Çölde gitar çalmak: The Big Watch Book



Bir saat dergisi daha yayımlandı. Bunca derginin içinde yeni bir derginin getirdiği nedir diye soracaksınız belki,

The Big Watch Book diğer dergilere benzemiyor, çünkü editörlüğünü üstlendiğim bu dergide 8 yazım bulunuyor.^^

Şaka bir yana, yıllık bir dergi olan The Big Watch Book, Esquire bünyesinde çıkıyor ve Esquire dergisinin saat editörü Özge Dinç ile birlikte hazırladığımız yayında, saatlerin sadece maddi yönlerinin değil manevi taraflarının da önemli olduğunu vurguluyoruz. Bence çağımızda unutulan şey işte bu; saatler yüksek teknoloji ürünü nesneler evet ama insandan uzak makineler değil.

Saat dergilerini çok seviyorum, günlerce aç kalmış biri gibi bu dergileri okurum, Saat Dünyası ve Watch Plus dergilerine olan sevgimi herkes bilir, her iki dergiye de ufak tefek yazılarla katkıda bulundum. Editörlüğünü yaptığım bir dergiyle okumaktan hoşlandığım diğer dergilerin arasında olmak beni çok sevindiriyor. Elbette diğer dergileri de yani  Revolution ve QP dergilerini de çok beğeniyorum. Yine de insan içinde okumak istediği yazıların daha çok olduğu bir dergi istiyor.

Ben dergilerde, saatlerin düşünceli olan yüzüyle ilgili yazılar okumak istiyorum, teknik gelişmelerle çok az ilgileniyorum, bir ibrenin kırmızıya boyanıp piyasaya sürülmesinin ardından büyük övgülerle karşılanmasıyla ilgilenmiyorum, hele akrebe saat ibresi, yelkovana ise dakika ibresi diyen çevirmenlerin olduğu yazıları okumak beni biraz rahatsız ediyor.

The Big Watch Book dergisinde Ahmed Eflaki Dede ile Abraham-Louis Breguet'yi karşılaştıran bir yazım var mesela, Doğu ile Batı saatleri, saatçileri çok ilgilendiğim konular. Bu tür ayrıntılar hayata bakışla ilgili, saatlerin müziğiyle, kumlara yazılan harflerle, rüzgârla ilgili.

Peki ama özetle nasıl bir dergi bu derseniz, çölde gitar çalmak gibi derim: Bombino - Mahegagh

Kum saatlerindeki taneciklere hiç dikkat ettiniz mi?

Kış saati kördüğümü ile Meistersinger güzelliği

Meistersinger, Westminster Abbey, sınırlı üretim.

Kaç gündür, Meistersinger'in 2013'te, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in tahta çıkmasının 60. yılı hürmetine londra'daki Westminster Abbey saat kulesinin kadranından ilham alarak ürettiği sınırlı sayıdaki (60 adet) kol saatlerine ilişkin bir şeyler yazmak istiyordum. Öyle uzun boylu bir yazı düşünmüyordum, bir saat kulesine ait kadranın kol saatine taşınmasının güzelliğini anlatmak istiyordum sadece. Bu "taşınma" meselesi bana hep çok ilginç gelmiştir. Ayasofya'ya ait bir detayın yüzyıllar sonra yapılmış bir camide görmenin güzelliğine benzer bir duygu bu.

Lakin, şaşkın yöneticilerimizin aldığı bir kararla kış saati uygulamasına geçişimizin 2 hafta ertelenmesi nedeniyle, ne yazacağımı bilemedim, Westminster Abbey ile Meistersinger'i  unutup bir şarkı mırıldanmaya başladım. Şimdi masadaki telefon ve bilgisayar 16:44'ü gösterirken, kol saatim 17.44'ü gösteriyor. Dünden beri ülkemizde çeşitli sorunlar yaşanıyor.

Şarkıya gelince: Kördüğüm isimli şarkıyı bilirsiniz. Sözlerini hat koleksiyoncusu, dergi ve ansiklopedi yayıncılarının üstadı sayılan Şevket Rado'nun yazdığı 1969 doğumlu şarkıyı Hümeyra seslendirmiş ilk olarak. Şarkının sözleri şöyle:

"Öyle uzak ki yerim uzakları aşıyor
Bütün özlediklerim benden ayrı yaşıyor
Ya herşeyim ya hiçim sorma dünyam ne biçim
Bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolaşıyor"


Ne yazık ki memleketimizin insanlık ve saat ayarları bu şarkının ilk çıktığı yıllardan beri daha bir bozuldu, daha bir çıkmaz sokaklara döndü, işte bu yüzden bütün özlediklerimiz bizden ayrı yaşıyor, huzura ermek için sorunları çözmeye çalıştıkça daha bir karışıyor.

En iyisi bir saatin yüzüne bakmak galiba. 

Westminster Abbey saat kulesi, Londra. Photo by Suzanne Plunkett (Reuters)

Justin Trudeau ve saati

Justin Trudeau, photo/foto: Sean Kilpatrick / Canadian Press via AP

Kendini feminist olarak tanımlayan, mühendis, öğretmen ve profesyonel boksör olan 43 yaşındaki Justin Trudeau, 19 Ekim 2015'te bence dünyanın en güzel bayraklarından birine sahip olan bir ülkenin, Kanada'nın yeni başbakanı oldu. 

Justin Trudeau, gökten zembille inmiş bir başbakan değil, bu konuda bir aile geleneği var aslında. Babası Pierre Trudeau, 1968-1984 senelerinde başbakanlık yapmış ve "Imagine" şarkısıyla muhafazakar zihniyeti kızdıran müzisyen John Lennon'ın hayranlığını kazanmış bir siyasetçi. Annesi Margaret Joan Sinclair de fotoğrafçı, oyuncu ve yazar.

Ben de geçen hafta gazetelerde bol bol fotoğrafı çıkan ve büyük ilgi gören bu siyasetçinin kolundaki saati merak ettim. Bulduğum en yüksek çözünürlüğe sahip yukarıdaki fotoğrafa bakıldığında başbakan hazretlerinin diğer siyasetçilerin aksine sıra dışı bir saat taktığı görülüyor: IWC Portugueser Regulateur.


IWC Portugueser Regulateur
Bu tür bir saate sahip olması Justin Trudeau'nun nasıl bir insan olduğunu da gösteriyor. Herkes gibi düşünmeyen, neşeli, farklılığa önem veren ve destekleyen bir kişiliği var. 

(Bu sabah gazeteleri okurken "Dünyayı titreten 3 proje ile yolumuza devam ediyoruz" diyen bir başbakan vardı, bu projelerden hiç haberi olmayan ve titremeyen Kanadalıları kıskandım nedense.) 

Lorenzo Burchiellaro

Bronz masa saati, 1960'lar, Lorenzo Burchiellaro


Bir saat dergisi için Doğu ve Batı saatleri arasındaki farkları, iki ayrı usta üzerinden anlatan bir yazı yazarken nasıl oldu bilmiyorum 82 yaşındaki Lorenzo Burchiellaro ile tanıştım.

1933 doğumlu Lorenzo Burchiellaro'nun bronz saat heykelleri ya da heykel saatlerini  görünce hem şaşırdım hem sevindim. Sanat tarihinde böyle çalışmaları çok nadir görüyorum, Lorenzo Burchiellaro gibi sanatçıların işleri pek rağbet görmüyor, eserleri de ortalarda pek görünmüyor. Genellikle sanatçılar görsel hazzın dışında bir işlevi olmayan, zamanla doğrudan bağlantı kurmayan heykeller, saat yapımıyla uğraşanlar da sanata uzak bakan saatler yapar.

Gerçi sanata gönül vermeyen saat yapımcılarını çok da hırpalamak istemem, onlar bir yerde işlerine fazlaca yoğunlaşmaktan bazı incelikleri gözden kaçırmış olabilirler. Çoğunluğun zevklerine seslenen seri üretim çalışmaları bir yana bırakırsak, bilimsel gelişmelerle birlikte yürüyen saatlerin bir yüzü tasarım nedeniyle ister istemez sanata ve zanaate dönüktür. Heykel sanatçıları ise zamana ilişkin muhakkak bir fikirleri olan insanlardır ama saatlerin malzeme ve işçilik açısından sanata, özellikle heykel sanatına ne kadar yakın olduğunu görmezden geldiler, geliyorlar.

Lorenzo Burchiellaro Figural Table Clock Sculpture, Italy 1960s

Sarı ve Zamansız

Jaeger-LeCoultre True Second mekanizması ve Gyrolab denge yayı

Lale Müldür'ün şiiri 'Sarı ve Zamansız Balad'ı okuduktan sonra böyle bir mekanizma ile karşılaşınca ister istemez mekanik saatlerin işleyişini, insanların kendi hayatlarındaki mekanizmaları ve zamanbilim'in şiirle bağını düşündüm:

Sarı ve Zamansız Balad

 

Sen yolun aydınlık tarafından
gideceksin
Ben gölge


Sen Van Morrison dinleyeceksin
Ben Peter Paul & Mary


Sen Madrid'e gitmek isteyeceksin
Ben Barselona


Sen ağaçları budayacaksın
Ben çayı


sen yağmur yağınca içeri
gireceksin
Ben kapıları


Sen yelpaze gibi açılan yaprakları
seveceksin
Ben kirazları


Sen köpekleri şımartacaksın
Ben kedileri


(Ben bir jet uçağında gideceğim
Ne zaman döneceğimi bilmeyeceğim)


Sen Ferrari'li beyefendi olacaksın
Ben karanlık bir münzevi
ta ki iyileşene kadar
ta ki iyileşene kadar


Sen bir ardıç kuşu olacaksın
Ben su


(Ben bir jet uçağında gideceğim
Ne zaman döneceğim bilmeyeceğim)


Yaşadığım hiçbir şey önemli olmayacak
yüzüğümü yeniden takana kadar
yüzüğümü yeniden takana kadar


ben aşkı mineraller, bitkiler
ve melekler olarak düşüneceğim
sen kozmik bir metin


sen Kanun eşliğinde vizyoner
resitalleri vereceksin
ben un çorbası ya da
kemanımla bir ses


sarı & zamansız
sarı & zamansız
sarı & zamansız balad


sen "kaderini uzayda ara"
ben karnabaharlara bakacağım



Lale Müldür

Ekinoks

Bugün, 23 Eylül 2015 günü, gecenin ve gündüzün eşit olduğu bir gün. Sonbaharın da başlangıcı sayılır, yaz bitti. Daha da önemlisi Turgut Uyar'ın bu isimde bir şiirinin olmasıdır. Bazı saatlerin şiirle bir bağı var bence.

EPOS 3390 Emotion 24h


EKİNOKS

yazı orda geçirdik kışa gerek kalmadı
safça acemice şarkılar söylendi oyunlar oynandı
sözde sevinç haline getirildi yıllanmış hüzünler
aşklar unutuldu ve bazılarına yeniden başlandı

         "insan yaşlandıkça kurtulur" demiş birisi
korkudan belki yılgınlıktan ve başka bir şeylerden

oysa yaşlandıkça bulunur mavinin en iyisi
akasya çürür tren hızlanır eller ufalır gibi
kim yitirir sözgelimi bir başkasının bulduğunu
evet kim yitirir kim bulur
herhangi bir akşam alacası değil ki bu

imdi ey kış diyorum seni de orda geçirseydik
kim düşünecekti bir kumsalda
sabahın tanıksız kendi kendine olduğunu

     "oysa" diyor birisi
     "sabah yeniden hatırlamadır yaşamayı"
bana kalırsa "oysa" diyenlerden hep korkmalı
     "oysa ölüm var" da diyebilir aynı kişi

oysa ölüm yakın olmamalı
süzgün ve uzun şeylerden de korkmalı bana kalırsa
uzun süren devrimlerden süzgün aşklardan
ve bunlara benzeyen başka şeylerden
akasya hemen çürümeli tren birden hızlanmalı
şimdi ey kış diyorum
ne kadar sürersen sür
yaz güzeldi ve sapsarıydı
herkes doydu ve eylendi oyunlar oynandı
oteller ve sokaklar da sapsarıydı
kimler ne konuştu ne yitirdi ne kazandı

ama bir şey vardı eksilen ya da çoğalan
kumun altında mı denizin üstünde mi masalarda mı

     "dünya bir sanrıdır" diyor birisi
     "belki bir sancı"

ne bırakmıştım orda sahi
mor gibi soylu bir şey mi
bir eziklik mi yoksa

herkes ne kadar da mutluydu "oysa"
ne bıraktıysam o kadar kaldı orda

Büyük Saat, YKY, s. 577-578

"düşen kiraz çiçeği gibi"

Nomos Metro Datum Gangreserve

Bazen saatin kaç olduğunu bilmek ve bunu düşünmek iyi değildir, iyi gelmez.

Böyle zamanlarda saati ters çevirip ona bakmak daha iyi. Çünkü biz her şeyi bilemeyiz ve her şey olamayız.

Büyük, büyük şair Matsuo Başo, küçük küçücük bir şiirinde şöyle demiş:

“Yapabilseydim
düşen kiraz çiçeği gibi
söylerdim şiirimi”* 



*Kelebek Düşleri - Başo (Matsuo Kinsaku) - Metis

Başkasının Saatine Bakmak

Zenith, Şule Gürbüz koleksiyonu.


Kişi saate meraklı olunca başkalarının saatlerine de aşırı bir ilgi duyuyor. Yolda, kütüphanede, işyerinde veya bir sahaf dükkanında ister istemez gözüm başkalarının kolundaki saate gidiyor. Çoğunluk bir hayal kırıklığı yaşarım. Metroda, otobüste gördüğüm saatlerin çoğu sahte olduğu için sahipleriyle konuşmayı bile düşünmeden uzaklaşıyorum.

Kimi zaman da enfes saatler takanlara rastlıyorum. Onlar da zaten sıradan insanlar olmuyor.


Catherine Pinguet ve babasının saati.


Mesela 2009'da saat meraklısı arkadaşlarla Beyoğlu'nda yürürken sokakta bir kadınla karşılaştık, daha doğrusu kolunda çok güzel bir saat olan bir kadınla karşılaştık. Hemen heyecanla sorular sorduk. Meğer babasının saatiymiş. Babası bu saati II. Dünya Savaşı yıllarında Paris'te satın almış. Biz o sırada konuştuğumuz insanın bir yazar olduğunu, kitaplarından birinin imza günü ve röportaj için o saatte tesadüfen orada olduğunu bilmiyorduk.

Galiba saatler insanların hikayelerini üzerinde taşıyor.

“Parçalanmış Zaman”

Michal Rovner’ın 1 ton ağırlığındaki “Parçalanmış Zaman” isimli çalışması. (Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu, Yer: Rumeli Hisarı Perili Köşk)
Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek kitabının 141. sayfasında; "Anlamak bir, sezmek bindir, anlamak bir müddet içinizde yürür, anladığınızda bir amorf da olsa şekil alırsınız. Sezmek şekilsiz ve hep sancılıdır, her gün yeni bir sancı doğurur." diye yazmış.

Saatlere baktığımızda saatin kaç olduğunu anlıyoruz, öğreniyoruz ama daha çok zamanın ne olduğuna ve nereye gittiğimize ilişkin biçimi olmayan, zehirli bir hisse de kapılıyoruz sanki.

Şimdi saat kaç?

Aynı kitabın 120. sayfasında ise şöyle bir cümle çıkıyor karşımıza: "Önümde sayısız zaman ve ben bütün perişanlığımla bu zamanların arasında vardım."


Huzursuz saatlere

Sabah, 08:15. 6 Ağustos 1945, Pazartesi, Hiroşima, Japonya

Keşke toprağın iyileştirme gücünü anlayabilseydik, keşke bakışlarımız kuşların sahipsiz bakışlarına yaklaşabilseydi, keşke suyun derinliğine sahip olabilseydik.

Düşünmek için bir saat



Bir bardak su, bir saat, düşünmek için yeterli.

Bir zamanlar su saatleri vardı. Sudan yararlanıp çeşit çeşit otomatlar yaptı zamanbilimciler.

Su, insanın zamanının başlangıcında vardı, bitiminde belki olmayacak, zaten pek çok şey bittiğinde özne orada bulunmaz.

Mekanik saatleri suya benzetiyorum bazen. Bir bardak su kadar ferah bir havaları var. İnsana benziyorlar, bazen bir işe yarıyorlar, bazen üzüyorlar, bazen sevindiriyorlar, bir sürü parçaları var. Onlar da hastalanıyor, onlar da yıpranıyor ve tuhaf hayatımıza tanık oluyorlar. Denizin koca karanlık suyu gibi tarihe tanıklık ediyorlar, sadece o kadar. Bir bardak su. Bir saat.

Dünyada kendimizi çok önemsiyoruz galiba. Kainatta bir noktacığın içinde bir noktacık olarak haddimizi aşıyoruz bazen. Oysa su gibi olmak lazım hayatta. Akıp gitmek gerekli, zamanın içimizden kanatlanıp geçmesine izin vermeliyiz, bir şeyleri tutmaya çalışmayalım, biz faniler, zamanı olduğu yerde tutmaya çalıştıkça keskin köşelerini giderek kaybeden taşlar gibi ufalanıyoruz.

Bir bardak su, bir saat, düşünmek için yeterli.

Zaman herkesin içinden hatıraları kazıyarak geçiyor

Olympus XA, Fujifilm Sensia 400, 20 Mart 2009, Recep Gürgen'in atölyesinde.

Yalnızlığın zamanında başka bir yer, hüzünle tebessüm eden bir mekân var.

Kitapların arasında uyurken yağmur yağdığında uyanıp sevinçten ağlayan, rüzgâr estiğinde mezarlıktaki ağaçları dinleyen, maviyeşil renklerini kaybetmiş karanlık suların yanında içi içine sığmayan bir zaman var.

Buraya vardıysa eğer insan, yere düşenin elini tutmalı, yüzünde koyu gölgeler belirenlere bir bardak ışık dökmelidir.

Zaman herkesin içinden hatıraları kazıyarak geçiyor.

Yalnızlık, saatin tabiatında var

Olympus XA, Fujifilm Superia 200, 9.4.2009, Dolmabahçe Sarayı, Saat Atölyesi


"Işıktan, kenarlardan, hacimlerden, teknik oyunlardan ayrı, hepsinden üstün bir şey eşyada gülümsüyordu. Bu adeta yaşanmış bir zamanın hatırası idi. Bütün sıcaklığı bir hatıra gibi derinden geliyordu."

Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur

Güneşten gelen

Silver sundial signed Pierre LeMaire, Paris, early
18th. Musée international d'Horlogerie, la Chaux-de-Fonds, Switzerland

Güneş saatlerinin ve edebiyatın anlamaya çalıştığı nedir diye düşünürken, Tanpınar'ın Huzur'unda güneşten çok söz edildiği aklıma geldi, küçük bir kısmı aşağıda: 

"Mümtaz ikindi güneşinin altında bütün uzunluğunca, adeta dikilmiş hissini veren; öylece gözlerine batan sokağa baktı. Bir yığın eski eşya, karyolalar, kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık paravanlar, mangallar yol boyunca iki tarafta üst üste yan yana diziliydi."
"Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı. Merihte bir dağ küçük bir patlayışla çöker. Ayda lav dereleri kurur. Kehkeşanın ortasında güneşte parlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. Denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgarların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. Kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu birden açar, yüz bini birden toprağa karışır. Bunların hepsi kendiliğinden olan şeylerdi. Bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi."
"Bu ağacın kökü, orada, ufukta ince bir Herat cildinin tezhipleri arasında kıpkırmızı kavsi, bu altın oyunlarını gittikçe daha derin şekilde aydınlatan, her an eritip yeniden kendi fantezisine göre döken güneşteydi. Oradan dal dal etrafa yayılıyordu. Nuran bu aydınlıkta sertleşmiş yüzü, darılmağa hazır gibi duran küçük ve toplu çenesi, kısık gözleri, çantası üzerinde kilitlenen elleriyle, bu sükut ağacının bir meyvesi olmuştu."
"Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz için bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı. Pek az eser onun kadar ruhumuzdaki sonsuzluk iştiyakını, güneşe, aydınlatıcı ve yakıcı şeylere doğru kanatlanmayı verirdi. Çünkü bu -yine kahramanımıza göre- asıl hamlesi herşeyi ilga eden aydınlığa doğru uçuş olan bir iç alem medeniyetinin özüydü. Orada yalnız bir kamaşma, kendini tüketme isteniyordu. İnsanoğlunun sonsuzluğu da, burada idrakten bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh olmaktaydı. Onu dinlerken maddemizden ayrılıyor ve bu yüzden ölüm, kendini bir uçta, bütün kainatla, mutabakat halinde idrakten ibaret bir hayatın önünde, onun tılsımlı aynası, güler yüzlü kardeşiyle sarmaş dolaş yaşıyan mahzun yüzlü kardeşi oluyordu."

 "Güneş her gün onlar için yeni baştan doğuyordu. Bütün mazi üst üste zamanlarını onlar için tekrarlıyordu."

"Herkes tanıdığı sahillere, kendi ömrünün sahillerine, son ışıklarını dağıtan bir güneşi selamlar gibiydi. Mümtaz hiç duymadığı cinsten bir kendinden geçişle bu güneşe ve etrafa bakıyordu."


"Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı bir masal gibi anlatıyor. -Sanki, bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, herşey elimden gelir; toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım- diyordu."

Son olarak içinde güneş kelimesi geçmeyen ama insanın güneş saatini anlatan bir parça daha:

"Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi."


Alıntılar: Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları

Fotoğraf: Gümüş portatif güneş saati, Pierre LeMaire imzalı, Paris, 18.yy
Musée International d'Horlogerie, la Chaux-de-Fonds , İsviçre

İnsanın Taşrası

Piaget Emperador Coussin Tourbillon


"Saatler zarifleştikçe zaman daha tehlikeli oluyor."

Elias Canetti, İnsanın Taşrası, Payel, 2004, s. 253

Fernando Pessoa'nın saati

"Bakmak ne güzel / Kâğıt bir pencereden /  O yıldızlara"  (Kobayaşi İssa)


''Saatlerin bize var olduğumuzu söyleyişini dinleyelim, ama hafif, kuşkulu bir gülümsemeyle. Zaman'ın dünyayı resmetmesini seyredelim, tabloyu sadece yalancı değil, aynı zamanda anlamsız bulalım.''

Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

"Churchill’in saati, Atatürk’ün saati"


Bilindiği gibi Winston Churchill adındaki siyasetçi, dünya tarihini değiştiren kişilerden biri. Yukarıdaki fotoğrafı ise seneler evvel görmüş, hazretin köstekli saatinin nasıl bir şey olduğunu merak etmiştim.

Çok sonra cebindeki saatin markasının Breguet olduğunu ve zamanla cep saati anlamına da gelen tuhaf bir isimle "The Turnip" yani "şalgam" adıyla (ki şalgama benziyor sahiden) vaftiz edildiğini öğrendim:



Bugün de usta çevirmen ve 2008'de 48. sayısı ile birlikte yayın hayatı sona eren efsane "P Dünya Sanatı" dergisinin yayın yönetmeni Celâl Üster Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde "Churchill’in saati, Atatürk’ün saati" başlıklı okunacak güzel bir yazı yazmış, bir bakın derim.



Churchill’e hediye edilen cep saati işte böyle bir şey ama pek kullanıldığını zannetmiyorum.

Özlediğim saatlere bakarken


Eskilerin saatlerine baktıkça aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Refik Halid Karay bu saatlere takıntılı insanları yazmıştı. Bir ağıt gibi geçip gittiler bu dünyadan. Bu da geçer ya hu, dediler.

Yeşilin en güzel tonunu arayıp bulan o güzel insanlar, bekleyip, zamanın en derin düştüğü yere bakıp bir "ah!" çekmişler.

Ne acı, ne hüzünlü, eskilerin yüzünde aradığım zamanları buluyorum.

Şimdi saat kaç güzel dostum?

Ben güzelliğin yüzüne baktığımda saat kaç bilmiyorum.

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Saati



Her saat bir yalnızlıktır.

Her saat, onlarca veya yüzlerce parçadan oluşsa da ortaya çıkan "bütün" neticede yalnızdır. Aslına bakarsanız bir saatin esas güzelliği de burada görülebilir. İnsana kendini hatırlatır. 

Saatimize her defasında zamanı görmek için bakmıyoruz galiba. Bazen sadece zamana bakmak isteriz. Size de oluyor mu bilmiyorum, ben bir hep geç kalmışlık duygusuyla bakarım saatime. Zaman ben bakmadan biraz önce taşınmıştır sanki. Zaman hep benden önce davranır, geride kalan sadece gölgelerden ibarettir diye düşünürüm. Bu aldatıcı duygunun nedeni nedir bilmiyorum. 

Zamanı görmenin mümkün olmadığını biliyorum ama zamanda nefes alıyoruz ve zaman, içinde hapis kaldığımız, sağa sola çarparak uçmaya çalıştığımız, kendimizi kurtarmaya çabaladığımız bir fanusa benziyor. Öylesine yumuşak bir fanus ki dışarıyı gördüğümüzü zannedip seviniyoruz, sanki kurtulabilirmişiz gibi. Her saat bir sanat eseridir sadece ve her saat bir avuntu nesnesidir. Bir saat üretebilseydim adının "Havsala" olmasını isterdim. Kuş gibiyiz şu koca dünyada, ruhunu bilmediğimiz bir zamanda uçamıyoruz. 

Zamanı görmenin her zaman mümkün olduğunu biliyorum. Attığımız her adım bir saattir, dokunduğumuz her çiçek bir saattir. Zamanın görüntüsü çok, rüzgâr mı esiyor? İşte lodos saati yanımızda. Kar mı yağıyor? Kar saati olmasın isterim. Üşümek, soğuk bir saattir. Ağaçlar çiçek mi açmış? Baharın saati gelmiştir. Bir damla sıcak su ile kahveyi uyandırırsan, kahve saati olmuştur.


"Mazi hepimiz için Âdem'in kovulduğunu hatırladığı Cennet'tir. Annelerimizin yüzleri
ve muhabbetleriyle yoğrulmuş; çocukluğumuzun sevinçleri ve emelleriyle örülmüş bu mazi,
ömrümüze ikide bir ahenklerini salan bu musiki, ruhumuza eski kuvvetlerinin yeni bir hamlesiyle
esince duyduğumuz bahtiyarlık içinde anlarız ki mazinin sükûtu ve sesleri de, hüznü ve zevkleri ile gönlümüzde hâlin gürültülerine ve hislerine her zaman galip gelecektir. Herkesin dünyayı daha yeni gördüğü bu gençlik zamanlarını sevmesi ve mazinin böyle herkese hoş görünmesi mukadderdir.”
diyen Abdülhak Şinasi Hisar bir saattir.
 

Tik tak, tik tak, tik tak, insan daima yalnız bir saattir.

Ziya Osman Saba'nın saati


Kitaplığım dağıldığı için ismini vereyemeyeceğim bir saat kitabından, Nikon F90x, 2008.


GEÇEN ZAMAN


Hiç olmazsa unutmamak isterdim.
Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar...
Yalnız bırakmayın beni hatıralar.
Az yanımda kal çocukluğum,
Temiz yürekli uysal çocukluğum...
Ah, ümit dolu gençliğim,
İlk şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgilim...
-Doğduğum ev. Rahatlıyacak içim duysam
Bir tek kapının sesini.
Arıyorum aklımda bir ninni bestesini...
Böyle uzaklaşmayın benden, yaşadığım günler.
Güneş, getir bir bayram sabahını.
Açılın açılın tekrar
Çocuk dizlerimdeki yaralar,
Hepiniz benimsiniz:
Mektebim, sınıflarım, oturduğum sıralar...
Yalnız hatırlamak hatırlamak istiyorum
Nerde kaldı sevgilim, seni ilk öptüğüm gün,
Rengine doymadığım o sema,
Ahengine kanmadığım ırmak.
Bırakıp herşeyi nereye gidiyorum?
Neler geçmişti aklımdan,
Nedendi ağladığım, nedendi güldüğüm?
Ah nasıldı yaşamak?

         
Ziya Osman Saba
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...