mekanik saatin ortaya çıkışı ve gelişmesi, Kule, Meydan, Cephe saatleri, Cep, masa, kol saatleri’nin anlatılacak."

Üçüncü hafta ise Recep Gürgen’in saat atölyesinde uygulama çalışması düzenlenmesi planlanmış.

Hiçbir saat atılacak kadar kıymetsiz değildir. Her saat bir dönemi, bir aileyi, bir evi, bir tercihi yanısıtır. Saati kullanmayacaksanız bile, o saatin size hatırlatacağı bir şeyler mutlaka vardır” demiş olan Recep Gürgen’in 50 yıllık bilgi birikimiyle birbirinden değerli saatlerin bulunduğu atölyesinde katılımcılar artık neyi merak ediyorlarsa anlatılacak.



Recep Gürgen'in atölyesi zaten canlı bir müze, buradaki saatleri görmek ve o havayı solumak bile değerli, farkında olmadan nice şeyler öğreniyor insan.

Dördüncü hafta ise Feng-Shui felsefesine göre Zamanın mekana etkisini Işıl Güner Alfar ve Ferda Ünsal’dan öğrenilecekmiş.

Not: Bana gelen bu seminer davetiye metnini kırptım biraz ve kendimce eklemeler de yaptım. Sonuçta bu tür etkinlikler konu hakkında bir şeyler öğrenmek isteyenlere yeni ufuklar açar mı bilinmez, fakat bir işi ustasından dinlemek, bir işin inceliklerini o işi en iyi yapanlardan duymak zor bulunur fırsatlardandır demek isterim.

İlgilenenler ayrıntılı bilgi ve kayıt için, Selime Büyükgöze'yi 0212 311 73 46 numaralı telefondan arayabilir ve info@santralatolye.com adresine e-posta gönderebilir.

Fotoğraflar (c) Muzaffer Kantarcıoğlu

AKŞAMLARI SAATLER...



Akşamları saatler hiç uyumaz gibi görünürler.

Bu görünüş aldatıcıdır.

Akşamları saatler yaşamış oldukları zamanları düşünürler.

Genç ve taze saatlerin düş görmeleri olanaksızdır, onları unutun. Henüz üzerlerinde bir iz kalmadığından, doğru dürüst dünya yüzü görmediklerinden, nabız atışı hissetmediklerinden, henüz sevmeyi bilmediklerinden bu saatlerin daha pişmeleri gerekmektedir.

Asıl düş görenler yaşlı ve münevver saatlerdir. Türlü kasvetli yahut menevişli anların ateşinde yanmış olan bu saatlere hakikat penceresinden bakınca, üzerlerindeki her iz belleğin bir aynası, her gölge hayatın bir merhalesi anlamına geldiğinden, kadir kıymet bilmezlik etmeden candan bakmalıyız, bu saatlerin gönlünü hoş tutmalıyız, "işe yaramaz bu artık" dememeliyiz.

Güngörmüş saatler başka bir zamanın izini sürer ve başka bir zamana doğru akarlar. kimi zaman Mesut Cemil Bey'in tanburunu duyar gibi olabilirsiniz, kimi zaman ise hangi millete ait olduğu belli olmayan ritimler, tınılar duyulur, incelikli renkler görünür olur, bazen hicazkâra geçiş taksimi işler gönül bahçenize, bazen de bir mevlevi ayini duyulur.

Uykunuzdan erken uyandıysanız bir saati düş görür halde bulabilirsiniz, çehrenizdeki kırışıklık sayısınca envai çeşit hatıraların denizinde yüzen saatleri hor görmeyiniz, incitmeyiniz ve gürültü etmeyiniz.

Mütevazı Saat, Kibirli Saat

Saatleri insanlara benzetince şöyle bir manzara belirginleşiyor: Her saat bir değil. Huysuz olanı var, bencil olanı var, çalışkan olanı da var, sahte olanı var, kaliteli olanı var, tembel olanı var, kalitesiz olanı, rüküş olanı da var. Küstah ve kibirli saatler de var şu uçsuz bucaksız saat dünyasında, alçakgönüllü ve elbette hayatın kıymetini bilen insanı zamanın akışına aşkla bağlayan saatler de var.

Üst düzey saatlerin bir kısmını yakından gördüğüm için bir ölçüde şaşırmış olarak söyleyebilirim ki aslında etiketteki fiyatını hak etmediğini düşündüğüm saatler de var. Üst düzey saatlerin sadece sayın bir mertebeye gelmiş bir bölümü kendi tarihlerini de üzerlerinde taşıyarak fiyatlarına rağmen hak ettiği saygıyı ve sevgiyi görüyor, çünkü zanaat ile sanat eserinin bir arada görülebildiği nadir örnekler bunlar.

Fakat mütevazı saatlerin gönüllerdeki yerleri ile bulundukları yerler arasında açıklanamayan bir fark mevcut. Bütün bunların dışında şov yıldızları gibi ışıltılı bir cazibeye sahip olup da çok tutulan, çok konuşulan saatlerin bir noktada kof ve şişirilmiş olduklarını söylemek de olası. Bir de fiyatını sahiden hak eden, büyük bir organizasyon ve planlama sonucu neredeyse rönesans dönemi sanat yapıtlarının eriştiği mükemmel ölçülere sahip olan saatlerin de üretiliyor olması ancak geniş kitlelerin gözünden uzak durmayı yeğledikleri de aşikar.

Benim her vakit şaşırdığım şey estetik olarak son derece çirkin olan bazı saatlerin çok sevildiğini görmek olmuştur. Bu tür saatler hangi ölçülere göre değerlendiriliyor bilemiyorum. Zevkler ve renkler deyip de geçmek gerekirse de reklamlar ve dayatmacı yüzeysel saat kültürünün etkisini bir kenara not etmeliyiz.

Ancak yine de içimdekileri söylemeden edememem, dönüp bakılmayacak saatler vardır benim için, resim, edebiyat, şiir, mimarlık ve fotoğraf sanatının iyi ve üstün örneklerini hafızaya aldıktan sonra bu tür çirkin ve her yanından kibir akan, görüntü kirliliği yaratan saatlerin böylesine allanıp pullanmasını, böylesine el üstünde tutulmasını hayretler içinde izliyorum.

Bu nokta para ile ilgili değil, salt zevkin kalitesiyle, estetik algının derinliğiyle de yakından ilgilidir. Zaten sanat sevgisinden, resim, heykel ve edebiyattan uzak olanların bileklerindeki saatler kimin ne derecede olduğunu göstermektedir.

Saatler dışında biraz önce sözünü ettiğim sanat türlerinde de bu geçerli aslında. Eski çağlarda yaşayan insanların mağara duvarlarına yaptığı resimlerin, binlerce yıl sonra bugün mesela çağdaş kimi sanatçının eserinden çok daha 'sanatçı ruhuyla' yapılmış işler olduğunu düşünüyorum.

Mesela 1950'lerde yapılmış saatlere bakıyorum, çoğu zamanın ruhunu yansıtan, dünya savaşlarından çıkmış bedbaht insanlığın, her şeye rağmen umutlarının yıkılmadığını gösteren örnekler görüyorum. Bir de bugün yapılmış kimi saatlere bakıyorum da aradaki farkı görmemek mümkün değil, ruh değişmiş, daha şımarık, daha bencil bir estetik beğeniyle tasarlanmış ürünler meydana çıkmış. Eski dönemlerde yapılmış çirkin eserler de var, yok değil, fakat bugünün saatlerine baktığımda ne amaçla yapıldığını anlayamadığım örneklerin çoğunlukta olduğunu görüyorum, geçmiş zamanların saatlerinde bu tür örneklerin sayısı az.

Belki de mesele kalıcı olan ile uçucu olan kültür arasındaki farktır, bilmiyorum. Fakat anlıyorum da, kibirli insan kendisi gibi kibirli bir saat istiyor aslında, şımarık insan kendi şımarık ruhunu görmek istiyor, sadece görünene odaklanan insan, sadece saatin yüzeyine bakıyor, içinde ne var bilmiyor, önemsemiyor da. Olmadığı biri gibi görünme heveslisi insan ise aynı kendi gibi sahte bir ruhun taklidini kolunda görmek istiyor.

İlerlemenin, teknolojinin her zaman çok daha ileriye gidildiği anlamına gelmediğini, "çağdaş" "yeni teknoloji" diye satılan bazı ürünler belki de kötünün, pişmemişliğin ve mutsuzluğun varlığını duyuruyor.

Olgun insan daha ince, mütevazı ve hep daha kederli saatleri istiyor, seviyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...