BABAMIN SAATİ



Tübitak'ın çıkarttığı güzel kitaplardan birinin adı "Boylam" (The Illustrated Longitude).

Hiç de saatlerle ilgili bir kitap gibi durmuyor oysa dahi bir saatçi olan John Harrison'ı ve denizde zamanı öğrenmek için icat edilen kronometrenin tarihçesini anlatıyor bu kitap, baskısı da mükemmel. Kitabın yazarları Dava Sobel ve William J. H. Andrewes. Çeviren Miyase Göktepeli. Temiz bir çeviriye sahip bu kitap kitabevlerinde hak ettiği yerde durmuyor. Bir de görevlilere "Saatlerle ilgili kitap var mı?" diye sorduğumda bu kitaptan hiç söz eden olmuyor. Kitap çok kaliteli bir baskıya sahip, şömizli lüks bir cilt için 12,50 lira verdim ki çok ucuz.

Neyse "Boylam"ı okumaya daha yeni başladım, henüz 35. sayfadayım. Bitirdiğim zaman bu dahi saatçi hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Fakat bir bölümde John Ciardi'nin bir şiirini gördüm ve çok hoşuma gittiği için buraya almak istiyorum, önce şiirin giriş kısmının özgün hali, sonra çevirisi (şiirin tamamı ise şurada):

My Father’s Watch

By John Ciardi

One night I dreamed I was locked in my Father’s watch
With Ptolemy and twenty-one ruby stars
Mounted on spheres and the Primum Mobile
Coiled and gleaming to the end of space
And the notched spheres eating each other’s rinds
To the last tooth of time, and the case closed.


***

Babamın saati

Bir gece rüyamda, babamın saatinin içindeydim
Ptolemaios ve yirmi bir yakut yıldızla beraber
Kürelerin ve gökkürelerin üzerine dizelenmiş
Uzayın sonsuzluğuna sarmalanmış ve ışıl ışıl
Ve kürelerin dişlileri zamanın son çarkına kadar
Birbirinin kabuğunu kemirirken,
saatin kapağı kapandı.

John Ciardi

(Çeviriyi kendi zevkime göre bozdum biraz, doğrusu için kitaba bakınız)

Kitaba tekrar dönersek, içindekiler sayfasına bakmak bir fikir verebilir:



Kitabın özgün kapağı ise şöyle:

ENKİ BİLAL'İN SAATİ: HYPERION






Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde sadece "Zamanın Görünen Yüzü: Saatler" sergisi yok. Bir de çizer Enki Bilal'in harika bir sergisi var. Enki Bilal bir çizgi ustası, kendine has bir üslubu var. Yani adı olmasa da bir çalışmasını görünce Enki Bilal'in olduğu hemen anlaşılıyor.

Sergi olağanüstü güzellikte ama daha da güzeli bence görünce şaşırdığım sanatçının tasarladığı bir saat olan Hyperion oldu. Saat Ekim 1998'de sadece 1000 adet üretilmiş. Hyperion 25 taşlı ve İsviçre otomatik bir mekanizmaya sahip, büyük ihtimmale ETA'dır diye tahmin ediyorum.

Meraklısına Hyperion hakkında pek İngilizce kaynak yok. Anca Fransızca olarak arayınca bir şeyler geliyor:

* [montre hypérion]

** Hypérion, la (très chère) montre signée Bilal

*** LA MONTRE HYPERION D’ENKI BILAL

"SAAT USTASI"

Vedat Nedim Tör Müzesi'ndeki "Zamanın Görünen Yüzü: Saatler" sergisini tekrar gezdim. Sergiye eklemeler yapılmış bu arada, bazı saatlerin de yeri değiştirilmiş. Yeni bir sergiyi gezer gibi oldum.

Sonra oturup Recep Gürgen ustanın bir saati tamir etmesini izledim. Ali Kazma'nın hazırladığı bu video çalışmasını ihmal etmişim, baştan sona izledim, sonra tekrar izledim, çok güzel bir iş.

Ali Kazma'yı tebrik etmek gerek, sanatçıların bu tür konuları dert etmesi, üzerinde düşünmesi dahi çok önemli bence. Çünkü tamirciler görünmeyen kahramanlar gibi, bir saatin üretildikten sonraki hayatı üzerinde kimlerin emeği olduğunu pek düşünmüyoruz, fakat bu görüntülerde ağır bir hastayı sağ ve salim ayağa kaldırır gibi, ustanın ince ince birçok parçayı önce birer birer ayırması sonra temizleyip düzenleyip, düzeltip her bir parçayı yeniden yerli yerine oturtmasının bütün aşamaları belgelenmiş.

"Ali Kazma kim ola?" derseniz, Mimarlar Odası Genel Merkezi'nin internet sitesinden bir alıntı ile yanıt vereyim:

“Saat Ustası” (2006) Recep Gürgen’i, bir 19. Yüzyıl Fransız saatini tamir ederken gösteriyor.

"Ali Kazma 1971 yılında, şu anda yaşadığı ve çalıştığı İstanbul’da doğdu. Yüksek lisansını New York’taki Yeni Toplumsal Araştırma Okulu’nda (New School of Social Research) yaptı. Videoları günümüz ekonomisinde çalışmaya karşı emeğin anlamı ve önemi hakkında temel sorular sorar. Kazma, 2005 yılından beri, bakım, tamir, üretim ve yaratmaya ilişkin insan etkinliklerini belgeleyen ve “Engellemeler” adını verdiği bir video dizisi üzerinde çalışıyor. Tek başına, göze çarpmadan, doğal ışıklarla ve asistansız çekim yaparak, kaydettiği etkinliklerin ritmini ve konsantrasyonunu koruyor. “Engellemeler” modüler bir çalışma, yani videolar, farklı gerilimler ve bölümlerle bütünde yeni olası okumalar yaratma amacıyla, farklı konfigürasyonlarda gösterilebilir."



Saat Ustası / Clock Master (2006)

Not: Ne yazık ki video artık çalışmıyor. İnternete güven olmuyor çünkü.

RAHMİ KOÇ MÜZESİ'NDEKİ SAATLER

Geçen hafta çocukları alıp Rahmi M. Koç Müzesi'ne gittik. Yetişkin olduğum için 9 TL ilköğretim ikinci sınıfa giden büyük oğlum için de 4,5 TL ödedim, öğrenci iken gezdiğim müzeleri düşündüm, özellikle İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni ve Ayasofya'yı severdim, oralarda saatlerce oyalanırdım, gerçi bırakmış değilim, ne zaman fırsat bulursam geziyorum yine.

Rahmi M. Koç Müzesi ise son yıllarda kanıma girdi. Oğullarım arabalara, motosikletlere ve uçaklara bayılıyorlar. Müze de çok büyük, bakılacak incelenecek o kadar çok nesne var ki, bu kaçıncı gidişim ancak yine tam olarak gezdim diyemem.



Her defasında saatlere takılıyorum elbette. Müzenin çeşitli yerlerinde tarihsel olarak önemli çok ilginç saatler sergileniyor, özellikle daha ıssız olan Lengerhane'deki saatler hakkında kitap yazılır, özellikle kadranı olmayan, zamanı çan sesiyle haber veren Strasbourg Turret Saati hakkında. Fakat saatçi dükkanındaki saatler bir başka. Daha eğlenceli ve canayakın bir bölüm bu, çünkü halen yaşayan örnekleri var. Çocuklar arabalara, motosikletlere ve uçaklara bayılıyorlar ben de bu küçük dükkandaki saatleri çok seviyorum.



Saatlerle insanların arasındaki görünmeyen bağ bazen son derece somut bir şekilde insanın karşısına çıkıyor. İnsanların beğenilerinin zamanla değiştiğini, bazen çok süslü şeylere düşkün olduklarını, bazen sade olanı tercih ettiklerini görüyorsunuz.

KULAKTAN KALBE: ORIS

1904 yılında doğan, adını ise kurulduğu bölgedeki vadiden alan Oris, zamanın şarkısını söylemeye başlayalı 100 yılı geçti ve üstüne yeni yılları eklemeye başladı.

Oris kelimesinin kökeni Orusz, su yolu, ırmak yani akarsu anlamında, sadece mekanik saatler üreten bir şirket için bundan güzel tarif de olmaz zaten. Zaman su gibi akıp gidiyor.

Oris saatleri 4 aileden mürekkep: Motor sporları, havacılık, dalış ve kültür. Benim ilgimi kültür ailesi çekiyor elbette. Bu ailede çoğunluk caz müzisyenlerinde. Ama arada bir matematikçi, bir de çok sevdiğim Bob Dylan da var. Bütün bu isimlerin ortak noktası klasik ve özgün olmaları. Oris tarafından hatıraları onurlandırılan, insan kalbine dokunan eserlerin yaratıcısı olan müzisyenlerin ismini sayarsak ne demek istediğim daha iyi görülecektir: Miles Davis, Charlie Parker, Dizzy Gillespie ve çok sevdiğim Duke Ellington, hepsi baba müzisyenler. Ayrıca Oris, Londra'da düzenlediği festivallerde Sabahat Akkiraz'ı da tanıtmış ve müziğimizin başka kulaklara da akmasına olanak sağlamıştı.

Oris saatlerine olan sevgim Tevfik Aydın’ın vitrinine bakarken çoğaldı. Hep söylüyorum yolum ne vakit Sirkeci’ye düşse bu saatlere bakmadan geçmez olmuştum. İlk başta kendine özgü duruşunu sevdim, sonra yavaş yavaş gönlümü çelmeye başladı. Bu saatlerin ortak noktalarını fark etmemek mümkün değil: Kendine güvenen, sakin bir duruşu olan ve hiç şaşırtma telaşında olmayan bir hava.

Böylece Oris hakkında daha fazla bilgi edinmeye başladım, fakat dergilerde gazetelerde insanın kafasına kakılan, gözüne sokulan saat markalarından biri olmadığı için daha bir sevdiğimi söylemem lazım.

Oris yalnızlığı seven, dirençli ve hiç yılmayan insanlara benziyor. Bir gün hayran olduğum Şule Gürbüz’ün bileğinde de kadınlara çok yakıştığını düşündüğüm oval biçimli bir Oris görünce daha bir sevindim.



Oris saatlerini bunca çekici kılan nedir diye düşünüyorum. Birincisi bu saatler çok temiz. Her Oris, su gibi çıplak ve açık. Zerre abartı yok, her parçanın bir amacı var. Temiz bir işçilik hemen göze çarpıyor. Bütün Oris’ler incelikli ama güçlü bir yapıya sahip. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de her Oris saatinin arkasında duran bir fikir var, bir kişiden veya bir nesneden yola çıkarak tasarlanıyor. Burada şirketin yenilikçi tavrını takdir etmemek mümkün değil. Sınırlı sayıda üretilmiş modellere ağırlık verilmesi de güzel. Elbette saatin değerinin zamanla artıyor olması her koleksiyoncu için önemlidir, fakat koleksiyoncu olmayıp da sadece saatini sevenler için de bu keyifli bir unsur.

Bir de şirket politikası var ki bence asıl üzerinde durulması gereken belki de budur: Kaliteyi olabildiğince uygun fiyatla sunmak. Bazen gazetelerde dergilerde haberlere konu olan kimi saatlerin dudak uçuklatan fiyatlarını görünce şaşırmadan edemiyorum, elbette o parayı hak ediyorlardır fakat bu kadar ihtişamlı saatler amacından uzaklaşmış gibi geliyor bana. Oysa kaliteli bir sayısal fotoğraf makinesi (DSLR) fiyatına satılan Oris saatlerinin değil 1 fotoğraf makinesi, 10 fotoğraf makinesinden daha da uzun bir ömrü var.

Oris başka türlü bir şirket. Ürettikleri saatler ince bir zevkin ve kültür mühendisliğinin ürünü. Bu yüzden her çıkardıkları saat klasik oluyor. Çılgınca şeyler de yapmıyorlar, satışlarını artırmak için korkunç kampanyalar düzenlemiyorlar, hem müzisyenleri takdir ediyorlar hem müzikseverleri. Bu duruma en çok sevinen de müzik aşığı saatseverler oluyor.

Oris ülkemizde Pırlant tarafından temsil ediliyor. Pırlant 1976 doğumlu bir kuruluş. RobbReport dergisinde yayımlanan Hayrettin Akpınar söyleşisinden ve saat müzesi girişiminden söz etmiştim. Umarım bu müze gerçek olur, bir de temennim var Pırlant temsil ettiği gibi Oris gibi 100 yılı devirsin istiyorum. Türkiye'de köklü kurumların çoğalması toplumsal hafızayı da güçlendirir diye düşünüyorum. Hep sözünü ettiğim Tevfik Aydın kaç yılında kurulmuş diye baktım ve tarihi görünce paylaşayım istedim: 1889! Nice yıllara :)

Gizli Yüz



Bu sıralar eşelendiğim SürrealPisi blogundan yola çıkıp "Gizli Yüz" filmi ile ilgili bir şeyler ararken karşıma çıkan Ekşi Sözlük'ten bir madde çıktı, Atlantisten Gelen Zekiye'nin güzelim kaleminden dinleyelim:

"Ömer kavur'un nahif ve gerçeküstücü bir anlatımla perdahladığı bu film, belki de en bireysel çalışması olması hasebiyle estet dilinin sınırlarında gezinir bolca..

Filmin üzerine kurulmuş olan tema, vaktiyle Metin Erksan'ın pek latif filmi olan Sevmek Zamanı'nda da karşımıza çıktıydı: "Surete meftun olma ve bir suretin peşinden gitme"..

Kadın (Zuhal Olcay), bir fotoğrafçı (Fikret Kuşkan)nın Rum meyhanelerinde çektiği resimlerde, öteki'nin o hep peşinde olduğu yüzünü aramaya başlar.. Nihayetinde bulduğu yüz, bir saat tamircisinin yüzüdür (Rutkay Aziz'dir bu yüzün sahibi de)..

Ve bir arama serüveni başlar böylece; lakin saatçı, dükkanını da kapayıp sırra kadem basmıştır.. Kadın ve fotoğrafçı, zemberekler, pandüller, kuleler arası bir zamanın peşisıra aramaya devam ederler adamı ve yüzünü.. Nitekim kadın da, kum saatini ters çevirir ve ortadan kaybolur, saatçının yazgına ortak olarak..

Geriye kalan fotoğrafçının halini anlamak zor olmaz herhalde.. Bu üç suret, birbirlerinin "yok"luğuna aşık bir varlık olur çıkarlar işte velhasıl..

İnsanın sürgit arayışına bir güzelleme olan filmin, edebiyattaki muadilleri de aklıma gelmeden edemedi imdi.. Ne ise, daha fazla gözleri doldurmadan kapatalım bu bahsi Mümtaz.."

Ayrıca filmde geçen bir diyalog var, hidden lethe yazmış:

"Ne olmasını istersin en çok?"

"İnsanlara saatleri anlatmak isterdim.

mekanizmaların inceliğini...
yayların korkunçluğu...
çarkların karanlığını...

şimdi kimse
saatlerin farkında bile değil.

belki bunun için, insanlar kederli

belki bunun için,
kendi hikayelerini bile anlatamıyorlar

akreple yelkovanın arkasında nasıl bir can vardır
hissetmiyorlar bile.

İnsanlara
saatlerın sırrını anlatabilmek isterdim.

O zaman uykudan uyanır gibi dünyaya yeniden gözlerini açarken
kederlerinden kurtulurlar
belki
kendi hikayelerini bile anlatabilirler
."

[Desen: SürrealPisi blogundan alınmıştır.]
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...