Uygun fiyata kaliteli saat
Melis Alphan
Saatleri Türkiye’de satılmaya başlanan Christina Hembo: “Saatlerim bugün moda yarın demode olanlardan değil. Bugün alıp beş yıl sonra hâlâ onu seviyor oluyorsunuz. Biz bunlara saat değil, ‘saati gösteren mücevher’ diyoruz”
Rolex’in bayisi olan ve Chopard, Breitling, Corum, Breguet, Longines, Mont Blanc gibi birçok prestijli markanın saatlerini Türkiye’de müşterilerine sunan Storks Mücevherat, portföyüne yeni bir isim ekledi: Christina Design London. Danimarka Kraliçesi ile sanat ve iş dünyasından pek çok kişinin tercih ettiği Christina Design London saatlerini Danimarkalı tasarım ikonu Christina Hembo tasarlıyor. Hembo’nun tasarımlarının özelliği her modelinde iyi kalitede pırlanta kullanılması ve uygun fiyata satılıyor olması. Fiyatlar 200-2000 euro arasında değişiyor.
Saatlerle ilgilenmeye ne zaman başladınız?
Kendimi bildim bileli mücevher ve saatlerle ilgiliydim. Küçüklüğümde bile sürekli mücevher mağazalarının vitrinlerini inceler, yeni bir şey gelip gelmediğine bakardım. O yüzden bugün yaptığım işi yapıyor olmam benim için çok normal.
Nasıl bir eğitim aldınız?
Danimarka’da yaşıyorum ama eskiden beri sürekli bir yerlerdeyim. Danimarka’da üniversitede önce işletme, sonra tasarım eğitimi aldım. İngiltere’ye gidip eğitimime orada devam ettim, üzerine bir de tasarım alanında yüksek lisans yaptım. Sonrasında kocamla birlikte markamızı kurmaya karar verdik. Kocam da ekonomi ve pazarlama alanında yüksek lisans yapmıştı. Markamızın adını Christina Design London koymaya karar verdik. Ben çizimleri yapıyordum, o işin satış-pazarlama kıs-mıyla ilgileniyordu. Bugün de aynı sistemle çalışıyoruz.
“Ryan Air’den ilham aldık”
İlk başta markanızı tanıtmak zor oldu mu?
Londra’da elimize saatleri alıp dükkân dükkân dolaştık. O ara bir tanıdığımız Danimarka’da beş hafta içinde bize bir sürü müşteri buldu. Hiç duyulmamış, yeni bir markanın ürünlerini ilk başta satmak çok zor. Ama müşterilerimiz bizim saatlerimizin pazardaki boşluğu dolduracağına ikna olmuştu. Bunlar İsviçre yapımı, en yüksek kalite pırlantalarla süslü saatler, ama fiyatları çok uygun. Yüksek kalite ve cazip fiyat birleşimi herkesin hoşuna gitti. Kimse bu fiyatlara bu kadar kaliteli saat yapmıyor. Fiyat politikamızı belirlerken de bize Ryan Air adlı havayolu şirketi esin kaynağı oldu. Sürekli Londra’dan Danimarka’ya Ryan Air ile acayip ucuza uçuyorduk. Diğer havayolu şirketlerinin Ryan Air’e göre neden o kadar pahalı olduğuna anlam veremiyorduk. Eğer uygun fiyatlara yüksek kalitede saatler üretemeyeceksek bu işi yapmayacağımıza karar verdik ama neyse ki başardık.
Saatleriniz hangi ülkelerde satılıyor?
Danimarka, Almanya, Hollanda, Rusya, Ukrayna, Çek Cumhuriyeti... Orta Doğu’da yedi ülkede satıyoruz. En çok Almanya’da satış yapıyoruz.
Kim nasıl saat seviyor?
Benimkiler bugün moda yarın demode olan türde saatler değil. Bugün alıyorsunuz, beş yıl sonra hâlâ onu seviyor oluyorsunuz. Tasarımlarım feminen; biz bunlara saat değil, “saati gösteren mücevher” diyoruz. Bu konsept de her pazarda yer buluyor. Orta Doğulular bol pırlantalı modelleri tercih ediyor. Türkiye’de de durum benzer galiba. Buralara satış yaptığımızda tasarımı değiştirmiyorum ama pırlantaların sayısını artırabiliyorum. Bence pırlanta arttıkça saat güzelleşiyor zaten. Ve pırlantalar hiçbir zaman demode olmayacak, yüzyıllardır moda pırlanta. Pırlantasız bir tasarımım yok. Kadın saatlerimde en az 12 pırlanta oluyor.
“Söylemiyorlar, ama erkekler de pırlanta seviyor”
Erkek saatleriniz de pırlantalı, değil mi?
Tabii ki. Bunlar öyle çok göze batan pırlantalar değil, küçük oldukları için çok şık duruyor. Erkek saatlerinin maskülen görünmesini istiyorum. Çünkü biraz feminen olursa erkeklerin hoşuna gitmez. Bence bu saatleri alan erkekler içinde pırlanta olmasından hoşlanıyor, sadece bunu söylemek istemiyor.
Saat tasarlarken nelere dikkat edilmeli?
Aklınızda fikirler olması gerek. Ben çok seyahat ederim ve gördüklerimi çizdiğim, not ettiğim bir defterim vardır. Koleksiyon hazırlamaya oturduğumda bu defter sayesinde aklımda birçok fikir oluyor. Ama saat tasarlarken benim dikkat etmem gereken en önemli şey, üzerinde çalıştığım modeli çok trendi yapmamak. Benim saat-lerim biraz klasik durmalı. En fazla, kayışları moda renklerde yapabilirim.
Christina Design London saatlerinin özellikleri neler?
Saatlerde 316 L çelik kullanılıyor. Bu çeliğin özelliği anti alerjik olması. Modellerin hepsi İsviçre yapımı ve İsviçre sertifikalı. Pırlantalar Top W ya da VVS kalite.
Her zaman kendi markanızın saatlerini mi takıyorsunuz?
Kesinlikle.
Peki kendi markanız dışında hangi markanın saatlerini beğeniyorsunuz?
Chopard.
Milliyet Cafe, 24.10. 2008, s.5
Zamanın usta şarkıcısı MeisterSinger artık Türkiye'de
İstanbul'da en sevdiğim saatçilerden olan Tevfik Aydın'ın önünden geçerken, kapının hemen yanında, her zaman Oris'lerin durduğunu gördüğüm köşede önce MeisterSinger logosunu (ki bu simgenin bu saate çok yakıştığını düşünüyorum) sonra da saatleri gördüm. Çok sevindim çünkü tasarım ve mühendislik olarak Alman saatlerini çoğu İsviçre saatinden daha çok severim. Alman saatlerindeki temel nokta gösteriş için olmamaları, mühendisliğe önem vermeleri, amaca yönelik tasarım geliştirmeleri, sade olmaları, temiz görünmeleri, azla yetinmesini bilmeleri, şahsiyet sahibi olmaları bence önemli özellikler. Bir yerde bütün yolların Roma'ya çıkması gibi saatler de İsviçre'yi gösterir, bu artık kaçınılmaz, ama her zaman bu böyle değildi elbette ibre daha önce başka ülkeleri gösteriyordu.
Meistersinger de öyledir, kalbi İsviçre ürünü olmakla birlikte bedeni tekrarlanan kalıplarının dışına çıkmasını bilmiştir. MeisterSinger Nº 01 bir mesela, bence bir saatçilik harikası, tam istediğim gibi sade bir görünüme sahip ve güçlü bir mekanizması var. Manfred Brassler'in bu saatleri tasarlarken geçmişten de ilham aldığını düşünüyorum, çoğu modelde saniye ibresinin olmaması hoş bence, akrep ile yelkovan birleşmiş akrepyelkovan olmuş, yüzyıllar önce de öyleydi, yelkovan ve saniye ibreleri çok sonra çıktı.
İçeriye girip fiyat aralığı nedir diye sordum. Ortalama 1000 Euro civarında imiş.
Brietling manzarası
Bugünkü Milliyet'in 3. sayfasında alışılageldik bir Brietling reklamı var. Zaten bu Navitimer modeli saatin tasarımını da kaç 10 yıldır değiştirmedikleri gibi reklamları aynı şekilde değiştirmeden yayımlıyorlar. Hatta geçen günlerde yayımlanan (Ekim 2008) Financial Times'ın How to Spend it ekinde 1960'larda yayımlanan Brietling reklamı vardı ki reklamdaki saat ile günümüz Brietling modelleri arasında pek bir değişiklik göremedim. Bu yüzden Brietling benim kişisel sözlüğümde 'sıkıcı'nın karşılığıdır. Gerçi anlatılan ilginç öyküler var, bu saatlerin pilotların hayatını kurtardığına dair. Takdir etmemek mümkün değil. Ama biraz daha yaratıcı olmaları gerektiğini düşünmekteyim.
Belki de saatin tasarımını değiştirmeye gerek yoktur, yanı herkes mutludur, ona bir şey diyemem, benim merak ettiğim başka bir şeydi. Bu durmadan hep aynı şekilde yayımlanan ilanda saatin arkasındaki manzarayı merak ediyordum. Belki benim gibi merak eden başkaları vardır diye saatin arkasındaki gerçeği göstermek istiyorum, iyi seyirler, bence reklamdaki saatten daha heyecan verici:
Belki de saatin tasarımını değiştirmeye gerek yoktur, yanı herkes mutludur, ona bir şey diyemem, benim merak ettiğim başka bir şeydi. Bu durmadan hep aynı şekilde yayımlanan ilanda saatin arkasındaki manzarayı merak ediyordum. Belki benim gibi merak eden başkaları vardır diye saatin arkasındaki gerçeği göstermek istiyorum, iyi seyirler, bence reklamdaki saatten daha heyecan verici:
Jaeger-Lecoultre ve Altın Sokak
Geçtiğimiz Cuma günü (10 Ekim) Nişantaşı'na uğradım. Sabah saat 10 suları. Abdi İpekçi Caddesi'ndeydim. Milliyet gazetesinin efsane yayın yönetmeni Abdi İpekçi'nin adını taşıyan bu cadde acılı bir anının izlerini taşısa da temiz ve pak görünüşüyle her şeyi unutmuşa benziyor.
Sırtımı Abdi İpekçi'nin heykeline çevirdiğim vakit Cartier mağazasını gördüm. Gidip bakayım hangi saatler var diye ama kapalıydı. Yokuşu geri çıkmaya başladım ve Altın Sokak'a geldim. Sokağa girdim ve Jaeger-Lecoultre marka saatlerin segilendiği güzel bir butik gördüm. Ben vitrindeki saatleri seyrederken kapı tık diye açıldı ama ben kendimi bu pahalı ortama yakıştıramadığımdan içeriye girmek girişiminde bulunmadım. Kapı yeniden kapandı.
Vitrindeki Jaeger-Lecoultre saatlerini seyretmeye devam ettim. Henri Cartier-Bresson'un bazı fotoğraflarına bakarken, Leonardo da Vinci'nin resimlerine bakarken ne hissediyorsam aynı şeyleri hissediyordum. Hayranlık ve insan uygarlığının geldiği noktanın bir tezahürünü görmenin verdiği haz. Brancusi'nin bir heykeline bakar gibi baktım. Nazım Hikmet'in, Turgut Uyar'ın, Cemal Süreya'nın, İlhan Berk'in, Enis Batur'un şiirlerini okur gibi mutluydum.
Kapıya baktım tekrar. Acaba bir saat kataloğu var mıdır ellerinde? diye düşündüm. Kapıya yürüdüm ve açılmasını bekledim. Soğukkanlı ama güleryüzlü bir şekilde içeriye davet edildim. Saatlerin fiyatlarını sormak niyetinde değildim ama merak da ettiğimden sordum.
Tahmin edileceği üzere saatler pahalıydı. Ama hepten de ulaşılamaz değildi. Sıkı bir ekran kartı ve şahane bir monitörlü bilgisayar veya kaliteli bir dslr fotoğraf makinesi fiyatına iyi bir saat edinmek mümkün açıkçası. Saatin fiyatını artıran unsurlardan mesela kronometreye ben ihtiyaç duymam, günlük hayatta bu özelliği kullanmadıkları halde insanların gidip kronometreli saat almalarına da şaşırım zaten. İşte böyle kronometre gibi saatlere eklenen her unsur fiyatı artırıyor ama tabii saatin değeri de artıyor.
Mekanik bir saatin değerini artıran her eklenti aslında bir mühendislik ve tasarım buluşuyla çözülüyor ve bu da elbette ucuz olmuyor. Bazı saatler niye diğerlerinden farklıdır? Neden onları gördüğümüzde aklımıza kazınırlar da diğer saatleri gördükten sonra hemen unuturuz? İşte Jaeger-Lecoultre gibi şirketlerin farkı da burada. Unutulmayacak saatler üretiyorlar.
Dışarıya çıktığımda elimde muazzam fotoğraflarla dolu bir kitap vardı. Aslında sadece kitap demek yetmez kitap güzeli demek daha doğru. Bakana huzur veren siyah beyaz manzara fotoğrafları eşliğinde saat mekanizmalarının büyülü dünyasına bir yolculuk kitabı.
Mim Kemal Öke caddesine doğru giderken iwc saatlerinin butiğe de takıldım. Oldum olası iwc saatlerine bayılırım zaten. Onları seyrederken yağmur başladı. Mim Kemal Öke caddesinde de çok güzel saatler gördüm. Onlar da başka bir yazının konusu.
Lang Lang ve MontBlanc
Yine Maurice Lacroix
Dün izinliydim gazetelere bakamadım. Ama bugün yine Türkiye gazetesinde Maurice Lacroix (LPI) ilanı gördüm, yine ikinci sayfada ve yine tam sayfa. Bonus olarak sayfayı çevirdiğimde ise Raymond Weil (Günsal) ilanı çıktı karşıma (New Freelancer Automatic chronograph with day and date).
Sadece bu ilanlar için bu gazeteye abone olacağım galiba. Bu ilanlar daha kaç gün çıkacak bilmiyorum ama takip edeceğim artık.
Louis Erard ve Maurice Lacroix
Bu sabah gazeteleri okurken, ilk önce Zaman gazetesinde Rotap'ın yayınlattığı bir Louis Erard ilanı gördüm. Son derece şık üç saat ve arkada bir saatin mekanizması görünüyordu. Doğrusu güzel reklamdı. Arkasından Türkiye gazetesi daha büyük bir sürpriz yaptı: 2 tam sayfa Maurice Lacroix reklamı! (LPI) görünce bir süre gözlerime inanamadım. Hele 2. sayfadaki saate (Masterpiece Lune Retrograde) bittim:
Olağanüstü güzellikte bir saat.
Bu güzel reklamların hepsi de İngilizce ne yazık ki. Olduğu gibi alınıp kullanılmış. Türkçe olsaydı daha hoş olurdu bence. Ama ne düşündüler bilemem, daha kolay olduğu için bu yöntemi seçtiklerini düşünüyorum. Daha önce yine bu gazetelerde Tag Heuer ve Omega reklamları görmüştüm. Onlar da çok güzeldi (ve elbette İngilizce) tabii.
Milliyet, Radikal, Vatan, Cumhuriyet filan gibi gazetelerde böyle ilanlar göremiyorum. Neden acaba?
Saatin, zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfettim
Figen BATUR
Nerede kalmıştık?
Geçen hafta üç günlüğüne gittiğimiz İsviçre’deki ilk günümüzü ve sıcakkanlılıklarıyla beni hayrete düşüren İşviçreli üç Piaget yöneticisini anlatmış, ertesi gün üretim tesisinin bulunduğu Cotes aux Fees adlı köye yaptığımız geziden söz etmiştim.
Köy, natürmort gibiydi.
Müthiş güzel ve ölü.
Yazıyı iki de fotoğraf süslüyordu.
Birinde Piaget kurucusu Eduard Georges Piaget’nin evinin önünde grup halinde poza durmuşuz, hayli büyük olan ikincisinde de gözüme monokl gibi bir nesne tutmuşum.
Plastik bir torbada durduğundan pek anlaşılmıyor ama gözüme tuttuğum nesne fabrikada yapımı henüz tamamlanmış özel üretim bir saatti.
Çinli bir milyaderin siparişi üzerine kırmızı altın ve mine kullanılarak yapılmış, yan çeperine gözetleme kuleleriyle Çin seddinin, kadrandaki akreple yelkovanın birleştiği noktanın tam altına da kıvrım kuyruklu bir ejderha motifinin nakşedildiği hayli çirkin bir saat.
Dünyada tekmiş.
Fiyatı henüz belirlenmemiş ama İstanbul’un orta halli bir semtinde değil daire, sokak satın alabilecek bir meblağ olduğu kesin.
Aynı bölümde üretilen tek saat o da değildi üstelik.
Biri milyarder bir New York’lu, diğeri milyarder bir Rus, sonuncusu ise elbette gene milyarder bir Paris’li için, sipariş üzerine üretilen üç ayrı saat daha vardı.
Her biri farklı renk altından ve farklı renk mineyle işli, her biri sipariş sahiplerinin yaşadıkları şehirlerin sembolleriyle süslü, zevkten muaf üç saat.
New York’luya tipik bir Manhattan manzarası, Rus’a soğan kubbeleriyle Kremlin Meydanı, ne menem bir Fransız olduğunu kestiremediğim Parisli’ye de kesişen bulvaların ortasında yükselen Zafer Takı uygun görülmüş.
Kitsch desen kitsch değil, güzel desen haşa, bu saatleri ısmarlayanlar kimdir neyin nesidir, içinden çıkmak zor.
Hadi Çinli ile Rus paraya yeni kavuştular diyelim, New York’luyu da özel bir vaka olarak addedelim de, gerçekten Parisliyi kestiremiyorum.
Böyle bir saati kim takar Allah aşkına?
Kim böyle bir saate servet harcar?
Gözümün önüne, yıllar önce Moskova’da gördüğüm kaportası boyalı Ferrari geliyor.
Ferrari’nin sahibine Ferrari sahibi olmak yetmemişti ki anlaşılan, kırmızı arabanın her köşesini yeşilin bütün tonlarını barındıran bir cangıl resmiyle kaplatmış, cangılın ortasına da Tarzan ile Ceyn’i kondurtmuştu.
Daldan sarkan Çita’yı unutmadan.
Önümden geçen bu garabete ağzım açık bakakalmış, sonradan servetleri elli milyon dolardan başladığı söylenen ve kendilerine yeni Ruslar denen zevatın az bulunan pahalı arabalara bayıldıklarını, onları daha da özel kılmak için olsa gerek siparişlerini ’resimli’ verdiklerini öğrenmiştim.
Tarzanlı Ferrari’nin yanında Çin sedli Piaget elbette sudan çıkma ak kaşık.
Gene de zarafeti kendine şiar etmiş Piaget’nin nasıl olup da bu özel siparişleri kabul ettiğini anlayamıyorum.
Anlamayacak ne var oysa.
Para ve düdük ilişkisidir olsa olsa.
Yaklaşık üç saattir Cotes Aux Fees’deki fabrikayı turluyoruz. Dağıtılan beyaz önlüklerimizi özenle giymiş, bize her bölümde kimlerin çalıştığını, neler yapıldığını açıklayan Yves’in peşi sıra dolaşıyoruz.
Başlarına özel ışıklar takmış, gözleri mikroskop lamellerine mıhlı, ellerindeki kıl gibi aletlerle vida çeviren, hafif hipermetrop birinin asla göremeyeceği küçüklükteki yakutları mekanizmanın çıplak gözle görülmeyen deliklerine yerleştiren, sonra çıkartan sonra yeniden yerleştiren, yerine yerleşip yerleşmediğini önündeki bilgisayar ekranına bakarak kontrol eden, ya da buna benzer zahmetli başka işler yapmakta olan gençlerin çalıştığı salonların her birinde saatlerin özel bir parçası üretiliyor ve Yves bize bu kılı kırk yarma işinin bütün merhalelerini anlatıyor.
Anlatmasına anlatıyor ama gel de anla.
Arada başımı onaylar gibi sallıyor, zaman zaman çenemi sıvazlayarak bir iki soru soruyorum ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, işin teknik bölümü beni aşıyor.
Üç saat süren gezme, görme ve dinlemenin sonunda anladığımsa şu:
Piaget saatlerinin yapımında kullanılan her parçanın üretimi fena halde meşakkatli ve fena halde uzun sürüyor.
Üstelik bu kum zerresi parçalar yüzlerce kez kontrolden geçiyor.
Bu da imalatın sınırlı olması anlamına geliyor.
Üretimde kullanılan teknoloji, Piaget için çalışan mühendislerin geliştirdikleri özel bir teknoloji.
Kullanılan malzeme dünyada bulunanların en iyisi.
Kısaca sınırlı ve pahalı bir üretimden söz ediyoruz ki, bu da dünyanın her dilinde ’nadide’in karşılığı demek değil mi?
Ayrıca pek de altını çizmedikleri, zaten saat düşkünü herkesin bildiğini varsaydıkları bir husus var ki, duyunca şaşırdım.
Meğer dünyada sadece Piaget ve Rolex markaları, saatlerini A’dan Z’ye kendi tesislerinde üretir ve saatin kalbi diye adlandırılabilecek mekanizmayı kendileri yaparlarmış.
Diğer bütün ama bütün saat üreticileri saatlerinin kalbini dışarıdan alırlarmış.
Kimi ondan kimi bundan yüzde doksanı da Swatch’dan.
*
Kartpostal manzaraya bakarak yediğimiz öğle yemeğinin ardından Cenevre’ye dönüyoruz.
Bu saat hikayesinin on dokuzuncu yüzyıl başlarında neden başka bir yerde değil de bu ıssız köyde başladığını da dönüş yolunda uğradığımız Saint Croix adlı kasabada öğreniyoruz.
Köye yakın bu kasaba yüzlerce yıldır müzik kutuları üreten bir kasaba.
Hani kapağını açtığınızda içinden bir balerinin fırladığı ve bilinen bir ezgi eşliğinde dönmeye başladığı kutular vardır ya, işte o kutular ve çok daha gelişkin olanları meğer burada, Saint Croix’da üretilirmiş.
Bu dağlardaki kışlar da malum.
Kar yağdı mı kalkmaz, yollar kapanır, bahar gelene dek çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan yöre ahalisi evlerine kapanırmış.
İşte bugün dünyanın en iyi saatlerinden biri addedilen Piaget’nin öyküsü de böyle başlamış.
Büyük büyük büyük dede Piaget, müzik kutusu yapmaktan eli zaten ince işlere yatkın kişileri uzun kış gecelerinde boş oturacaklarına saat mekanizmaları yapmaları için teşvik etmiş.
Ediş o ediş...
*
Üçüncü gün Piaget’nin Cenevre yakınındaki ikinci üretim tesisini gezeceğiz.
Kaba bir deyişle Cotes Aux Fees’de saatlerin içi yapılıyorsa burada süsü yapılıyor.
Tasarım ekibi ve tasarım ekibinin tasarladığı modelleri üretilebilir kılacak teknik ekip de burada.
İlkine oranla hayli büyük bir fabrika bu.
Çevrede başlarına ışıklar takılı gözleri lamellere çakılı saat yapımcılarından ziyade işlerinin ehli kuyumcular, sadekarlar, nakkaşlar, mıhçılar var. Ve mebzul miktarda altın, zümrüt, pırlanta...
Her bir nakkaşın, her bir mıhçının, her bir sadekarın önünde duraklayarak gezmeye başlamadan önce Carole bize toplantı odasında slayt gösterisi yapıp kısa bir Piaget tarihi anlatıyor. İlk kuşağın ne kadar azimli, ikincinin sağlamcı, üçüncünün yenilikçi, dördüncünün kurumsallaşmaya inanan insanlar olduğunu göz önüne seren kısa bir Piaget tarihi.
İşte Polo. Şık.
İşte Jacqueline Kennedy’ye hediye edilen zümrütlü altın saat. Zarif.
İşte dünyanın en ince saatlerini yapmakla övünen firmanın mekanizmayı bir doların içine bile yerleştirebilirim inadıyla ürettiği saat. İddialı.
İşte bir başkası. Gösterişli.
Bir diğeri daha. Fiyakalı.
Çin Seddi’ni çoktan affettim.
Olur da Cenevre’ye yolu düşecek olanlar olursa da, saatin zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfetmeleri için Rue du Rhone’daki Piaget galerisini gezmelerini hararetle tavsiye ederim.
Benim saatlerle olan ilişkime gelince...
Nereeeden nereye derim.
Hürriyet Cumartesi, 04.10.2008, sayfa 4.
"İnsanlar saati statü sembolü olarak görmeye başladı"
Melis Alphan
Fotoğraf: Garbis Özatay
Ünlü İsviçre saatlerinin Türkiye mümessilliğini yapan LPI firmasının genel müdürü Cent Uğurdağ:
"Yeni bir ev, araba ya da cep telefonu aldığınızda çok daha çabuk algılanabiliyor. Benim kolumdaki saatin nasıl bir saat olduğunu birinin hemen algılaması zor. Ancak ilgilenen anlayabilir. İlgilenenlerin sayısı da giderek artıyor"
Saat aslında insana dair sanıldığından çok daha fazla bilgi veriyor. Birinin saatine bakarak onun kişiliğini ve sosyal konumunu üç aşağı beş yukarı anlamak mümkün. Tabii artık saat bir ihtiyaç olmaktan çıktı ve giysileri tamamlayan bir aksesuvar halini aldı. Durum bu olunca, tek bir saatle yetinmek de zor oldu. Artık insanlar iş kıyafetleriyle ayrı, gündelik kıyafetleriyle ayrı, bir davete giderken ayrı, plajda ayrı saat takıyor. Her ne kadar rakamlar erkeklerin daha çok saat aldığını doğrulasa da burada da bir yanılsama var. Büyük saat her daim moda olduğu için birçok kadın erkek saatlerini tercih ediyor. İsviçreli saat markalarının Türkiye mümessilliğini yapan LPI firmasının genel müdürü Cent Uğurdağ şöyle diyor: "Değerli ve özel saatlere erkeklerin ilgisi daha fazla. Değerli derken, erkekler genelde taşlı, pırlantalı saat almıyor. Onların aldığı değerli saatler gerek malzemesi gerek içindeki mekanizmasından dolayı pahalı oluyor. Erkekler bu konuya daha çok özen gösteriyor."
LPI ne zaman kuruldu?
1993'ten beri bazı İsviçre saatlerinin Türkiye'deki mümessilliğini yapıyoruz. 13 yıl önce ilk markamız Tissot ile bu işe başladık. 1994'te Maurice Lacroix'nın, 1996'da ise TAGHeuer'in Türkiye mümessilliğini aldık. 2004'te yeni markalarla görüşmelerimiz başladı. Önce Baume&Mercier ve Cartier, ardından da geçen yılın sonunda Glashütte ve Blancpain'in Türkiye mümessili olduk.
"Saat bugün ciddi bir aksesuvar"
Bu işe girmeden önce de saatlere meraklıydınız herhalde.
İlk başta değildim. 1993'te tesadüfen saat işi yapmaya başladım. Sonradan ilgim arttı. Saat değişik bir ürün. Tekstil işiyle uğraşan biri her gördüğü kıyafete o kadar detaylı bakıyor mu bilmiyorum ama dünyanın her yanında saat işiyle uğraşanlar saate konsantre oluyor ve sevmeye başlıyorlar.
İnsanların genellikle tek bir saati mi var?
Bu biraz gelişmişlikle ilgili bir şey. Örneğin, Almanya'da insanların sahip oldukları yüz do- ların üzerindeki saat sayısı dört-beş yıl önce kişi başına 4,3'tü. Türkiye'de bununla ilgili bir araştırma yok ama saat 1970'lere kadar saat sa- dece fonksiyonundan dolayı alınan bir üründü.
1980'den sonra saat sadece fonksiyonuyla ön planda olan bir ürün olmaktan çıktı. Bugün ciddi bir aksesuvar. Modayla da çok bağlantılı. Farklı versiyonlarda saatler var. O yüzden de artık insanlar tek bir saatle idare etmiyor.
Saat kişinin kıyafetine mi uygun olmalıdır?
Sizde ne ön plandaysa, saat de ona uygun olmalıdır. Bir erkek çok iddialı bir ayakkabı giyiyor, çok iddialı bir kemer takıyorsa, takım elbisesi de buna uygun- dur. Saatin de bütün kıyafete uygun olması beklenir. Kadınlarda kıyafetin yanında kullanılan diğer aksesuvarlarla uyumlu olması önemli.
Bir de fonksiyonellik var. Deniz kenarında deri kayışlı bir saat kullanmanız çok mantıklı değil. Gece çok şık bir davete giderken spor saat takmanız da uygun değil, biraz daha abiye bir saat takmanız gerekir.
Hem kılık kıyafetiniz hem de içinde bulunduğunuz ortam hangi saatin takılmasının doğru olacağıyla ilgili ipuçları verir.
Saatin bir modası var mı?
Kısmen var, kısmen yok. Aslında saat çok klasik bir ürün. Otomobiller, binalar 50 yıl öncesinden çok farklı, teknolojinin bundaki etkisi büyük. Bugün saat üretiminde de teknoloji kullanılıyor ama prensibinde geçmişe göre çok büyük farklılıklar yok.
Biz ilk bu işe başladığımız yıllarda bayiler saate yandan bakıp inceliğiyle onun güzelliğini değerlendiriyordu. Bugün tekrar yandan bakıyor, inceyse "Bu ince" diyorlar, o kadar.
Kaba, biraz büyük saatler, özellikle yaz aylarında renkli saatler ilgi çekiyor. Ama genel olarak belirli bir fiyatın üzerinde saat alan erkekler deri kayışlı saatleri tercih ediyor.
Son dönemde pembe altın saatler rağbet görüyor. Koyu renkli kadranlar moda. Bütün moda markalarının da saatleri var. Bu yıl erkeklerin ceket kolu boyları kısa tutulmuş ki saatler gözüksün.
Müşterilerinizin çoğunluğu erkekler mi?
Bütün dünyada saat tüketicilerinin yüzde 60'ı erkekler, yüzde 40'ı ise kadınlar. Fakat bu oran son dönemde biraz yanlışlık içermeye başladı.
Kadınlar da çok iri, büyük erkek saatlerini alıyorlar. O yüzden bu konuda çok net bir şey söylemek mümkün değil ama erkekler daha çok saat kullanıyor. Değerli ve özel saatlere erkeklerin ilgisi daha fazla.
"Osmanlı saate meraklıydı"
Siz daha önce "Bizde saat kültürü yok" gibi bir açıklama yapmıştınız.
Bu biraz abartıldı. Saate gelişmiş ülkelerde olduğu kadar özen göstermiyoruz. İnsanlar maddi durumları iyileştikçe oturdukları evi, mobilyalarını, arabalarını, cep telefonlarını değiştiriyorlar ama çoğunluk saate bu özeni göstermiyor. Yoksa bunu kültür eksikliği olarak algılayamayız.
Sonuç olarak Türkiye'de 1983-84 yılına kadar resmi ve ciddi bir ithalat yapılması mümkün değildi. Halbuki Avrupa, Japonya ya da ABD'de yıllardır saatçilik sektörü gelişmiş vaziyette. Bizde hem insanlara bu sunulmamış hem insanların bunu alma imkanı çok küçük bir zümreyle sınırlı kalmış. Öyle olunca da insanların alışkanlıkları, ilgileri gelişmemiş.
Başka bir nokta daha var. Yeni bir ev, araba ya da cep telefonu aldığınızda çok daha çabuk algılanabiliyor. Ama şu anda sizin benim kolumdaki saatin nasıl bir saat olduğunu hemen algılamanız mümkün değil. Ancak çok ilgilenen birisi anlayabilir. Bilenlerin sayısı giderek arttığı için artık insanlar da saati yavaş yavaş bir statü sembolü olarak görmeye başlıyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nda da saat prestij unsuruymuş. Hatta İsviçre'nin saat konusunda bu kadar güçlenmesinin nedeni de Osmanlı'ymış.
Osmanlı İmparatorluğu 1800'lerin başına kadar zenginliğin olduğu bir dönem. Avrupa ise o zamanlar çok iyi bir durumda değil. Daha sosyal bir yapıyla gelişiyor. O yüzden İsviçreliler o dönemde padişahın çevresine çok servis vermişler.
Hatta birçok saat markası yaptıkları özel modelleri önce getirip padişahlara göstermiş. Padişahlar da birçok saat ustasını çağırıp İstanbul'da misafir etmiş ve kendilerine özel saatler yaptırmışlar.
Saat kulelerine de çok özen gösterilmiş o dönemde. Dini faktör de var. Örneğin Teşvikiye Camii'nin yanındaki Teşvikiye kafe eskiden saat merkeziymiş. Orada saatlerin ayarları yapılıp halkın vaktinde camide olması sağlanırmış. Topkapı sarayında da çok değerli saatler var.
Saat alırken nelere dikkat etmek lazım?
Kullanma şartlarınıza uygun olmalı. Örneğin, devamlı denize giriyorsanız deri kayışlı bir saat almamalısınız. Bütün takılarınız beyaz altınsa sarı renkli, altın veya altın kaplama bir saat almanız çok tavsiye edilen bir şey değil.
***
Kişiye özel kadran
Yedi İsviçre markasının mümessilliğini yapıyorsunuz. Bu markalardan biraz bahseder misiniz?
Tissot en uygun fiyatlı markamız. Fiyatlar 150-200 YTL'den başlıyor, 1000 YTL'ye kadar çıkıyor. Tissot'nun fiyat avantajına rağmen çok teknolojik saatleri var. Maurice Lacroix ağırlıklı olarak mekanik saatler yapıyor. Fiyatları 500-20 bin YTL arasında değişiyor. TAG Heuer dünyanın en prestijli spor saat markası. Hem şık hem spor saatleri var. Fiyatlar 1000- 5 bin YTL arasında. Baume&Mercierlüks ve kısmen mücevher saatler üretiyor. Fiyatları ortalama 3-4 bin YTL civarında. Cartier'nin kalem ve çakmaklarını satışa sunuyoruz. Glashütte ve Blancpain İsviçre'nin üst düzey ve pahalı saat markaları. El işçiliği söz konusu, özel malzemeler kullanılıyor. Bu markalardan saat alan kişilere özel kadranlar yapılabiliyor, makinesinin üzerine isim yazdırılabiliyor. Fiyatları 4-20 bin YTL arasında değişiyor.
Şimdiye kadar hep toptancılık yaparken kısa süre önce ilk mağazanızı açtınız.
Yedi-sekiz ay konsept üzerinde çalıştık. Mağazada saat ve çikolatayı kombine ettik. Başka yerlerde de, hatta yurtdışında da şubeler açacağız. "İnsanlar saati statü sembolü olarak görmeye başladı"
Milliyet Moda, 21.09.2006, sayfa: 6.
Atina'da Osmanlı saatleri
Yorgo Kırbaki
Vakit nakit olduğuna göre, vaktin tartışılmaz kanıtı bir saatin değeri nedir?
Eğer bu saat 19. yüzyılın sonlarından bir Vacheron Constantin, 18. yüzyılın ikinci yarısından bir Jean Broquet Savmur ya da aynı yüzyılın ikinci yarısından bir George Charlie ise ne paha biçilmeli?
Atina'da, tarihi Akropolis mabedinin eteklerinde üç katlı neoklasik bir binada barınan Lalaunis Müzesi'nde sergilenen 340 cep saati bu sorulara yanıt arıyor.
Böyle bir serginin açılması fikri üç yıl önce doğdu. Önce slogan belirlendi: "Ninenin sandığını aç ve o saati bulup bize getir." Sonra slogan kulaktan kulağa yayıldı. Kısa bir süre içinde üç binden fazla cep saati toplandı. Ardından uzmanlar bu saatleri tarihi, sosyal ve ticari kriterlerle mercek altına aldılar. Sonuç göz kamaştırıcıydı.
Lalaunis Müzesi'ndeki sergide "Osmanlı pazarı" için imal edilmiş cep saatleri ayrı bir yer tutuyor. Sözgelimi üzerinde İstanbul'daki mümessilinin adı yazılı 19. yüzyıldan kalma bir Longines, ya da 18. yüzyılın ikinci yarısından kalma üç ayrı kasalı Amalric Freres... Anlaşılan o ki 18. ve 19. yüzyıllarda İstanbul piyasası için İsviçreli ile İngiliz saat üreticileri arasında epey rekabet yaşanmış.
İsviçrelilerin saat imalatında "ayıp şeyler" yaptıklarını hiç duymamıştım ama 19. yüzyılda İsviçre'de imal edilmiş üzerinde ise "Dent, London" yazan cep saati pek de masum değildi.
Şeyhülislam'ın ipek cep saati kılıfı ve TCDD'nin çalışanlarına yeniden dağıtacağını duyduğum Serkisof'lar ise serginin hoş sürprizleriydi.
Sergilenen cep saatlerinin değeri 50 ile 100 bin euro arasında değişiyor.
Yaklaşık iki saat kaldığım sergiden ayrılırken İstanbul'dan, İzmir'den, Anadolu'dan bu diyara göç eden insanların beraberlerinde getirdikleri onca güzellikleri düşündüm.
Hürriyet Cumartesi, 4 Mart 2006, Sayfa: 7
Osmanlı İmparatorluğu'nda İngiliz Saatleri ve Topkapı Sarayı Koleksiyonu
Netice YILDIZ
İngiliz - Osmanlı ilişkileri 1583 yılında İngilizlerin düşük vergi miktarları ile ticaret yapmalarını sağlayan ilk ayrıcalıkları içeren kapitülasyonu imzalamaları ile resmen başlar. Ticaret kuruluşlarının, özellikle de Turkey Company'nin temsilcileri bu hakların elde edilmesinde aracı rolü oynarlar ve ilk resmi elçiler olurlar. Elçilerin isteklerini iletebilmelerinin tek yolu Sarayda huzura kabul edilme idi. Bu nedenle de Padişah'ı ve diğer devlet görevlilerini memnun etmenin yollarını bulmak zorunda idiler.
İngiliz elçileri de diğer Avrupalı ülkelerin elçilerinin daha önceden başlattıkları zengin hediyeler getirme geleneğine uyarak özellikle türlü marifetleri olan mekanik bir saat ve zengin kumaşlardan oluşan bir hediye paketini padişaha sunmaları, elçi kabul törenlerinin önemli bir kısmı olur. 1599 yılında Dallam'ın yaptığı orglu saatin ünü, bu saat, sarayda sadece 15 yıl gibi kısa süre kalabilmişse de hala anımsanmaktadır. Bu gelenek, saatlerin saray ve köşklerin veya zengin evlerinin iç mekanlarının vazgeçilmez aksesuarı veya şık giysileri tamamlayan birer takı olarak benimsenmesine neden olur. Ticaret alanında iyi bir planlama yapan İngiliz tüccarlar böylece Türklerin bu saatlere olan düşkünlüğünü farkedip, ülkelerinde özellikle Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan müslüman veya gayri müslimlerin beğenisine hitab edecek tarzda saat tasarımları yaptırıp, bol miktarda saat ihraç etmeyi başarırlar ve özelllikle 18. yüzyılda saat ticaretini ele geçirirler. Bu saatlerin çoğu günümüze gelmeyi başaramamışsa da özellikle Topkapı Sarayı Müzesi Saatler Bölümü bugün kimisi diplomatik kimisi de özel siparişlerle saraya giren çok sayıda İngiliz saati barındırması ve Türk pazarı için özel olarak tasarlanmış İngiliz saatleri konusunda en iyi örnekleri içermesi nedeniyle en önemli kolleksiyon sayılır. Osmanlı İmparatorluğu"nda batı sanatının benimsenmesinde de önemli bir payı olan bu eserler iki ülke arasındaki diplomasi ve ticari ilişkilerin tarihine de açıklık getirmektedir.
Makalenin tamamı için ayrıca bkz:
BELLETEN Dergisi, Cilt: LXX * Sayı: 259 * Sayfa: 645-700 * Yıl: 2006 (6 Belge ile birlikte)
İngiliz - Osmanlı ilişkileri 1583 yılında İngilizlerin düşük vergi miktarları ile ticaret yapmalarını sağlayan ilk ayrıcalıkları içeren kapitülasyonu imzalamaları ile resmen başlar. Ticaret kuruluşlarının, özellikle de Turkey Company'nin temsilcileri bu hakların elde edilmesinde aracı rolü oynarlar ve ilk resmi elçiler olurlar. Elçilerin isteklerini iletebilmelerinin tek yolu Sarayda huzura kabul edilme idi. Bu nedenle de Padişah'ı ve diğer devlet görevlilerini memnun etmenin yollarını bulmak zorunda idiler.
İngiliz elçileri de diğer Avrupalı ülkelerin elçilerinin daha önceden başlattıkları zengin hediyeler getirme geleneğine uyarak özellikle türlü marifetleri olan mekanik bir saat ve zengin kumaşlardan oluşan bir hediye paketini padişaha sunmaları, elçi kabul törenlerinin önemli bir kısmı olur. 1599 yılında Dallam'ın yaptığı orglu saatin ünü, bu saat, sarayda sadece 15 yıl gibi kısa süre kalabilmişse de hala anımsanmaktadır. Bu gelenek, saatlerin saray ve köşklerin veya zengin evlerinin iç mekanlarının vazgeçilmez aksesuarı veya şık giysileri tamamlayan birer takı olarak benimsenmesine neden olur. Ticaret alanında iyi bir planlama yapan İngiliz tüccarlar böylece Türklerin bu saatlere olan düşkünlüğünü farkedip, ülkelerinde özellikle Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan müslüman veya gayri müslimlerin beğenisine hitab edecek tarzda saat tasarımları yaptırıp, bol miktarda saat ihraç etmeyi başarırlar ve özelllikle 18. yüzyılda saat ticaretini ele geçirirler. Bu saatlerin çoğu günümüze gelmeyi başaramamışsa da özellikle Topkapı Sarayı Müzesi Saatler Bölümü bugün kimisi diplomatik kimisi de özel siparişlerle saraya giren çok sayıda İngiliz saati barındırması ve Türk pazarı için özel olarak tasarlanmış İngiliz saatleri konusunda en iyi örnekleri içermesi nedeniyle en önemli kolleksiyon sayılır. Osmanlı İmparatorluğu"nda batı sanatının benimsenmesinde de önemli bir payı olan bu eserler iki ülke arasındaki diplomasi ve ticari ilişkilerin tarihine de açıklık getirmektedir.
Makalenin tamamı için ayrıca bkz:
BELLETEN Dergisi, Cilt: LXX * Sayı: 259 * Sayfa: 645-700 * Yıl: 2006 (6 Belge ile birlikte)
Bir İsviçre saatini özel biricik ve pahalı yapan şey nedir?
Figen Batur
Bundan bir süre önce biri çıkıp da İsviçre’de harika üç gün geçirecek ve hayatında görmediğin kadar sıcakkanlı ve sevecen üç İsviçreli ile tanışacaksın dese güler geçerdim.
Geçirebileceğimi rahatlıkla düşündüğüm üç harika gün yüzünden değil, üç "sıcak ve sevecen" İsviçreli yüzünden elbet.
İsviçreli dediğin benim için düzgün, mesafeli, hesaplı insan demek oldu hep.
Bu da düzgün eşittir işbilir, mesafeli eşittir kibirli, hesaplı eşittir cimri.
Bana göre İsviçrelilerden iyi ortak çıkardı da, iyi dost, ııhh.
Birlikte iş çevirebilir, briç oynayabilir ya da ne bileyim St.Moritz’de slalom yapabilirdiniz de, ne ak ne kara gününüzde yanı başınızda bu ufak Orta Avrupa ülkesinin vatandaşlarından birini bulamazdınız.
Aslında bunca ahkamı neye dayanarak kestiğim de meçhul.
Çok mu uzun süre İsviçre’de yaşadım? Yoo.
Çok mu İsviçreli tanıdığım oldu? O da değil.
Güneylilerin sıcak, kuzeylilerin soğuk insanlar oldukları gibi bilindik önyargılardan biri farkına bile varmadan gelip içime yerleşmiş işte.
Bunun küllum yekun tepetaklak olması içinse Cenevre’ye gitmem gerekliymiş.
Cenevre havaalanından çıkar çıkmaz yüzüme çarpan rüzgar içimi öylesine titretti ki, başımı çevirip önce ha yağdı ha yağacak gökyüzüne, sonra kötü kötü yanım sıra yürüyen Banu’ya baktım.
Nasıl bakmam?
Arkamda otuz altı dereceyi, çarşaf denizi, mehtaba dalıp gittiğim melisa kokulu ılık Bodrum gecelerini bırakmış, yılın bu güzelim ayında Banu davet etti diye kalkıp Cenevre’ye gelmişim.
Hoş Banu istese, değil meteorolojinin beş günlük tahminlerinde on üç dereceyi dirhem aşmayan sıcaklığıyla sonbahara teslim Cenevre’ye, sulu sepken kar yağışı beklenen Helsinki’ye bile giderim, o da ayrı.
Bir de oltanın ucunda Piaget var.
*
Hiç saat düşkünü olmadım.
Hiç ciddi paralar ödeyerek afili bir saat almadım.
Üstelik Quartz çıktığından beri saatlere servet ödemenin delilik olduğunu, üç kuruşluk saatle üç trilyonluk olanının eninde sonunda aynı dakiklikle çalıştığını, saat denen meretin erkeklerin tek aksesuvarı olması hasebiyle zamandan çok onların varsıllıklarını gösteren araçlardan biri olduğunu düşünenlerdenim.
Ama ailede, çevrede, saatlerle yatıp saatlerle kalkanlar da yok değil.
Kulağımda çocukluğumdan kalan "Kazandığı ilk parayla gidip kendine bir Zenith almış", ya da "İstemeye geldiklerinde altın bir Vacheron Constantin getirmişler", "Dikkat ettin mi kolundaki Piaget" gibi cümleler var.
Buna sünnet düğünlerinde takılan ciddi Omega’ları görür görmez büyüyüveren oğlan çocuklarını, bir dönem kadın erkek herkese bulaşan Rolex çılgınlığını, Patek Philippe’çilerin tıpkı Cartier’ciler gibi klasik, IWC’cilerin farklılıklarının altını çizmeye meyyal, Müller’cilerin caka sever insanlar olduğunu anlatan anektodlarla o minicik alet için duyduklarını düşündüğüm hırsı, hevesi, isteği ekleyin; saat hastalığına tutulmanın ne olduğunu az buçuk bilirim.
Bilmediğim; onu biricik, özel ve pahalı kılanın ne olduğu.
Eh bu durumda da Piaget daveti bulunmaz nimet.
Dört kişilik küçük bir grubuz: Ben, Büyük Banu yani Birkan, Rob Report’dan küçük Banu yani Kılıçdaroğlu ve Chronos Saatçilik’ten Dafne Kısakürek.
Daha önceki Cenevre seferlerinde sadece lokantasına gittiğim La Reserve’de konaklayacağız.
Otel, havaalanı ile şehir merkezi arasında, büyük bir parkın ortasına kurulmuş, lokantaları ve spa’sı ile ünlü tumturaklı bir otel. Programda öğleden sonra serbest zaman olarak bırakıldığından, odalarımıza yerleşmemizle fırlıyor, eski şehri gezmeye gidiyoruz.
Daracık sokaklar, antikacılar, sanat galerileri, mutfak edavatından döşemelik kumaşa akla gelebilecek her türlü ev malzemesi satan şık dükkanlar, teraslarında kaşkollara sarılmış insanların oturduğu kafeler, küçük sayılabilecek bir meydanda bütün heybetiyle yükselen katedral derken dolaşa dolaşa aşağıya, Rhone kıyısına iniyoruz. Manzara değişiyor. Artık herhangi bir Orta Avrupa ülkesinde değil, İsviçre’deyiz. Bankalar, bankalar, bankalar.. Firkete almaya kalksan servet ödeyeceğin markalar, markalar, markalar, mücevherciler, ciler, ciler ve elbette saatçiler, çiler, çiler, çiler, çiler.
Otele dönüp akşam yemeğine inmek için hazırlanıyoruz.
İlk şokumu orada Eduard ile tanıştığımda yaşıyorum. Bu uzun boylu güleç İşviçreli Piaget’nin üst düzey yöneticilerinden biri. Dubai’de yaşıyor ve dünyanın dört bir yanını dolaşıyor. Neden Dubai’de yaşıyorsunuz diye bir soru sorayım da sizi hayretlere boğayım diye söze başladığımda öyle bir kahkaha salıveriyor ki, İsviçreliler’e yönelik önyargılarım daha o anda yerle yeksan oluyor.
Bizim dışımızda dört kişilik küçük bir Hintli grup daha var. Hint Officielle’inde, Vogue’unda ve ülkenin en büyük özel uçak filosu Jet Air’in akıl almaz tirajlı dergisinde yazan üç genç kadın ve Piaget saatlerinde kullanılan pırlantaları temin edip aynı zamanda Richmont grubunun tüm ayrıcalıklı ürünlerini ülke çapında dağıtan bir şirketin yöneticisi Jay.
Eduard ile saat dışında hemen herşeyden laflamaya başlıyoruz. Bir ara İsviçreliliği tutuyor ve bana Piaget sizin için ne ifade ediyor diye soruyor. Bana hiçbir şey ama anneme çok şey diyorum. Bu kaçamak cevabın Arşimed’in sabunu gibi etki yaratacağını nereden bileyim?
Eureka der gibi, öyle bir "İşte bu!" diyor ki, markanın politikasının ben ne kadar gençsem artık, gençlere ulaşmak olduğunu anlıyorum.
Yemek bitiyor ve ertesi sabah hem Eduard’ın hem de henüz tanışmadığımız Carole de Oix adında bir yöneticinin katılacağı Cotes au Fees seferi için buluşmak üzere sözleşiyor, odalarımıza çekiliyoruz.
Ben gene hemen, Carole’u soyadındaki -de eki yüzünden kibirli bir aristokrat ve gittiğimiz yeri sonundaki fees eki yüzünden perili bir masal kenti olarak hayal ediyorum.
Havanın bu peri diyarında üç derece civarında olacağını söylediklerinden, bavulda ne varsa üst üste geçirmiş halde küçük minibüsümüze doluşuyoruz.
Çıka çıka karşıma bırakın burnu büyük bir aristokrat, kürdan gibi komik mi komik bir kadın ve adına köy bile denemeyecek mezra büyüklüğünde küçük bir yerleşim yeri çıkıyor.
Perili olduğu kuşkulu ama ne yalan, kartpostal gibi.
Ben bir yandan önümde ilerleyen gruba yetişmeye çalışır bir yandan da tepesine bulut çökmüş çam ormanıyla kaplı tepelere ve önümde uzanan yemyeşil vadiye bakarken yüzümdeki şaşkınlığı fark eden Carole, yanıma yaklaşıp ileride geviş getiren ineklerle otlayan koyunları göstererek fees’nin anlamının sadece peri değil aynı zamanda yerel dilde koyun da demek olduğunu fısıldıyor.
Ve o koyun sözcüğüne öyle bir vurgu vuruyor ki, gülmeye başlıyor ve bundan yüz otuz dört yıl önce Georges Eduard Piaget adlı on dokuzunda genç bir adamın, doğup büyüdüğü ve bitmek bilmez uzun kış gecelerinde gaz lambasının soluk ışığı altında o dönem için bulunmaz dakiklikte saat mekanizmaları yaptığı evin önüne geliyoruz.
Hatıra fotoğrafı.
Evin karşısında ellili yıllarda inşa edilmiş mütevazı bir bina var.
Piaget efsanesinin doğduğu yer arkamızdaki ahşap ev ise, sürdüğü yer bu bina.
Yaş ortalaması otuz altı olan gençlerin karşılarında uzanan kartpostal manzarasına bakarak günde sekiz saat kafalarını kaldırmadan çalıştıkları yer burası.
Fabrikanın İnsan Kaynakları Müdürü Yves kapıyı açıp Gulliver’in dünyasına hoşgeldiniz, diyor.
Eşikten adım attığımız andan itibaren gerçekten de büyülü bir dünyaya giriyoruz.
Ve saati özel, biricik ve pahalı yapan şeyin ne olduğunu orada, o büyülü dünyada öğreniyoruz.
Haftaya...
[Hürriyet Cumartesi, 27 Eylül 2008, Sayfa: 7]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)