Bir İsviçre saatini özel biricik ve pahalı yapan şey nedir?



Figen Batur

Bundan bir süre önce biri çıkıp da İsviçre’de harika üç gün geçirecek ve hayatında görmediğin kadar sıcakkanlı ve sevecen üç İsviçreli ile tanışacaksın dese güler geçerdim.

Geçirebileceğimi rahatlıkla düşündüğüm üç harika gün yüzünden değil, üç "sıcak ve sevecen" İsviçreli yüzünden elbet.

İsviçreli dediğin benim için düzgün, mesafeli, hesaplı insan demek oldu hep.

Bu da düzgün eşittir işbilir, mesafeli eşittir kibirli, hesaplı eşittir cimri.

Bana göre İsviçrelilerden iyi ortak çıkardı da, iyi dost, ııhh.

Birlikte iş çevirebilir, briç oynayabilir ya da ne bileyim St.Moritz’de slalom yapabilirdiniz de, ne ak ne kara gününüzde yanı başınızda bu ufak Orta Avrupa ülkesinin vatandaşlarından birini bulamazdınız.

Aslında bunca ahkamı neye dayanarak kestiğim de meçhul.

Çok mu uzun süre İsviçre’de yaşadım? Yoo.

Çok mu İsviçreli tanıdığım oldu? O da değil.

Güneylilerin sıcak, kuzeylilerin soğuk insanlar oldukları gibi bilindik önyargılardan biri farkına bile varmadan gelip içime yerleşmiş işte.

Bunun küllum yekun tepetaklak olması içinse Cenevre’ye gitmem gerekliymiş.

Cenevre havaalanından çıkar çıkmaz yüzüme çarpan rüzgar içimi öylesine titretti ki, başımı çevirip önce ha yağdı ha yağacak gökyüzüne, sonra kötü kötü yanım sıra yürüyen Banu’ya baktım.

Nasıl bakmam?

Arkamda otuz altı dereceyi, çarşaf denizi, mehtaba dalıp gittiğim melisa kokulu ılık Bodrum gecelerini bırakmış, yılın bu güzelim ayında Banu davet etti diye kalkıp Cenevre’ye gelmişim.

Hoş Banu istese, değil meteorolojinin beş günlük tahminlerinde on üç dereceyi dirhem aşmayan sıcaklığıyla sonbahara teslim Cenevre’ye, sulu sepken kar yağışı beklenen Helsinki’ye bile giderim, o da ayrı.

Bir de oltanın ucunda Piaget var.

*

Hiç saat düşkünü olmadım.

Hiç ciddi paralar ödeyerek afili bir saat almadım.

Üstelik Quartz çıktığından beri saatlere servet ödemenin delilik olduğunu, üç kuruşluk saatle üç trilyonluk olanının eninde sonunda aynı dakiklikle çalıştığını, saat denen meretin erkeklerin tek aksesuvarı olması hasebiyle zamandan çok onların varsıllıklarını gösteren araçlardan biri olduğunu düşünenlerdenim.

Ama ailede, çevrede, saatlerle yatıp saatlerle kalkanlar da yok değil.

Kulağımda çocukluğumdan kalan "Kazandığı ilk parayla gidip kendine bir Zenith almış", ya da "İstemeye geldiklerinde altın bir Vacheron Constantin getirmişler", "Dikkat ettin mi kolundaki Piaget" gibi cümleler var.

Buna sünnet düğünlerinde takılan ciddi Omega’ları görür görmez büyüyüveren oğlan çocuklarını, bir dönem kadın erkek herkese bulaşan Rolex çılgınlığını, Patek Philippe’çilerin tıpkı Cartier’ciler gibi klasik, IWC’cilerin farklılıklarının altını çizmeye meyyal, Müller’cilerin caka sever insanlar olduğunu anlatan anektodlarla o minicik alet için duyduklarını düşündüğüm hırsı, hevesi, isteği ekleyin; saat hastalığına tutulmanın ne olduğunu az buçuk bilirim.

Bilmediğim; onu biricik, özel ve pahalı kılanın ne olduğu.

Eh bu durumda da Piaget daveti bulunmaz nimet.

Dört kişilik küçük bir grubuz: Ben, Büyük Banu yani Birkan, Rob Report’dan küçük Banu yani Kılıçdaroğlu ve Chronos Saatçilik’ten Dafne Kısakürek.

Daha önceki Cenevre seferlerinde sadece lokantasına gittiğim La Reserve’de konaklayacağız.

Otel, havaalanı ile şehir merkezi arasında, büyük bir parkın ortasına kurulmuş, lokantaları ve spa’sı ile ünlü tumturaklı bir otel. Programda öğleden sonra serbest zaman olarak bırakıldığından, odalarımıza yerleşmemizle fırlıyor, eski şehri gezmeye gidiyoruz.

Daracık sokaklar, antikacılar, sanat galerileri, mutfak edavatından döşemelik kumaşa akla gelebilecek her türlü ev malzemesi satan şık dükkanlar, teraslarında kaşkollara sarılmış insanların oturduğu kafeler, küçük sayılabilecek bir meydanda bütün heybetiyle yükselen katedral derken dolaşa dolaşa aşağıya, Rhone kıyısına iniyoruz. Manzara değişiyor. Artık herhangi bir Orta Avrupa ülkesinde değil, İsviçre’deyiz. Bankalar, bankalar, bankalar.. Firkete almaya kalksan servet ödeyeceğin markalar, markalar, markalar, mücevherciler, ciler, ciler ve elbette saatçiler, çiler, çiler, çiler, çiler.

Otele dönüp akşam yemeğine inmek için hazırlanıyoruz.

İlk şokumu orada Eduard ile tanıştığımda yaşıyorum. Bu uzun boylu güleç İşviçreli Piaget’nin üst düzey yöneticilerinden biri. Dubai’de yaşıyor ve dünyanın dört bir yanını dolaşıyor. Neden Dubai’de yaşıyorsunuz diye bir soru sorayım da sizi hayretlere boğayım diye söze başladığımda öyle bir kahkaha salıveriyor ki, İsviçreliler’e yönelik önyargılarım daha o anda yerle yeksan oluyor.

Bizim dışımızda dört kişilik küçük bir Hintli grup daha var. Hint Officielle’inde, Vogue’unda ve ülkenin en büyük özel uçak filosu Jet Air’in akıl almaz tirajlı dergisinde yazan üç genç kadın ve Piaget saatlerinde kullanılan pırlantaları temin edip aynı zamanda Richmont grubunun tüm ayrıcalıklı ürünlerini ülke çapında dağıtan bir şirketin yöneticisi Jay.

Eduard ile saat dışında hemen herşeyden laflamaya başlıyoruz. Bir ara İsviçreliliği tutuyor ve bana Piaget sizin için ne ifade ediyor diye soruyor. Bana hiçbir şey ama anneme çok şey diyorum. Bu kaçamak cevabın Arşimed’in sabunu gibi etki yaratacağını nereden bileyim?

Eureka der gibi, öyle bir "İşte bu!" diyor ki, markanın politikasının ben ne kadar gençsem artık, gençlere ulaşmak olduğunu anlıyorum.

Yemek bitiyor ve ertesi sabah hem Eduard’ın hem de henüz tanışmadığımız Carole de Oix adında bir yöneticinin katılacağı Cotes au Fees seferi için buluşmak üzere sözleşiyor, odalarımıza çekiliyoruz.

Ben gene hemen, Carole’u soyadındaki -de eki yüzünden kibirli bir aristokrat ve gittiğimiz yeri sonundaki fees eki yüzünden perili bir masal kenti olarak hayal ediyorum.

Havanın bu peri diyarında üç derece civarında olacağını söylediklerinden, bavulda ne varsa üst üste geçirmiş halde küçük minibüsümüze doluşuyoruz.

Çıka çıka karşıma bırakın burnu büyük bir aristokrat, kürdan gibi komik mi komik bir kadın ve adına köy bile denemeyecek mezra büyüklüğünde küçük bir yerleşim yeri çıkıyor.

Perili olduğu kuşkulu ama ne yalan, kartpostal gibi.

Ben bir yandan önümde ilerleyen gruba yetişmeye çalışır bir yandan da tepesine bulut çökmüş çam ormanıyla kaplı tepelere ve önümde uzanan yemyeşil vadiye bakarken yüzümdeki şaşkınlığı fark eden Carole, yanıma yaklaşıp ileride geviş getiren ineklerle otlayan koyunları göstererek fees’nin anlamının sadece peri değil aynı zamanda yerel dilde koyun da demek olduğunu fısıldıyor.

Ve o koyun sözcüğüne öyle bir vurgu vuruyor ki, gülmeye başlıyor ve bundan yüz otuz dört yıl önce Georges Eduard Piaget adlı on dokuzunda genç bir adamın, doğup büyüdüğü ve bitmek bilmez uzun kış gecelerinde gaz lambasının soluk ışığı altında o dönem için bulunmaz dakiklikte saat mekanizmaları yaptığı evin önüne geliyoruz.

Hatıra fotoğrafı.

Evin karşısında ellili yıllarda inşa edilmiş mütevazı bir bina var.

Piaget efsanesinin doğduğu yer arkamızdaki ahşap ev ise, sürdüğü yer bu bina.

Yaş ortalaması otuz altı olan gençlerin karşılarında uzanan kartpostal manzarasına bakarak günde sekiz saat kafalarını kaldırmadan çalıştıkları yer burası.

Fabrikanın İnsan Kaynakları Müdürü Yves kapıyı açıp Gulliver’in dünyasına hoşgeldiniz, diyor.

Eşikten adım attığımız andan itibaren gerçekten de büyülü bir dünyaya giriyoruz.

Ve saati özel, biricik ve pahalı yapan şeyin ne olduğunu orada, o büyülü dünyada öğreniyoruz.

Haftaya...

[Hürriyet Cumartesi, 27 Eylül 2008, Sayfa: 7]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...