1 gün 20 saat olabilir mi?



Dün gazetelerde güzel bir haberin yanında hoş reklamlar da vardı, ne yazık ki Haşmet Babaoğlu yazısını yazayım derken bu yazıyı bir gün gecikmeli aktarıyorum:

Öncelikle dünkü güzel ilanlar şöyle: Milliyet'te Brietling (3.sayfa) Hürriyet'te Longines (2.sayfa) ile Raymond Weil (4.sayfa) ve son olarak Türkiye'de Longines (tam sayfa). Bugün de (30 Aralık 2008) gazetelerde Longines (Hürriyet, Türkiye) ve Raymond Weil (Referans, Hürriyet, Vatan, Türkiye) ilanları güzeldi.

Sözünü ettiğim haber dün sadece 2 gazetede yayımlandı, bunu söylerken internet sitelerini dikkate almadığımı belirteyim.

Sabah gazetesinin arka sayfasındaki haber daha güzel kullanılmış bence, aynı haber Vatan gazetesinde arka sayfada logonun yanına yapıştırılmış gibi duran bir habercik olmuş.

Haber şöyle:

"İsviçreli saat tasarımcısı David Chanson, zaman kavramına yeni bir boyut getirdi. 34 yaşındaki tasarımcı, kendi adını taşıyan kol saatlerinde bir günü 24 değil 20 saat olarak hesapladı. Saatinin kadranında 12 değil 10 saat dilimi bulunan; dakika ve saniyeleri de buna uyarlayan Chanson, böylece kullanıcıların işinin "daha kolay" olacağını iddia eti."

Tabii haberi yazan bilmiyor, ancak bu sistem aslında hiç de yeni değil, 1789 devriminden sonra bir süre Fransa'da uygulanmış ancak tutulmamış. Hatta adını unuttuğum bir Türk saat ustasının 1910'larda bu şekilde yaptığı bir saat dahi var.

Oysa bir zamanlar Avrupa'da Aziz Benoit kuralları gereği gündüzler 7 saat, gece ise bir saatti :)

Modern insanın kolundaki şık saat neyi gösteriyor?



Gazete dergi takip ederim, haberleri keser biriktirim ancak pek öyle köşeyazarlarını takip eden birisi değilim. Forum.DonanımHaber.com üzerindeki saat forumunu düzenli olarak takip ediyorum, çok da yararlı bir forum, işte orada gördüm, Haşmet Babaoğlu 15 Kasım 2008 tarihinde Sabah gazetesindeki köşesinde saatler üzerine hayretler içinde okuduğum bir yazı yazmış meğer.

Yazıda özetle, günümüzde artık kol saatlerinin işlevlerinin kalmadığı, bilezik niyetine takıldığı, bu bileziklere milyonlarca dolar harcandığı, bunun da kendisini ne kadar üzdüğünü yazmış.

Şöyle cümleleri var ki inanılmaz:

"Bu saat meselesi... Modern kapitalizmin tüketim girdabında nasıl boğulup gittiğimizi en iyi anlatan örneklerden biri..."

veya şu cümledeki fikirler de akıllara zarar:

"Oysa bu işlevi kimsenin umurunda olmayan pahalı saatler için İsviçre'deki atölyelerde hala eski özenleri ve incelikleriyle çalışıyor ustalar."

Yazının sonuna doğru başlığa aldığım cümleyi de okuyunca kendimi bir tuhaf hissettim:

"Modern insanın kolundaki şık saat neyi gösteriyor?"

Yazıda sözünü ettiği arkadaşı kimdir bilemiyorum elbette, ancak kolunda bir kaç bin dolarlık bir saat taşıyan kimse aptal olmasa gerek. Peki neden saatine değil de cep telefonuna bakıyor da sayın Babaoğlu'na böyle garip bir yazı yazdırıyor? (Ya saatine alışamadığından veya saatiyle cep telefonunun saatini eşitlemek istediğinden olabilir.)

Sanıldığının aksine gazetelere dergilere televizyonlara haber olan o çok çok pahalı saatlerin sayısı son derece azdır, özel üretimdir, platin gibi işlenmesi zor ve altından daha değerli madenlerden yapılmıştır, koleksiyonluk değerleri vardır.

Çanak çömleğe binlerce dolar verenler neden yüzlerce parçanın uyum içinde çalıştığı, saati göstermesinin yanında hangi yılda, hangi ayda, hangi günde olunduğunu, ayın evrelerini gösteren, saniyenin 10'da birini değil 100'de birini dahi mühendislik harikası mekanik çözümlerle ölçen ve pile ihtiyaç duymayan bir makineye çok para verilmesini anlamazlar?

Benim beğendiğim ve sevdiğim saatler 1975 öncesi üretilmiş olan mekanik (otomatik) saatler zaten çok pahalı değiller fiyatları 200-300 ytl civarında, "ben bir saate bu kadar para bile vermem 5 liraya saat satıyorlar sokakta" diye beni azarlayan insanlar da tanıdım, 'kime göre neye göre' diye bir deyim var, kimine çok pahalı gelen bir nesne kimine çok ucuz gelebilir, hayat standartları ile de ilgili biraz, ayrıca biraz da kültürle ilgili:

Çünkü çok zengin olup da kalitesiz saat kullanan, kötü giyinen, plastik kalem kullanmaktan hoşlanan insanlar da var, zengin olmayıp da kolunda sanat eseri standartlarında saati olan da. Bazen para ile damıtılmış zevk buluşmayabiliyor.

Babaoğlu'nun talihsiz yazısı dolayısıyla üzerime alınmadım ve üzülmedim de, ancak binlerce dolara sahip olsam elbette bir saat koleksiyonu yapar ve pahalı saatler alırdım. Çünkü insanın kolunda bir sanat eseri taşıması kadar hoş olan şeylerin sayısı son derece azdır diye düşünmekteyim bu dünyada. Köşelerinde mızmızlanıp da bu durumu anlamayanlar olabilir, hoş görmeye gayret ediyorum, fakat insan bir yerde dayanamıyor, bir şeyler söyleme zorunluluğu hissediyorum.

Evvela şunu anlayalım saatler işlevleri dolayısıyla bilezik değildir, bilezik niyetine kullanılabilir o ayrı. Ne yazık ki salt bilezik niyetine kullananlar da vardır, olsun, bu kesinlikle hakiki saatlerin değerini düşürmez. Bazı insanların saatlerine verdikleri parayı bilinçli olarak harcadıklarını söylemek zor elbette. Zaten pahalı saat taşıyan çoğu kimsenin kuartz ile otomatik arasındaki farkı bile bilmiyor olmaları ihtimal dahilinde, büyük olasılıkla bunu Haşmet Babaoğlu da bilmiyor.

Üzüntü verici olan ise saatin ruhundan haberi olmayan ancak eli kalem tutan insanların böyle şeyler yazabiliyor olması. Oysa emek verilmiş bir saat, sadece bir saat değildir, her şeyden önce insanoğlunun zamanı ölçmedeki inatçılığını gösterir. Bir saat bizi tarihe bağlar salt bu yüzden bir saat değildir, ruhu vardır, sizinle hareket eder, sizinle yaşar, sizinle ısınır, sizinle üşür.

Haşmet Babaoğlu'nun yazdığı gibi olmadığı için bilgisayarın sağ alt köşesindeki sayısal saat veya cep telefonundaki saat benim gibi bazı insanları mutlu etmiyor, edemiyor. Oysa Babaoğlu'nun da tespit ettiği gibi çevremizde bize zamanı gösteren kaynakların sayısı modern dünyanın olanakları sayesinde arttı. Ama yine de saat kullanıyoruz.

Günlük bir yazıyı kurtaran düşünceler bana kalırsa ne yazık ki daha derinde olan felsefeyi algılamakta güçlük çekiyor.

Pahalı saatleri "Lüks bilezik takma tutkusu" diyerek aşağılıyor köşe yazarımız ancak kültürü, sanatı ve tarihi görmezden geliyor, denizin yüzeyine bakarak yazıyor, dibini görmüyor.

Kolundaki saatin kıymetini sadece kullanılan metalin cinsi ile ölçen insanlardan ben de utanıyorum elbette, bu insanlar saatlerden anlamıyor, fakat o güzelim sanat eserlerini takı niyetine kullanıyorlar diye onları ayıplamıyorum. Bilgisi olmasa da saatin güzelliğini takdir ediyorsa sorun yoktur bence. Bir güzelliği paylaşmak için çok bilgili olmanız gerekmez, sezgileriniz ile de bazı şeylerin tadına varabilirsiniz. Açıkçası sezgilerine güvenip de kaliteli ve özgün bir saate para veren insan benim gözümde güzel insandır, saatten çok anlaması gerekmez, tıpkı müzelerdeki olağanüstü güzellikteki sanat eserlerini gördüğümüz vakit hissettiğimiz hoş duyguların bir yerde bilgi ile ilgisi yoktur zaten.

Haşmet Babaoğlu'nun sorusu güzel bence, yüzeysel olan yanıtı ise külliyen yanlış.

Modern insanın kolundaki saat bize bir saçmalığı değil, geçmişimizi ve geleceğimizi gösteriyor.

Kötü saat yoktur, az reklam vardır



Kahvaltı ederken bir yandan Milliyet'i okumaya başladım, ancak 21. sayfaya gelince şaşırdım. Tam sayfa Cerruti 1881 ilanı günün en güzel sürpriziydi. Aklıma ocak ayında Hürriyet'te okuduğum ve Sadi Özdemir'in yaptığı güzel bir haber geldi. Linkteki haberin okunduğunu varsayarak konuya geçiyorum.

Cerruti 1881 saatlerini ne zaman görsem köşeli İtalyan tasarım geleneği üzerine düşünmeden edemiyorum artık. Bu düşüncelerden sonra oradan "bir saat nasıl tasarlanır?" gibi sorulara geçiyorum. Saat tasarımı konusu bu kısa yazıya sığmayacak kadar uzun. Ancak saatlerdeki her ayrıntının hayat tarzı (meslek, düşünme tarzı, kitap okuma alışkanlığı, kültür ve sanatla ilgilenme, eğitim, arkadaş çevresi, aile kültürü ve ego) ile yakından ilgisi var.

Kuşkusuz Cerruti 1881 aslen giyim sektöründe iddialı olan ancak sonradan saat sektörüne giriş yapan (Cerruti 1881 saat sektörüne 1991 yılında dahil oldu) diğer firmaların ürünleri gibi dikkat çekici ve şık saatler üretiyor. Ancak Cerruti 1881'de -belki de bana öyle geliyor, başkaları öyle düşünmüyor olabilir- benim dikkatimi çeken grafik yapının(köşeli akrep yelkovan, iri sayılar) saatin özünü sakladığı yönünde. Hemen bütün Cerruti 1881 saatlerinde bu tasarım anlayışı var, saati saat yapan unsurlar (saatin mekanizması gibi) geri planda ama grafik sunumun yarattığı etki öne çıkarılmış.

Zaten bugün gördüğüm ilandaki saatin teknik özellikleri de hiç anlatılmamış. Elbette her saatin teknik özelliği anlatılmalı diye bir kural yok (olsa güzel olurdu hani). Sadece kişisel olarak reklamını gördüğüm saatin gerçek bir saat olup olmadığı konusunda ikna olmak istiyorum o kadar. Cerruti 1881 saatlerini satın alanların giyimlerine özen gösteren şık insanlar olduklarını tahmin ediyorum ancak nedense saatlerine sadece bir aksesuar olarak baktıklarını zannediyorum.

Unutmadan, bu tarz reklam çalışmalarını çok beğeniyorum. Saat reklamlarında tıpkı araba reklamlarında olduğu gibi özne saat olmalı, bir saat reklamında ünlü bir insanı görmek beni etkilemiyor hiç, tanıdıklarım arasında etkileyen kimseyi de görmedim.

Acaba saat reklamlarında ünlü insanların olması satışları artırıyor mudur?

Hiç sanmıyorum.

Zaman makinelerine övgü




"Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya"
(Gülten Akın)

Belki biliyorsunuz, bütün saatler öncelikle insanların öyküsünü anlatır. Bu bitmeyen öyküde muhtemelen en az üç bin yıl önce gündüzü bölümlere ayırarak işe başlayan atalarımızdan miras fikirlerin tarih boyunca geliştirilerek günümüzdeki saatlere dönüşmesi gibi heyecan verici olaylar yazılıdır, yeni fikirlerle de yazılmaya devam edilmekte.

Saatlere salt bir makine olarak baktığımızda bile insanın gücünü, insanın dehasını ve nihayet insanın zayıf yönlerini görebiliriz. Bununla birlikte saatler, yani süreölçerler sadece bir makine değiller, saati sıradan bir makineye indirgemek ve öyle değerlendirmek zamanı da yanlış değerlendirmek anlamına gelebilir.

Hep bir şeyler anlatır saatlerimiz. Üzerimizde rahatlıkla taşıyabildiğimiz yüzlerce parçadan oluşan zamangöstergelerinin anlattığı şeylerden birincisi, bir insanın zamanı bütünüyle kontrol edemeyecek olması, ikincisi ve daha çarpıcı olanı ise zamanın gücüne asla boyun eğmeyeceğimizi de cesaretle vurgulamasıdır. Zafer ve yenilginin aynı anda sunulduğu bir nesnedir saat.

Güzelliğin ve teknik gelişmelerin bileşimi olan bu cihaz, kalbimize benzeyen düzeneğiyle hayatımıza eşlik ediyor, bizimle yürüyor, bizimle duruyor. Pahalı ya da ucuz, platin veya çelik, ne türlü malzemeden yapılmış olursa olsun, bir saat, ne zaman ihtiyacımız olursa o zaman baktığımız bir saat, günlük yaşantımızı bir düzene kavuşturan bir saat, aslında o kadrana her bakışımızda kendimizi, ömrümüzde olup biteni görmekte olduğumuzu da hatırlatır.

Bize özel üretilmiş kutsal bir metin gibi zamanın izlerini her okuduğumuzda ruhumuza da iyi gelen, bazen durmadan hep aynı yerden geçiyormuşçasına zamanda kaybolmuşluk hissi veren, bazen acımızı hafifleten, bazen artıran, bazen sevincimizi azaltan, bazen çoğaltan saatlerimiz, sadece saniyeleri, dakikaları değil böylelikle hayatımızın işaretlerini de gösterirler.

Acaba, duygusal bağlar kurduğumuz, mekanizmasına ve işleyişine hayran olduğumuz saatlerimizi nasıl seçiyoruz? Belirli bir zaman içinde ve yoğun emek verilerek hazırlanmış olan, kolumuzda durmayı hak eden saatleri arzuladığımız vakit, kalbimizde ve zihnimizde bizi anlatan bir şeye bakarak karar veriyoruz belki.

Güzel ama nedir bu şey? Hiç kuşkusuz kültürle ilgili bir şey olmalıdır, dünya ile nasıl iletişim kurduğumuzla ilgili bir şey, hayatta durduğumuz yerle, sanata olan ihtiyacımızla, zanaatkârlığa duyduğumuz güvenle, yeryüzünün birikimlerine olan ilgimizle, binlerce yıldır gelişmeye çabalayan hem olağanüstü hem de oldukça dertli olan uygarlığımızın düşündürücü yapısıyla ilgili bir şey.

Kolunuzdaki mekanik sistem sadece saatin kaç olduğunu gösteren bir zaman makinesi değildir, sizin kim olduğunuzu da anlatan simgesel özellikleri olan bir düzenektir. Saatiniz geçmişe duyduğunuz saygıyı, geleceğe olan inancınızı gösteren bir bağlantıdır.

Özellikle çevre dostu olan mekanik saat teknolojisinin yüzlerce yıllık bir tarihi vardır. Saatiniz estetik beğeninizin düzeyini de işaret eder, klasik, modern veya başka çizgilerden hangisine yakın durduğunuz saatinize bakılarak söylenebilir.

Saatimizi kolumuzdan/gövdemizden çıkarıp masaya bıraktığımızda hemen soğuması, belirli bir süre kullanmayınca da durmasının mühendislik tarafını bir kenara bırakırsak, sevdiklerimizle/hayata dair hissettiklerimizle ilgili bir anlamı daha olabilir belki.

Bütün bu sözü edilen fikirlerden azade, birlikte yaşamayı seçtiğimiz saatler iyi/kötü veya ucuz/pahalı fark etmeden bize zamanın akışına tanık olmayı sağlar ki, bu da bir ölümlü için az şey değildir hani.

Watch Plus



Watch Plus dergisinin ikinci sayısı elime ulaştığında çok sevindim. Alır almaz yutarcasına okudum. Her şeyden önce daha derginin kapağından görüleceği üzere kaliteli bir dergi. En çok hoşuma giden Hublot yöneticisi Jean-Claude Biver ile yapılmış olan söyleşi oldu.

Efsane bir saat markasına dönüşen Hublot'u Hublot yapan bir insanın söyledikleri önemli. Bir yerde şöyle diyor Jean-Claude Biver:

"Biz saat satmıyoruz; kim olduğunuzu, ne düşündüğünüzü, nasıl hareket ettiğinizi söyleyen bir iletişim cihazı satıyoruz."


Saat dünyasından haberlerin de olduğu dergide Panerai saatleriyle ilgili güzel bir yazı da var. Ama asıl o kapaktaki muhteşem saatle ilgili (Quai de L'ile) yazıyı büyük bir keyifle okudum. Bu saatle ilgili bütün yazıları okumak istiyorum aslında :)

Eleştirmek için sayfalarını karıştırmaya başladığım ve bitirene kadar elimden bırakamadığım Watch Plus dergisini çok beğendim. Tasarımı güzel bir defa, insanı boğmuyor, yazıları fotoğrafları rahat rahat görebiliyoruz. İçeriğin daha yoğun olmasını tercih ederdim. Sayfa sayısı da daha fazla olsaydı keşke, bana kalırsa 64 sayfa az. Saatlerle ilgili daha çok şey okumak isterdim doğrusu. Bir de derginin adı benim gibi Türkçeseverleri yaralayacak cinsten. Ama saatler dışarıdan geldiği için konuyla azıcık ilgilenmeye başlayanların ingilizce ile karşılaşmaları doğal. Yabancı bir derginin ülkemizdeki temsilcisi olmadıktan sonra Türkiye'de ve Türkçe yayımlanan dergilerin isimlerinin de Türkçe olması gerektiğini düşünenlerdenim. (Ancak bu saatten sonra derginin adını değiştirmezler sanırım.)

Saatçilik sadece saat üreticileriyle ilgili bir konu değildir, felsefeden bilimden astronomiden şiire matematiğe oradan makine mühendisliğine kadar gider. Acıdır ki bu konuda Türkçe içerik çok zayıf, bu tarz dergiler çoğalmalıdır.

(Dünyada saat dergiciliğinde sürekli bir gelişme var, mesela Singapur kökenli bir şirket kadınlara yönelik 24:7 isimli bir dergi çıkarmaya başlamış.)

Bizde hep ihmal edilen bir alan oldu saat dergiciliği. Oysa bir saat kültürü yaratmanın önemli koşullarından biri yayın yapmaktır, kitap veya dergi yayımlamaktır. İnsanlar saat kültürü edindikçe ve bu sayede marka bilinci oluştukça daha kaliteli ürünlere yöneleceklerdir.

Saat dergileri üzerine


Saatlerle ilgili gördüğüm en güzel dergi Patek Philippe'in çıkardığı The Patek Philippe International Magazine isimli dergiydi. Sahafları gezinirken rastlamıştım bu dergiye, sadece üretici firmanın saatleriyle ilgili basit bir tanıtım dergisi değil bu, kültüre ve sanata/sanatçılara değer veren bir dergi.

Bizim ülkemizde ne yazık ki böylesine kaliteli bir saat dergisi yok. Elbette saatçileri gezerken rastladığım bir dergi var. Esnaf odası yayını olduğundan tasarım ve içerik beklediğim düzeyde değil, her sayıda aynı basmakalıp görüşleri biteviye tekrarlayan, üretici firmaların gönderdiği saat tanıtım yazılarını saymazsanı geriye bir şey kalmıyor, son sayfalardaki haberler bölümü biraz dikkat çekici, uzaktan gördüğüm ve merak ettiğim bir camiaya ait fotoğraflara merakla bakıyorum, ancak bu haberler de 1980'li yılların gazetelerindeki magazin/cemiyet haberleri kıvamında.

Dün bu yazının notlarını alırken bir e-posta geldi, söz etmezsem olmaz, yeni bir derginin olduğunu haber veriyordu. Henüz iki sayı çıkan Watch Plus adındaki bu dergiyi çok merak ediyorum. İnceler incelemez bir yazı yazacağım.

Başka saat dergilerine de bakalım: WatchtimeMagazine, QP Magazine, iW, hr: Watches Magazine, HH Journal

Erkek saati seven kadınlar



kaynak: http://www.watch4moi.com/

Mekanik araçlara olan sevgisiyle bilinen Okan Bayülgen "Erkeklerin Saatlerini Takan Kadınlar" adıyla sergilediği fotoğraflarla dikkatleri mekanik saatlerin kadınlar arasında giderek yayıldığını göstermişti. Ayrıca bu konudaki fikirlerini de en derli toplu şekilde Sema Denker'in yaptığı bir röportaj ile duyurmuştu.

Aslında bu durum sadece Bayülgen'in keşfettiği bir şey değil, daha önce örneklerine az rastlanıyordu, ancak son yıllarda daha da artan sayıda kadın tüketicilerin erkek saatlerine yönelmesi saat üreticilerinin de dikkatini çeken bir durumdu.

Bayülgen'in "(...) erkeksileşmiş kadınlar bunlar." değerlendirmesi bana kalırsa hem tuhaf hem de çok yüzeysel bir değerlendirme. Çünkü bunun kadınların güçlü olduklarını göstermek dışında başka nedenleri var.

Saat sektörü geçtiğimiz yüzyılın başından beri erkeklere değer veriyor. Tasarıma cinsiyetçi açıdan yaklaşıldığı için yaratıcılık ve yenilikçilik kaynakları hep erkek saatleri üzerinde görülüyor. Öyle ki kadın saatleri diye kategorilendirilen saatlerin tek albenisi değerli taşlar ve madenler oldu, tasarım göz ardı edildi, küçük olsun, yuvarlak hatlı olsun, mekanizma ile uğraşmasın da bir de pilli olsun.

İşte kafası çalışan kadınların aldatılmayı reddettiği noktalar bunlar. Neden küçük bir saat takmak zorunda olsun bir kadın? Neden pilli bir saat takmak zorunda olsun? Neden ayın evrelerini gösteren veya en basitinden kronometreli bir saat kadınlardan esirgeniyor? Elbette önyargılar yüzünden . Kadınlar bunu ister, kadınlar şunu ister diyerek yüzyıllar öncesinde kalmış bir kadın figürü üzerinden tasarımlar yapıldı ve yapılıyor. Mekanik ve komplike saatleri kadınlar da hak ediyor. Uçak, Araba, motorsiklet, fotoğraf makinesi kullanmayı seven kadınlar da var sevmeyenler de. Bu sadece bir tarz meselesi.

Nerede okudum şimdi hatırlamıyorum, büyük bir saat üreticisi şirketin yöneticine kadın ve erkek saatlerinin satış dağılımı soruluyor. O da sağlıklı sayısal veriler söylemenin zor olduğunu çünkü kadınların da "erkek saati" satın aldığını söylüyor.

Bana kalırsa "kadın saati" ve "erkek saati" diye ayırım yapmanın gereksiz olduğu bir gün kadınların ve erkeklerin daha özgür olduğu gündür.

Konuyla ilgili okumalar:

1. Women wearing Mens Watches

2. Hold on to your watches, gentlemen, as more women are opting to wear large, chunky men's models

3. "Women are wearing men’s watches"

4. Quartz versus mechanical – do women care?

Guido Castellini



Fortune dergisinin ingilizce baskısında ve Nisan 2008'de yayımlanan "Investing safe haven: Collectible watches" yazısı ardından Fortune Türkiye dergisinde geçtiğimiz Temmuz ayında çıktı, başlığı da "Şık yatırım aracı olarak saatler" diye çevrildi. Yazarı ise Scott Cendrowski. Dergiyi yeni gördüğüm için biraz gecikerek de olsa yazıyla ilgili bilgileri arşive hemen ekliyorum.

Alternatif bir yatırım aracı olarak mekanik saatlerle ilgili olan yazı italyan işadamı Guido Castellini üzerinden saat koleksiyonculuğunu ve saat kültürünün küçük yaşlardan itibaren insana neler kazandırdığını anlatıyor.

Guido Castellini'ye büyükbabasından 19. yüzyıl cep saatleri miras kalmış. Zaten aileden gelen bir saat kültürü olan Castellini daha çocukluğundan itibaren saatlerle ilgileniyormuş. Daha sonra da bu mirası akıllıca kullanarak genişletmiş, 100 yıllık bir Audemars Pigueot gibi 30'dan fazla güzel saate sahip şimdi.

Haber ilginç bilgilerle dolu. Mesela Castellini'nin daha 18 yaşındayken ayın evrelerini de gösteren 9 bin dolar değerindeki Patek Philippe saati bugün 250 bin dolar ediyormuş.

Yazıda ayrıca yeni saat koleksiyonu yapanlar için püf noktaları da var. Bunlar, belgeler, yılların izleri, monogramlar, kayışlar, kadranlar başlıkları altında özetleniyor.

Romain Jerome'un yenilikçilik ruhu


Sadece gündüzü ve geceyi gösteren devrimci zaman makinesi: Romain Jerome Day & Night


Romain Jerome çok ilginç bir saat üreticisi; bu yılın başlarında Titanic DNA Day & Night gibi bir şaheser ürettiler. Ki bu devrimci saat aslında saati bile göstermiyor, ikili tourbillon düzeneği sayesinde kadrana bakıldığında sadece gece mi gündüz mü ancak onu öğrenebiliyorsunuz. Bu yüzden Day&Night ile dalga geçenler de var, olsun, bu saatin önemi azaltmaz (değerini azaltmaz diyecektim ki sildim, zaten çok değerli bir sanat eseri.) Romain Jerome böyle bir saat üreterek zamanı öğrenmek isteme arzumuzla alay etmişti, bence iyi de yapmıştı.

Son olarak yöneticileri Yvan Arpa tarafından 12 Kasım 2008'de tanıtımını yaptıkları ve Baselworld'de görücüye çıkaracakları "Moon Dust-DNA" gibi kimilerine çılgınca gelecek fikirlerle dolu saatin duyurusunu yaptılar. (Moon Dust DNA haberi çok ilginç aslında ancak nedense Birgün dışında ülkemizdeki gazeteler tarafından pek ciddiye alınmadı. Birgün gazetesi de 12 Kasım 2008'de ajanslar tarafından duyurulan bu haberi 21 Kasım 2008 günü arka sayfasında yayımladı.)

Moon Dust DNA
Aslında bence önemli olan bu saatler değil, zaten sınırlı üretim yapıyorlar ve saatleri korkunç pahalı ve bana kalırsa bir Patek Philippe kadar prim yapmıyor RJ. (Bunu bir kenara yazalım, Patek Philippe saatçilik dünyasında zaman içinde en fazla değerlenen saat markası.)

Üzerinde durduğum nokta Romain Jerome saatlerinin saatçilik dünyasına getirdiği yenilikler ve kullanılan malzeme anlayışı. Yenilikçi olmak, yeryüzündeki sayısız malzemeden saat üretimine katkı sağlamak, üstelik bunu tarihe ve kültürel olaylara dayanarak yapmak. (Mesela Yavuz zırhlısını jilet yapmaktansa saat yapmak güzel olmaz mıydı? Bana kalırsa bütün silahlar eritilip saat yapılmalı.)

Uzun yıllar kısır bir döngüde ilerleyen mekanik saat üretimi özellikle son 20 yıldır büyük bir değişim geçiriyor, eskiden hedef kitlesi belirlenir üretici firma kendini bu hedef kitlesi üzerinden tarif ederdi, bu anlayıştaki şirketler halen aynı düzeni sürdürüyor, ancak şimdilerde Romain Jerome gibi konulu tasarıma odaklanan üreticiler saatçilik gündemini değiştiriyorlar.

Kuşkusuz saatler zamanı göstermek için yapılıyor, ancak aslında bazı saatler sadece zamanı göstermek için yapılmıyor, lüks tutkusunu paraya dönüştürmek için üretilen saatler de var. Elbette tasarımın çekiciliğinde bir de tehlike var, tasarımın şehvetine kapılmak.

Dağıldı konu, toparlayalım:

Romain Jerome son ürününde (Moon Dust-DNA) yine bir yaratıcılık örneği göstermiş: Ürettikleri bu saatin yüzeyi aydan getirilen taşlardan elde edilen kumla kaplı, saatin kasasında Apollo 11 ve Soyuz gemilerinden parçalar kullanılmış, kayış ise Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS) görevi sırasında kullanılan giysilerden yapılmış. Fiyatı ise modeline göre 15 bin ile 500 bin dolar arasında değişecekmiş.

"Saati göstermeyen saat olur mu hiç?" diyenler için Romain Jerome Titanic DNA Day & Night 2 isimli saati üretti.

Vacheron Constantin macerası



10 Kasım 2008 günü Nişantaşı yönünden Altın Sokak'a girdim. Daha önceki bir yazıda Altın Sokak'tan söz etmiştim. Kutsal bir bölgeyi ziyaret eder gibi sokağın hemen başındaki Vacheron Constantin saatlerinin görüldüğü butiğe yöneldim. Amacım ellerinde bir katalog olup olmadığını sormaktı. Kibarca içeriye alınmadım, ama satış görevlisi kapıda bekleyen beni çok sevindirdi ve küçük bir Vacheron Constantin kataloğu getirdi. Bu arada karşılaştığım tavra hiç bozulmadım, satış görevlisine hak verdim, çünkü zaten bir Vacheron Constantin (söylenişi bile heybetli) alacak görüntüm yoktu, pejmürde bir haldeydim. Satıcılar böyle şeyleri bilir, duruşunuzdan kıyafetlerinizden, konuşmanızdan ve daha nice küçük ayrıntılardan sizin kim olduğunuzu anlarlar.

Kitapçığa gelince, küçük bir şey, ancak çok önemli bir özelliği var, daha sonra aldığım kataloglar da ispatladı ki, üst sınıf saatlerin tanıtım katalogları arasında Türkçe yayımlanmış tek katalog bu. Kitapçığın sonlarında "Printed in Switzerland" yazıyor. Hemen anlaşılacağı üzere katalog Türkiye'de basılmamış. Bu Türk alıcılara gösterilen güzel bir incelik.

Vitrin de küçük bir müze gibi, saat üretiminde kullanılan nesneler sergileniyor.



Vacheron Constantin saatlerini de yakından (vitrine burnumu dayadım) gördüm, sırtım yere gelmez artık :)

Şaka bir yana, Vacheron Constantin saatlerinin saatçilik tarihi içinde özel bir yeri var. Bunun nedenlerinden biri de (kalite, işçilik, yenilikçilik gibi unsurları bir yana bırakırsak) bu saatlerin heyecan verici olmasında yatıyor. Vacheron Constantin saatlerine baktığınızda zaman bir yerde önemli değil, kolunuzda bir sanat eseri var çünkü. İnsanın kolunda bir Gicometti heykelini taşır gibi hissetmeli. Sanat ile zanaati bir arada sunabilen ender insan yapımı ürünlerden biri olan bu saatlere hayranım.

Şöyle bir modeli var mesela, görüp de etkilenmemek elde değil:



Altın Sokak burada bitmiyor. Bir de üstüne Mim Kemal Öke Caddesi maceramı anlatacağım. Bir sonraki yazıya artık.

25 bin YTL’lik saat için 50 Türk sırada

İsviçreli ünlü saat üreticisi Raymond Weil, bundan sonda tamamen lüks marka olmaya karar verince en büyük destek Türkiye’den geldi.

Raymond Weil, 500 adet ürettiği 19 bin 200 franklık (25 bin 550 YTL) Nabucco Cuore Caldo modeli erkek saatleri ile bu değişikliği ilan ederken bu saatlerin 50 tanesi Türkiye’ye ayrıldı. Raymond Weil’in 100 ülkede 4 bin satış noktası bulunması, ülke başına ortalama 5 adet düşmesi anlamına gelmesi bu rakamı oldukça ilginç kılıyor. Raymond Weil saatlerin Türkiye Distribütörü Günsal Saat’in Yönetim Kurulu Başkanı Güneş Hüner, "Lüks saate talep konusunda Dubai ile yarışamayız, bu alanın birincisi o ama Türkiye’de ilk 10’da yer alıyor" dedi.

En ucuzu 3 bin dolar

Bugüne kadar fiyatından daha çok Don Giovanni, Othello, Parsifal gibi ünlü operaların isimlerini verdiği koleksiyorıyla tanınan Raymond Weil, 32 yıllık faaliyetlerini bu yıldan itibaren lüks kategorisinde sürdürmeye karar verdi. Markanın bu konuda en iddialı modeli Nabucco Cuore Caldo olurken, bir de 3 bin 390 franklık (4 bin 500 YTL civarında) Freelancer Chronograph modeli üretti. Hüner her iki modelin de özellikleri ile oldukça iddialı olduğunu belirtirken, bundan sonra lüks kategorisinde yarışacak olan Raymond Weil’in en ucuz saatinin 3 bin 500 frank olacağını söyledi. Az adetle daha yüksek ciro elde etmeyi amaçlayan Raymond Weil’in, Türkiye’de özellikle koleksiyonerlere sesleneceğini belirten Hüner, "Ayrıca saat artık bir prestij göstergesi olarak kabul ediliyor Türkiye’de" dedi. "Saat istemeden verilen bir kartvizittir" benzetmesi yapan Hüner, Türkiye için 50 bin adet saat ayrılırken, bunun bir yıl içinde satılmasını öngördüklerini kaydetti. Lacoste saatlerinin de dünyada en fazla satış yapan distribütörü olan Hüner, "Raymond Weil gibi lüks markalara saate özel bir düşkünlüğü olanlar, koleksiyonerler ilgi gösteriyor" dedi.

Raymond Weil ile buluşma ’yanlışlıkla’ oldu

RAYMOND Weil ile Günsal Saat’in birlikteliği 32 yıl öncesine, her iki şirketin de yeni kurulduğu yıllara dayanıyor. 1960 yılından bu yana saat sektöründe faaliyet gösteren Güneş Hüner, bundan 30 yıl kadar önce başka bir markanın temsilciğini istemek üzere İsviçre’ye gidiyor. Ancak yanlışlıkla başka bir saatçinin kapısını çalıyor. Güneş Hüner, Raymond Weil ile kısa bir sohbetin ardından, bu işte bir yanlışlık olduğunu fark ediyor. Bay Weil, ise "Biz de saatçiyiz ama sadece İsviçre’de faaliyet gösteriyoruz. Bizim saatlerimizi de Türkiye’de satabilir misiniz" diye farklı bir teklif sunuyor. Güneş Hüner bunu kabul edince, bugün 100 ülkede faaliyet gösteren Raymond Weil’in dünyadaki ilk distribütörü oluyor.

Hürriyet, 20.10.2008, Sayfa 13.

Çok pahalı saatler ne işe yarar?

Kaya Çilingiroğlu kızgın bir tonda da olsa çok pahalı saatlerin ne işe yaradığını anlatıyor:

Saatimi satıp borcumu ödedim

"Bizim ailede elektrik faturası gününde yatar, maliye kağıtları atılmaz, vergiler gününde ödenir falan... Ben böyle büyüdüm. Borç aldın mı, borcunu verirsin. Çok sıkıştım, saatimi sattım, borcumu yine ödedim. Kimsenin haberi yok. Millet Hülya Avşar’ın kocası diyor! Minnet etmem. Çıkarırım üç tane saatimi satarım, arabamı satarım, tarlamı satarım, yine borcumu öderim.

Benim Hülya ile böyle bir ilişkim olsaydı, saatimi satar mıydım? Ya da derdim para olsaydı bir günde mi boşanırdım? Saatimi sattığım adam da Kapalıçarşı’da... İsmi Zafer, gidip sorun. Bu kadar da açık söylüyorum. Yeri geldi 100 bin dolarlık arabamı, 80 bin dolara sattım. 20 bin dolar zarar ettim ama kimseye Kaya Çilingiroğlu borcunu ödemez, bizi mağdur etti dedirtmedim."


Hürriyet Kelebek, 06.10.2005, Sayfa 3.

Değerini koruyan saat

Gazetelerde yayımlanan reklamlardaki değişimi anlatmak gerektiğinde 13 Aralık 1992'de Milliyet gazetesinde yayımlanmış bu ilanı gösteriyorum. Artık saat reklamları Türkçe yayımlanmıyor ne yazık ki. Üstelik bir zamanlar detaylı mekanik ayrıntılar verip kullanıcıyı bilgilendiren reklam yerine bugünlerde sadece görsel güzelliği ön plana çıkartan reklamlar yayımlanıyor. Güzel veya yakışıklı bir oyuncu/sporcu eşliğinde yayımlanan bu ilanlarda saatin mekanizması, güç birikimi gibi hayati bilgiler minik harflerle bir köşede keşfedilmeyi bekliyor. Muhtemelen İngilizce bilmeyenler için de bu bilgilerin bir önemi yok elbette.

Ne yazık ki 150 yıldan beri Türkiye'de saat üretilmiyor artık. Saatlerin tümü yurtdışından geliyor, bunun ezici bir ağırlığı da İsviçre'den ithal ediliyor. Malum "Swiss Made" sözcükleri kalite göstergesi. Her şey ithal, evet ama bari reklamlar Türkçe olsun demek istiyorum.

Saatlerin televizyon kanalı olur mu?



Düşüncenin sınırı yok. Konusu saatler olan bir televizyon kanalı olsa ne güzel olur diye düşünüyordum. İnternette gezinirken TimeTv ile karşılaştım. Bu sitede şahane videolar mevcut. Biraz önce Audemars Pigueot Ceo'su Georges-Henri Meylan ile yapılmış olan bir video röportaj izledim mesela çok güzeldi.

Öğrenmenin sonu yok. Saatlerin büyülü dünyası yüzyıllardır insan uygarlığın şık bir simgesi ve keşfettikçe arkası geliyor.

Uygun fiyata kaliteli saat



Melis Alphan

Saatleri Türkiye’de satılmaya başlanan Christina Hembo: “Saatlerim bugün moda yarın demode olanlardan değil. Bugün alıp beş yıl sonra hâlâ onu seviyor oluyorsunuz. Biz bunlara saat değil, ‘saati gösteren mücevher’ diyoruz”

Rolex’in bayisi olan ve Chopard, Breitling, Corum, Breguet, Longines, Mont Blanc gibi birçok prestijli markanın saatlerini Türkiye’de müşterilerine sunan Storks Mücevherat, portföyüne yeni bir isim ekledi: Christina Design London. Danimarka Kraliçesi ile sanat ve iş dünyasından pek çok kişinin tercih ettiği Christina Design London saatlerini Danimarkalı tasarım ikonu Christina Hembo tasarlıyor. Hembo’nun tasarımlarının özelliği her modelinde iyi kalitede pırlanta kullanılması ve uygun fiyata satılıyor olması. Fiyatlar 200-2000 euro arasında değişiyor.

Saatlerle ilgilenmeye ne zaman başladınız?
Kendimi bildim bileli mücevher ve saatlerle ilgiliydim. Küçüklüğümde bile sürekli mücevher mağazalarının vitrinlerini inceler, yeni bir şey gelip gelmediğine bakardım. O yüzden bugün yaptığım işi yapıyor olmam benim için çok normal.

Nasıl bir eğitim aldınız?
Danimarka’da yaşıyorum ama eskiden beri sürekli bir yerlerdeyim. Danimarka’da üniversitede önce işletme, sonra tasarım eğitimi aldım. İngiltere’ye gidip eğitimime orada devam ettim, üzerine bir de tasarım alanında yüksek lisans yaptım. Sonrasında kocamla birlikte markamızı kurmaya karar verdik. Kocam da ekonomi ve pazarlama alanında yüksek lisans yapmıştı. Markamızın adını Christina Design London koymaya karar verdik. Ben çizimleri yapıyordum, o işin satış-pazarlama kıs-mıyla ilgileniyordu. Bugün de aynı sistemle çalışıyoruz.


“Ryan Air’den ilham aldık”

İlk başta markanızı tanıtmak zor oldu mu?

Londra’da elimize saatleri alıp dükkân dükkân dolaştık. O ara bir tanıdığımız Danimarka’da beş hafta içinde bize bir sürü müşteri buldu. Hiç duyulmamış, yeni bir markanın ürünlerini ilk başta satmak çok zor. Ama müşterilerimiz bizim saatlerimizin pazardaki boşluğu dolduracağına ikna olmuştu. Bunlar İsviçre yapımı, en yüksek kalite pırlantalarla süslü saatler, ama fiyatları çok uygun. Yüksek kalite ve cazip fiyat birleşimi herkesin hoşuna gitti. Kimse bu fiyatlara bu kadar kaliteli saat yapmıyor. Fiyat politikamızı belirlerken de bize Ryan Air adlı havayolu şirketi esin kaynağı oldu. Sürekli Londra’dan Danimarka’ya Ryan Air ile acayip ucuza uçuyorduk. Diğer havayolu şirketlerinin Ryan Air’e göre neden o kadar pahalı olduğuna anlam veremiyorduk. Eğer uygun fiyatlara yüksek kalitede saatler üretemeyeceksek bu işi yapmayacağımıza karar verdik ama neyse ki başardık.

Saatleriniz hangi ülkelerde satılıyor?
Danimarka, Almanya, Hollanda, Rusya, Ukrayna, Çek Cumhuriyeti... Orta Doğu’da yedi ülkede satıyoruz. En çok Almanya’da satış yapıyoruz.

Kim nasıl saat seviyor?

Benimkiler bugün moda yarın demode olan türde saatler değil. Bugün alıyorsunuz, beş yıl sonra hâlâ onu seviyor oluyorsunuz. Tasarımlarım feminen; biz bunlara saat değil, “saati gösteren mücevher” diyoruz. Bu konsept de her pazarda yer buluyor. Orta Doğulular bol pırlantalı modelleri tercih ediyor. Türkiye’de de durum benzer galiba. Buralara satış yaptığımızda tasarımı değiştirmiyorum ama pırlantaların sayısını artırabiliyorum. Bence pırlanta arttıkça saat güzelleşiyor zaten. Ve pırlantalar hiçbir zaman demode olmayacak, yüzyıllardır moda pırlanta. Pırlantasız bir tasarımım yok. Kadın saatlerimde en az 12 pırlanta oluyor.

“Söylemiyorlar, ama erkekler de pırlanta seviyor”

Erkek saatleriniz de pırlantalı, değil mi?
Tabii ki. Bunlar öyle çok göze batan pırlantalar değil, küçük oldukları için çok şık duruyor. Erkek saatlerinin maskülen görünmesini istiyorum. Çünkü biraz feminen olursa erkeklerin hoşuna gitmez. Bence bu saatleri alan erkekler içinde pırlanta olmasından hoşlanıyor, sadece bunu söylemek istemiyor.

Saat tasarlarken nelere dikkat edilmeli?
Aklınızda fikirler olması gerek. Ben çok seyahat ederim ve gördüklerimi çizdiğim, not ettiğim bir defterim vardır. Koleksiyon hazırlamaya oturduğumda bu defter sayesinde aklımda birçok fikir oluyor. Ama saat tasarlarken benim dikkat etmem gereken en önemli şey, üzerinde çalıştığım modeli çok trendi yapmamak. Benim saat-lerim biraz klasik durmalı. En fazla, kayışları moda renklerde yapabilirim.

Christina Design London saatlerinin özellikleri neler?
Saatlerde 316 L çelik kullanılıyor. Bu çeliğin özelliği anti alerjik olması. Modellerin hepsi İsviçre yapımı ve İsviçre sertifikalı. Pırlantalar Top W ya da VVS kalite.

Her zaman kendi markanızın saatlerini mi takıyorsunuz?
Kesinlikle.

Peki kendi markanız dışında hangi markanın saatlerini beğeniyorsunuz?
Chopard.

Milliyet Cafe, 24.10. 2008, s.5

Zamanın usta şarkıcısı MeisterSinger artık Türkiye'de


İstanbul'da en sevdiğim saatçilerden olan Tevfik Aydın'ın önünden geçerken, kapının hemen yanında, her zaman Oris'lerin durduğunu gördüğüm köşede önce MeisterSinger logosunu (ki bu simgenin bu saate çok yakıştığını düşünüyorum) sonra da saatleri gördüm. Çok sevindim çünkü tasarım ve mühendislik olarak Alman saatlerini çoğu İsviçre saatinden daha çok severim. Alman saatlerindeki temel nokta gösteriş için olmamaları, mühendisliğe önem vermeleri, amaca yönelik tasarım geliştirmeleri, sade olmaları, temiz görünmeleri, azla yetinmesini bilmeleri, şahsiyet sahibi olmaları bence önemli özellikler. Bir yerde bütün yolların Roma'ya çıkması gibi saatler de İsviçre'yi gösterir, bu artık kaçınılmaz, ama her zaman bu böyle değildi elbette ibre daha önce başka ülkeleri gösteriyordu.

Meistersinger de öyledir, kalbi İsviçre ürünü olmakla birlikte bedeni tekrarlanan kalıplarının dışına çıkmasını bilmiştir. MeisterSinger Nº 01 bir mesela, bence bir saatçilik harikası, tam istediğim gibi sade bir görünüme sahip ve güçlü bir mekanizması var. Manfred Brassler'in bu saatleri tasarlarken geçmişten de ilham aldığını düşünüyorum, çoğu modelde saniye ibresinin olmaması hoş bence, akrep ile yelkovan birleşmiş akrepyelkovan olmuş, yüzyıllar önce de öyleydi, yelkovan ve saniye ibreleri çok sonra çıktı.



İçeriye girip fiyat aralığı nedir diye sordum. Ortalama 1000 Euro civarında imiş.

Brietling manzarası

Bugünkü Milliyet'in 3. sayfasında alışılageldik bir Brietling reklamı var. Zaten bu Navitimer modeli saatin tasarımını da kaç 10 yıldır değiştirmedikleri gibi reklamları aynı şekilde değiştirmeden yayımlıyorlar. Hatta geçen günlerde yayımlanan (Ekim 2008) Financial Times'ın How to Spend it ekinde 1960'larda yayımlanan Brietling reklamı vardı ki reklamdaki saat ile günümüz Brietling modelleri arasında pek bir değişiklik göremedim. Bu yüzden Brietling benim kişisel sözlüğümde 'sıkıcı'nın karşılığıdır. Gerçi anlatılan ilginç öyküler var, bu saatlerin pilotların hayatını kurtardığına dair. Takdir etmemek mümkün değil. Ama biraz daha yaratıcı olmaları gerektiğini düşünmekteyim.



Belki de saatin tasarımını değiştirmeye gerek yoktur, yanı herkes mutludur, ona bir şey diyemem, benim merak ettiğim başka bir şeydi. Bu durmadan hep aynı şekilde yayımlanan ilanda saatin arkasındaki manzarayı merak ediyordum. Belki benim gibi merak eden başkaları vardır diye saatin arkasındaki gerçeği göstermek istiyorum, iyi seyirler, bence reklamdaki saatten daha heyecan verici:

Jaeger-Lecoultre ve Altın Sokak



Geçtiğimiz Cuma günü (10 Ekim) Nişantaşı'na uğradım. Sabah saat 10 suları. Abdi İpekçi Caddesi'ndeydim. Milliyet gazetesinin efsane yayın yönetmeni Abdi İpekçi'nin adını taşıyan bu cadde acılı bir anının izlerini taşısa da temiz ve pak görünüşüyle her şeyi unutmuşa benziyor.

Sırtımı Abdi İpekçi'nin heykeline çevirdiğim vakit Cartier mağazasını gördüm. Gidip bakayım hangi saatler var diye ama kapalıydı. Yokuşu geri çıkmaya başladım ve Altın Sokak'a geldim. Sokağa girdim ve Jaeger-Lecoultre marka saatlerin segilendiği güzel bir butik gördüm. Ben vitrindeki saatleri seyrederken kapı tık diye açıldı ama ben kendimi bu pahalı ortama yakıştıramadığımdan içeriye girmek girişiminde bulunmadım. Kapı yeniden kapandı.

Vitrindeki Jaeger-Lecoultre saatlerini seyretmeye devam ettim. Henri Cartier-Bresson'un bazı fotoğraflarına bakarken, Leonardo da Vinci'nin resimlerine bakarken ne hissediyorsam aynı şeyleri hissediyordum. Hayranlık ve insan uygarlığının geldiği noktanın bir tezahürünü görmenin verdiği haz. Brancusi'nin bir heykeline bakar gibi baktım. Nazım Hikmet'in, Turgut Uyar'ın, Cemal Süreya'nın, İlhan Berk'in, Enis Batur'un şiirlerini okur gibi mutluydum.

Kapıya baktım tekrar. Acaba bir saat kataloğu var mıdır ellerinde? diye düşündüm. Kapıya yürüdüm ve açılmasını bekledim. Soğukkanlı ama güleryüzlü bir şekilde içeriye davet edildim. Saatlerin fiyatlarını sormak niyetinde değildim ama merak da ettiğimden sordum.

Tahmin edileceği üzere saatler pahalıydı. Ama hepten de ulaşılamaz değildi. Sıkı bir ekran kartı ve şahane bir monitörlü bilgisayar veya kaliteli bir dslr fotoğraf makinesi fiyatına iyi bir saat edinmek mümkün açıkçası. Saatin fiyatını artıran unsurlardan mesela kronometreye ben ihtiyaç duymam, günlük hayatta bu özelliği kullanmadıkları halde insanların gidip kronometreli saat almalarına da şaşırım zaten. İşte böyle kronometre gibi saatlere eklenen her unsur fiyatı artırıyor ama tabii saatin değeri de artıyor.

Mekanik bir saatin değerini artıran her eklenti aslında bir mühendislik ve tasarım buluşuyla çözülüyor ve bu da elbette ucuz olmuyor. Bazı saatler niye diğerlerinden farklıdır? Neden onları gördüğümüzde aklımıza kazınırlar da diğer saatleri gördükten sonra hemen unuturuz? İşte Jaeger-Lecoultre gibi şirketlerin farkı da burada. Unutulmayacak saatler üretiyorlar.

Dışarıya çıktığımda elimde muazzam fotoğraflarla dolu bir kitap vardı. Aslında sadece kitap demek yetmez kitap güzeli demek daha doğru. Bakana huzur veren siyah beyaz manzara fotoğrafları eşliğinde saat mekanizmalarının büyülü dünyasına bir yolculuk kitabı.

Mim Kemal Öke caddesine doğru giderken iwc saatlerinin butiğe de takıldım. Oldum olası iwc saatlerine bayılırım zaten. Onları seyrederken yağmur başladı. Mim Kemal Öke caddesinde de çok güzel saatler gördüm. Onlar da başka bir yazının konusu.

Lang Lang ve MontBlanc

Bugün Zaman gazetesinin 5. sayfasında MontBlanc'ın ünlü piyanist Lang Lang'ın bulunduğu bir reklam vardı. Saat ise "Star Cronograph GMT Automatic" isimli bir model. İlan yine ingilizce. Aşağıda ilanın italya'da italyanca yayımlanmış versiyonunu görüyorsunuz.

Yine Maurice Lacroix



Dün izinliydim gazetelere bakamadım. Ama bugün yine Türkiye gazetesinde Maurice Lacroix (LPI) ilanı gördüm, yine ikinci sayfada ve yine tam sayfa. Bonus olarak sayfayı çevirdiğimde ise Raymond Weil (Günsal) ilanı çıktı karşıma (New Freelancer Automatic chronograph with day and date).

Sadece bu ilanlar için bu gazeteye abone olacağım galiba. Bu ilanlar daha kaç gün çıkacak bilmiyorum ama takip edeceğim artık.

Louis Erard ve Maurice Lacroix



Bu sabah gazeteleri okurken, ilk önce Zaman gazetesinde Rotap'ın yayınlattığı bir Louis Erard ilanı gördüm. Son derece şık üç saat ve arkada bir saatin mekanizması görünüyordu. Doğrusu güzel reklamdı. Arkasından Türkiye gazetesi daha büyük bir sürpriz yaptı: 2 tam sayfa Maurice Lacroix reklamı! (LPI) görünce bir süre gözlerime inanamadım. Hele 2. sayfadaki saate (Masterpiece Lune Retrograde) bittim:

Olağanüstü güzellikte bir saat.

Bu güzel reklamların hepsi de İngilizce ne yazık ki. Olduğu gibi alınıp kullanılmış. Türkçe olsaydı daha hoş olurdu bence. Ama ne düşündüler bilemem, daha kolay olduğu için bu yöntemi seçtiklerini düşünüyorum. Daha önce yine bu gazetelerde Tag Heuer ve Omega reklamları görmüştüm. Onlar da çok güzeldi (ve elbette İngilizce) tabii.

Milliyet, Radikal, Vatan, Cumhuriyet filan gibi gazetelerde böyle ilanlar göremiyorum. Neden acaba?

Saatin, zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfettim



Figen BATUR

Nerede kalmıştık?

Geçen hafta üç günlüğüne gittiğimiz İsviçre’deki ilk günümüzü ve sıcakkanlılıklarıyla beni hayrete düşüren İşviçreli üç Piaget yöneticisini anlatmış, ertesi gün üretim tesisinin bulunduğu Cotes aux Fees adlı köye yaptığımız geziden söz etmiştim.

Köy, natürmort gibiydi.

Müthiş güzel ve ölü.

Yazıyı iki de fotoğraf süslüyordu.

Birinde Piaget kurucusu Eduard Georges Piaget’nin evinin önünde grup halinde poza durmuşuz, hayli büyük olan ikincisinde de gözüme monokl gibi bir nesne tutmuşum.

Plastik bir torbada durduğundan pek anlaşılmıyor ama gözüme tuttuğum nesne fabrikada yapımı henüz tamamlanmış özel üretim bir saatti.

Çinli bir milyaderin siparişi üzerine kırmızı altın ve mine kullanılarak yapılmış, yan çeperine gözetleme kuleleriyle Çin seddinin, kadrandaki akreple yelkovanın birleştiği noktanın tam altına da kıvrım kuyruklu bir ejderha motifinin nakşedildiği hayli çirkin bir saat.

Dünyada tekmiş.

Fiyatı henüz belirlenmemiş ama İstanbul’un orta halli bir semtinde değil daire, sokak satın alabilecek bir meblağ olduğu kesin.

Aynı bölümde üretilen tek saat o da değildi üstelik.

Biri milyarder bir New York’lu, diğeri milyarder bir Rus, sonuncusu ise elbette gene milyarder bir Paris’li için, sipariş üzerine üretilen üç ayrı saat daha vardı.

Her biri farklı renk altından ve farklı renk mineyle işli, her biri sipariş sahiplerinin yaşadıkları şehirlerin sembolleriyle süslü, zevkten muaf üç saat.

New York’luya tipik bir Manhattan manzarası, Rus’a soğan kubbeleriyle Kremlin Meydanı, ne menem bir Fransız olduğunu kestiremediğim Parisli’ye de kesişen bulvaların ortasında yükselen Zafer Takı uygun görülmüş.

Kitsch desen kitsch değil, güzel desen haşa, bu saatleri ısmarlayanlar kimdir neyin nesidir, içinden çıkmak zor.

Hadi Çinli ile Rus paraya yeni kavuştular diyelim, New York’luyu da özel bir vaka olarak addedelim de, gerçekten Parisliyi kestiremiyorum.

Böyle bir saati kim takar Allah aşkına?

Kim böyle bir saate servet harcar?

Gözümün önüne, yıllar önce Moskova’da gördüğüm kaportası boyalı Ferrari geliyor.

Ferrari’nin sahibine Ferrari sahibi olmak yetmemişti ki anlaşılan, kırmızı arabanın her köşesini yeşilin bütün tonlarını barındıran bir cangıl resmiyle kaplatmış, cangılın ortasına da Tarzan ile Ceyn’i kondurtmuştu.

Daldan sarkan Çita’yı unutmadan.

Önümden geçen bu garabete ağzım açık bakakalmış, sonradan servetleri elli milyon dolardan başladığı söylenen ve kendilerine yeni Ruslar denen zevatın az bulunan pahalı arabalara bayıldıklarını, onları daha da özel kılmak için olsa gerek siparişlerini ’resimli’ verdiklerini öğrenmiştim.

Tarzanlı Ferrari’nin yanında Çin sedli Piaget elbette sudan çıkma ak kaşık.

Gene de zarafeti kendine şiar etmiş Piaget’nin nasıl olup da bu özel siparişleri kabul ettiğini anlayamıyorum.

Anlamayacak ne var oysa.

Para ve düdük ilişkisidir olsa olsa.

Yaklaşık üç saattir Cotes Aux Fees’deki fabrikayı turluyoruz. Dağıtılan beyaz önlüklerimizi özenle giymiş, bize her bölümde kimlerin çalıştığını, neler yapıldığını açıklayan Yves’in peşi sıra dolaşıyoruz.

Başlarına özel ışıklar takmış, gözleri mikroskop lamellerine mıhlı, ellerindeki kıl gibi aletlerle vida çeviren, hafif hipermetrop birinin asla göremeyeceği küçüklükteki yakutları mekanizmanın çıplak gözle görülmeyen deliklerine yerleştiren, sonra çıkartan sonra yeniden yerleştiren, yerine yerleşip yerleşmediğini önündeki bilgisayar ekranına bakarak kontrol eden, ya da buna benzer zahmetli başka işler yapmakta olan gençlerin çalıştığı salonların her birinde saatlerin özel bir parçası üretiliyor ve Yves bize bu kılı kırk yarma işinin bütün merhalelerini anlatıyor.

Anlatmasına anlatıyor ama gel de anla.

Arada başımı onaylar gibi sallıyor, zaman zaman çenemi sıvazlayarak bir iki soru soruyorum ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, işin teknik bölümü beni aşıyor.

Üç saat süren gezme, görme ve dinlemenin sonunda anladığımsa şu:

Piaget saatlerinin yapımında kullanılan her parçanın üretimi fena halde meşakkatli ve fena halde uzun sürüyor.

Üstelik bu kum zerresi parçalar yüzlerce kez kontrolden geçiyor.

Bu da imalatın sınırlı olması anlamına geliyor.

Üretimde kullanılan teknoloji, Piaget için çalışan mühendislerin geliştirdikleri özel bir teknoloji.

Kullanılan malzeme dünyada bulunanların en iyisi.

Kısaca sınırlı ve pahalı bir üretimden söz ediyoruz ki, bu da dünyanın her dilinde ’nadide’in karşılığı demek değil mi?

Ayrıca pek de altını çizmedikleri, zaten saat düşkünü herkesin bildiğini varsaydıkları bir husus var ki, duyunca şaşırdım.

Meğer dünyada sadece Piaget ve Rolex markaları, saatlerini A’dan Z’ye kendi tesislerinde üretir ve saatin kalbi diye adlandırılabilecek mekanizmayı kendileri yaparlarmış.

Diğer bütün ama bütün saat üreticileri saatlerinin kalbini dışarıdan alırlarmış.

Kimi ondan kimi bundan yüzde doksanı da Swatch’dan.

*

Kartpostal manzaraya bakarak yediğimiz öğle yemeğinin ardından Cenevre’ye dönüyoruz.

Bu saat hikayesinin on dokuzuncu yüzyıl başlarında neden başka bir yerde değil de bu ıssız köyde başladığını da dönüş yolunda uğradığımız Saint Croix adlı kasabada öğreniyoruz.

Köye yakın bu kasaba yüzlerce yıldır müzik kutuları üreten bir kasaba.

Hani kapağını açtığınızda içinden bir balerinin fırladığı ve bilinen bir ezgi eşliğinde dönmeye başladığı kutular vardır ya, işte o kutular ve çok daha gelişkin olanları meğer burada, Saint Croix’da üretilirmiş.

Bu dağlardaki kışlar da malum.

Kar yağdı mı kalkmaz, yollar kapanır, bahar gelene dek çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan yöre ahalisi evlerine kapanırmış.

İşte bugün dünyanın en iyi saatlerinden biri addedilen Piaget’nin öyküsü de böyle başlamış.

Büyük büyük büyük dede Piaget, müzik kutusu yapmaktan eli zaten ince işlere yatkın kişileri uzun kış gecelerinde boş oturacaklarına saat mekanizmaları yapmaları için teşvik etmiş.

Ediş o ediş...

*

Üçüncü gün Piaget’nin Cenevre yakınındaki ikinci üretim tesisini gezeceğiz.

Kaba bir deyişle Cotes Aux Fees’de saatlerin içi yapılıyorsa burada süsü yapılıyor.

Tasarım ekibi ve tasarım ekibinin tasarladığı modelleri üretilebilir kılacak teknik ekip de burada.

İlkine oranla hayli büyük bir fabrika bu.

Çevrede başlarına ışıklar takılı gözleri lamellere çakılı saat yapımcılarından ziyade işlerinin ehli kuyumcular, sadekarlar, nakkaşlar, mıhçılar var. Ve mebzul miktarda altın, zümrüt, pırlanta...

Her bir nakkaşın, her bir mıhçının, her bir sadekarın önünde duraklayarak gezmeye başlamadan önce Carole bize toplantı odasında slayt gösterisi yapıp kısa bir Piaget tarihi anlatıyor. İlk kuşağın ne kadar azimli, ikincinin sağlamcı, üçüncünün yenilikçi, dördüncünün kurumsallaşmaya inanan insanlar olduğunu göz önüne seren kısa bir Piaget tarihi.

İşte Polo. Şık.

İşte Jacqueline Kennedy’ye hediye edilen zümrütlü altın saat. Zarif.

İşte dünyanın en ince saatlerini yapmakla övünen firmanın mekanizmayı bir doların içine bile yerleştirebilirim inadıyla ürettiği saat. İddialı.

İşte bir başkası. Gösterişli.

Bir diğeri daha. Fiyakalı.

Çin Seddi’ni çoktan affettim.

Olur da Cenevre’ye yolu düşecek olanlar olursa da, saatin zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfetmeleri için Rue du Rhone’daki Piaget galerisini gezmelerini hararetle tavsiye ederim.

Benim saatlerle olan ilişkime gelince...

Nereeeden nereye derim.

Hürriyet Cumartesi, 04.10.2008, sayfa 4.

"İnsanlar saati statü sembolü olarak görmeye başladı"



Melis Alphan
Fotoğraf: Garbis Özatay

Ünlü İsviçre saatlerinin Türkiye mümessilliğini yapan LPI firmasının genel müdürü Cent Uğurdağ:
"Yeni bir ev, araba ya da cep telefonu aldığınızda çok daha çabuk algılanabiliyor. Benim kolumdaki saatin nasıl bir saat olduğunu birinin hemen algılaması zor. Ancak ilgilenen anlayabilir. İlgilenenlerin sayısı da giderek artıyor"


Saat aslında insana dair sanıldığından çok daha fazla bilgi veriyor. Birinin saatine bakarak onun kişiliğini ve sosyal konumunu üç aşağı beş yukarı anlamak mümkün. Tabii artık saat bir ihtiyaç olmaktan çıktı ve giysileri tamamlayan bir aksesuvar halini aldı. Durum bu olunca, tek bir saatle yetinmek de zor oldu. Artık insanlar iş kıyafetleriyle ayrı, gündelik kıyafetleriyle ayrı, bir davete giderken ayrı, plajda ayrı saat takıyor. Her ne kadar rakamlar erkeklerin daha çok saat aldığını doğrulasa da burada da bir yanılsama var. Büyük saat her daim moda olduğu için birçok kadın erkek saatlerini tercih ediyor. İsviçreli saat markalarının Türkiye mümessilliğini yapan LPI firmasının genel müdürü Cent Uğurdağ şöyle diyor: "Değerli ve özel saatlere erkeklerin ilgisi daha fazla. Değerli derken, erkekler genelde taşlı, pırlantalı saat almıyor. Onların aldığı değerli saatler gerek malzemesi gerek içindeki mekanizmasından dolayı pahalı oluyor. Erkekler bu konuya daha çok özen gösteriyor."

LPI ne zaman kuruldu?

1993'ten beri bazı İsviçre saatlerinin Türkiye'deki mümessilliğini yapıyoruz. 13 yıl önce ilk markamız Tissot ile bu işe başladık. 1994'te Maurice Lacroix'nın, 1996'da ise TAGHeuer'in Türkiye mümessilliğini aldık. 2004'te yeni markalarla görüşmelerimiz başladı. Önce Baume&Mercier ve Cartier, ardından da geçen yılın sonunda Glashütte ve Blancpain'in Türkiye mümessili olduk.

"Saat bugün ciddi bir aksesuvar"

Bu işe girmeden önce de saatlere meraklıydınız herhalde.

İlk başta değildim. 1993'te tesadüfen saat işi yapmaya başladım. Sonradan ilgim arttı. Saat değişik bir ürün. Tekstil işiyle uğraşan biri her gördüğü kıyafete o kadar detaylı bakıyor mu bilmiyorum ama dünyanın her yanında saat işiyle uğraşanlar saate konsantre oluyor ve sevmeye başlıyorlar.

İnsanların genellikle tek bir saati mi var?

Bu biraz gelişmişlikle ilgili bir şey. Örneğin, Almanya'da insanların sahip oldukları yüz do- ların üzerindeki saat sayısı dört-beş yıl önce kişi başına 4,3'tü. Türkiye'de bununla ilgili bir araştırma yok ama saat 1970'lere kadar saat sa- dece fonksiyonundan dolayı alınan bir üründü.

1980'den sonra saat sadece fonksiyonuyla ön planda olan bir ürün olmaktan çıktı. Bugün ciddi bir aksesuvar. Modayla da çok bağlantılı. Farklı versiyonlarda saatler var. O yüzden de artık insanlar tek bir saatle idare etmiyor.

Saat kişinin kıyafetine mi uygun olmalıdır?

Sizde ne ön plandaysa, saat de ona uygun olmalıdır. Bir erkek çok iddialı bir ayakkabı giyiyor, çok iddialı bir kemer takıyorsa, takım elbisesi de buna uygun- dur. Saatin de bütün kıyafete uygun olması beklenir. Kadınlarda kıyafetin yanında kullanılan diğer aksesuvarlarla uyumlu olması önemli.

Bir de fonksiyonellik var. Deniz kenarında deri kayışlı bir saat kullanmanız çok mantıklı değil. Gece çok şık bir davete giderken spor saat takmanız da uygun değil, biraz daha abiye bir saat takmanız gerekir.

Hem kılık kıyafetiniz hem de içinde bulunduğunuz ortam hangi saatin takılmasının doğru olacağıyla ilgili ipuçları verir.

Saatin bir modası var mı?

Kısmen var, kısmen yok. Aslında saat çok klasik bir ürün. Otomobiller, binalar 50 yıl öncesinden çok farklı, teknolojinin bundaki etkisi büyük. Bugün saat üretiminde de teknoloji kullanılıyor ama prensibinde geçmişe göre çok büyük farklılıklar yok.

Biz ilk bu işe başladığımız yıllarda bayiler saate yandan bakıp inceliğiyle onun güzelliğini değerlendiriyordu. Bugün tekrar yandan bakıyor, inceyse "Bu ince" diyorlar, o kadar.

Kaba, biraz büyük saatler, özellikle yaz aylarında renkli saatler ilgi çekiyor. Ama genel olarak belirli bir fiyatın üzerinde saat alan erkekler deri kayışlı saatleri tercih ediyor.

Son dönemde pembe altın saatler rağbet görüyor. Koyu renkli kadranlar moda. Bütün moda markalarının da saatleri var. Bu yıl erkeklerin ceket kolu boyları kısa tutulmuş ki saatler gözüksün.



Müşterilerinizin çoğunluğu erkekler mi?

Bütün dünyada saat tüketicilerinin yüzde 60'ı erkekler, yüzde 40'ı ise kadınlar. Fakat bu oran son dönemde biraz yanlışlık içermeye başladı.

Kadınlar da çok iri, büyük erkek saatlerini alıyorlar. O yüzden bu konuda çok net bir şey söylemek mümkün değil ama erkekler daha çok saat kullanıyor. Değerli ve özel saatlere erkeklerin ilgisi daha fazla.

"Osmanlı saate meraklıydı"

Siz daha önce "Bizde saat kültürü yok" gibi bir açıklama yapmıştınız.

Bu biraz abartıldı. Saate gelişmiş ülkelerde olduğu kadar özen göstermiyoruz. İnsanlar maddi durumları iyileştikçe oturdukları evi, mobilyalarını, arabalarını, cep telefonlarını değiştiriyorlar ama çoğunluk saate bu özeni göstermiyor. Yoksa bunu kültür eksikliği olarak algılayamayız.

Sonuç olarak Türkiye'de 1983-84 yılına kadar resmi ve ciddi bir ithalat yapılması mümkün değildi. Halbuki Avrupa, Japonya ya da ABD'de yıllardır saatçilik sektörü gelişmiş vaziyette. Bizde hem insanlara bu sunulmamış hem insanların bunu alma imkanı çok küçük bir zümreyle sınırlı kalmış. Öyle olunca da insanların alışkanlıkları, ilgileri gelişmemiş.

Başka bir nokta daha var. Yeni bir ev, araba ya da cep telefonu aldığınızda çok daha çabuk algılanabiliyor. Ama şu anda sizin benim kolumdaki saatin nasıl bir saat olduğunu hemen algılamanız mümkün değil. Ancak çok ilgilenen birisi anlayabilir. Bilenlerin sayısı giderek arttığı için artık insanlar da saati yavaş yavaş bir statü sembolü olarak görmeye başlıyor.

Osmanlı İmparatorluğu'nda da saat prestij unsuruymuş. Hatta İsviçre'nin saat konusunda bu kadar güçlenmesinin nedeni de Osmanlı'ymış.

Osmanlı İmparatorluğu 1800'lerin başına kadar zenginliğin olduğu bir dönem. Avrupa ise o zamanlar çok iyi bir durumda değil. Daha sosyal bir yapıyla gelişiyor. O yüzden İsviçreliler o dönemde padişahın çevresine çok servis vermişler.

Hatta birçok saat markası yaptıkları özel modelleri önce getirip padişahlara göstermiş. Padişahlar da birçok saat ustasını çağırıp İstanbul'da misafir etmiş ve kendilerine özel saatler yaptırmışlar.

Saat kulelerine de çok özen gösterilmiş o dönemde. Dini faktör de var. Örneğin Teşvikiye Camii'nin yanındaki Teşvikiye kafe eskiden saat merkeziymiş. Orada saatlerin ayarları yapılıp halkın vaktinde camide olması sağlanırmış. Topkapı sarayında da çok değerli saatler var.

Saat alırken nelere dikkat etmek lazım?

Kullanma şartlarınıza uygun olmalı. Örneğin, devamlı denize giriyorsanız deri kayışlı bir saat almamalısınız. Bütün takılarınız beyaz altınsa sarı renkli, altın veya altın kaplama bir saat almanız çok tavsiye edilen bir şey değil.

***

Kişiye özel kadran

Yedi İsviçre markasının mümessilliğini yapıyorsunuz. Bu markalardan biraz bahseder misiniz?

Tissot en uygun fiyatlı markamız. Fiyatlar 150-200 YTL'den başlıyor, 1000 YTL'ye kadar çıkıyor. Tissot'nun fiyat avantajına rağmen çok teknolojik saatleri var. Maurice Lacroix ağırlıklı olarak mekanik saatler yapıyor. Fiyatları 500-20 bin YTL arasında değişiyor. TAG Heuer dünyanın en prestijli spor saat markası. Hem şık hem spor saatleri var. Fiyatlar 1000- 5 bin YTL arasında. Baume&Mercierlüks ve kısmen mücevher saatler üretiyor. Fiyatları ortalama 3-4 bin YTL civarında. Cartier'nin kalem ve çakmaklarını satışa sunuyoruz. Glashütte ve Blancpain İsviçre'nin üst düzey ve pahalı saat markaları. El işçiliği söz konusu, özel malzemeler kullanılıyor. Bu markalardan saat alan kişilere özel kadranlar yapılabiliyor, makinesinin üzerine isim yazdırılabiliyor. Fiyatları 4-20 bin YTL arasında değişiyor.

Şimdiye kadar hep toptancılık yaparken kısa süre önce ilk mağazanızı açtınız.

Yedi-sekiz ay konsept üzerinde çalıştık. Mağazada saat ve çikolatayı kombine ettik. Başka yerlerde de, hatta yurtdışında da şubeler açacağız. "İnsanlar saati statü sembolü olarak görmeye başladı"

Milliyet Moda, 21.09.2006, sayfa: 6.

Atina'da Osmanlı saatleri




Yorgo Kırbaki

Vakit nakit olduğuna göre, vaktin tartışılmaz kanıtı bir saatin değeri nedir?

Eğer bu saat 19. yüzyılın sonlarından bir Vacheron Constantin, 18. yüzyılın ikinci yarısından bir Jean Broquet Savmur ya da aynı yüzyılın ikinci yarısından bir George Charlie ise ne paha biçilmeli?

Atina'da, tarihi Akropolis mabedinin eteklerinde üç katlı neoklasik bir binada barınan Lalaunis Müzesi'nde sergilenen 340 cep saati bu sorulara yanıt arıyor.

Böyle bir serginin açılması fikri üç yıl önce doğdu. Önce slogan belirlendi: "Ninenin sandığını aç ve o saati bulup bize getir." Sonra slogan kulaktan kulağa yayıldı. Kısa bir süre içinde üç binden fazla cep saati toplandı. Ardından uzmanlar bu saatleri tarihi, sosyal ve ticari kriterlerle mercek altına aldılar. Sonuç göz kamaştırıcıydı.

Lalaunis Müzesi'ndeki sergide "Osmanlı pazarı" için imal edilmiş cep saatleri ayrı bir yer tutuyor. Sözgelimi üzerinde İstanbul'daki mümessilinin adı yazılı 19. yüzyıldan kalma bir Longines, ya da 18. yüzyılın ikinci yarısından kalma üç ayrı kasalı Amalric Freres... Anlaşılan o ki 18. ve 19. yüzyıllarda İstanbul piyasası için İsviçreli ile İngiliz saat üreticileri arasında epey rekabet yaşanmış.

İsviçrelilerin saat imalatında "ayıp şeyler" yaptıklarını hiç duymamıştım ama 19. yüzyılda İsviçre'de imal edilmiş üzerinde ise "Dent, London" yazan cep saati pek de masum değildi.

Şeyhülislam'ın ipek cep saati kılıfı ve TCDD'nin çalışanlarına yeniden dağıtacağını duyduğum Serkisof'lar ise serginin hoş sürprizleriydi.

Sergilenen cep saatlerinin değeri 50 ile 100 bin euro arasında değişiyor.

Yaklaşık iki saat kaldığım sergiden ayrılırken İstanbul'dan, İzmir'den, Anadolu'dan bu diyara göç eden insanların beraberlerinde getirdikleri onca güzellikleri düşündüm.

Hürriyet Cumartesi, 4 Mart 2006, Sayfa: 7

Osmanlı İmparatorluğu'nda İngiliz Saatleri ve Topkapı Sarayı Koleksiyonu

Netice YILDIZ

İngiliz - Osmanlı ilişkileri 1583 yılında İngilizlerin düşük vergi miktarları ile ticaret yapmalarını sağlayan ilk ayrıcalıkları içeren kapitülasyonu imzalamaları ile resmen başlar. Ticaret kuruluşlarının, özellikle de Turkey Company'nin temsilcileri bu hakların elde edilmesinde aracı rolü oynarlar ve ilk resmi elçiler olurlar. Elçilerin isteklerini iletebilmelerinin tek yolu Sarayda huzura kabul edilme idi. Bu nedenle de Padişah'ı ve diğer devlet görevlilerini memnun etmenin yollarını bulmak zorunda idiler.

İngiliz elçileri de diğer Avrupalı ülkelerin elçilerinin daha önceden başlattıkları zengin hediyeler getirme geleneğine uyarak özellikle türlü marifetleri olan mekanik bir saat ve zengin kumaşlardan oluşan bir hediye paketini padişaha sunmaları, elçi kabul törenlerinin önemli bir kısmı olur. 1599 yılında Dallam'ın yaptığı orglu saatin ünü, bu saat, sarayda sadece 15 yıl gibi kısa süre kalabilmişse de hala anımsanmaktadır. Bu gelenek, saatlerin saray ve köşklerin veya zengin evlerinin iç mekanlarının vazgeçilmez aksesuarı veya şık giysileri tamamlayan birer takı olarak benimsenmesine neden olur. Ticaret alanında iyi bir planlama yapan İngiliz tüccarlar böylece Türklerin bu saatlere olan düşkünlüğünü farkedip, ülkelerinde özellikle Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan müslüman veya gayri müslimlerin beğenisine hitab edecek tarzda saat tasarımları yaptırıp, bol miktarda saat ihraç etmeyi başarırlar ve özelllikle 18. yüzyılda saat ticaretini ele geçirirler. Bu saatlerin çoğu günümüze gelmeyi başaramamışsa da özellikle Topkapı Sarayı Müzesi Saatler Bölümü bugün kimisi diplomatik kimisi de özel siparişlerle saraya giren çok sayıda İngiliz saati barındırması ve Türk pazarı için özel olarak tasarlanmış İngiliz saatleri konusunda en iyi örnekleri içermesi nedeniyle en önemli kolleksiyon sayılır. Osmanlı İmparatorluğu"nda batı sanatının benimsenmesinde de önemli bir payı olan bu eserler iki ülke arasındaki diplomasi ve ticari ilişkilerin tarihine de açıklık getirmektedir.

Makalenin tamamı için ayrıca bkz:

BELLETEN Dergisi, Cilt: LXX * Sayı: 259 * Sayfa: 645-700 * Yıl: 2006 (6 Belge ile birlikte)

Bir İsviçre saatini özel biricik ve pahalı yapan şey nedir?



Figen Batur

Bundan bir süre önce biri çıkıp da İsviçre’de harika üç gün geçirecek ve hayatında görmediğin kadar sıcakkanlı ve sevecen üç İsviçreli ile tanışacaksın dese güler geçerdim.

Geçirebileceğimi rahatlıkla düşündüğüm üç harika gün yüzünden değil, üç "sıcak ve sevecen" İsviçreli yüzünden elbet.

İsviçreli dediğin benim için düzgün, mesafeli, hesaplı insan demek oldu hep.

Bu da düzgün eşittir işbilir, mesafeli eşittir kibirli, hesaplı eşittir cimri.

Bana göre İsviçrelilerden iyi ortak çıkardı da, iyi dost, ııhh.

Birlikte iş çevirebilir, briç oynayabilir ya da ne bileyim St.Moritz’de slalom yapabilirdiniz de, ne ak ne kara gününüzde yanı başınızda bu ufak Orta Avrupa ülkesinin vatandaşlarından birini bulamazdınız.

Aslında bunca ahkamı neye dayanarak kestiğim de meçhul.

Çok mu uzun süre İsviçre’de yaşadım? Yoo.

Çok mu İsviçreli tanıdığım oldu? O da değil.

Güneylilerin sıcak, kuzeylilerin soğuk insanlar oldukları gibi bilindik önyargılardan biri farkına bile varmadan gelip içime yerleşmiş işte.

Bunun küllum yekun tepetaklak olması içinse Cenevre’ye gitmem gerekliymiş.

Cenevre havaalanından çıkar çıkmaz yüzüme çarpan rüzgar içimi öylesine titretti ki, başımı çevirip önce ha yağdı ha yağacak gökyüzüne, sonra kötü kötü yanım sıra yürüyen Banu’ya baktım.

Nasıl bakmam?

Arkamda otuz altı dereceyi, çarşaf denizi, mehtaba dalıp gittiğim melisa kokulu ılık Bodrum gecelerini bırakmış, yılın bu güzelim ayında Banu davet etti diye kalkıp Cenevre’ye gelmişim.

Hoş Banu istese, değil meteorolojinin beş günlük tahminlerinde on üç dereceyi dirhem aşmayan sıcaklığıyla sonbahara teslim Cenevre’ye, sulu sepken kar yağışı beklenen Helsinki’ye bile giderim, o da ayrı.

Bir de oltanın ucunda Piaget var.

*

Hiç saat düşkünü olmadım.

Hiç ciddi paralar ödeyerek afili bir saat almadım.

Üstelik Quartz çıktığından beri saatlere servet ödemenin delilik olduğunu, üç kuruşluk saatle üç trilyonluk olanının eninde sonunda aynı dakiklikle çalıştığını, saat denen meretin erkeklerin tek aksesuvarı olması hasebiyle zamandan çok onların varsıllıklarını gösteren araçlardan biri olduğunu düşünenlerdenim.

Ama ailede, çevrede, saatlerle yatıp saatlerle kalkanlar da yok değil.

Kulağımda çocukluğumdan kalan "Kazandığı ilk parayla gidip kendine bir Zenith almış", ya da "İstemeye geldiklerinde altın bir Vacheron Constantin getirmişler", "Dikkat ettin mi kolundaki Piaget" gibi cümleler var.

Buna sünnet düğünlerinde takılan ciddi Omega’ları görür görmez büyüyüveren oğlan çocuklarını, bir dönem kadın erkek herkese bulaşan Rolex çılgınlığını, Patek Philippe’çilerin tıpkı Cartier’ciler gibi klasik, IWC’cilerin farklılıklarının altını çizmeye meyyal, Müller’cilerin caka sever insanlar olduğunu anlatan anektodlarla o minicik alet için duyduklarını düşündüğüm hırsı, hevesi, isteği ekleyin; saat hastalığına tutulmanın ne olduğunu az buçuk bilirim.

Bilmediğim; onu biricik, özel ve pahalı kılanın ne olduğu.

Eh bu durumda da Piaget daveti bulunmaz nimet.

Dört kişilik küçük bir grubuz: Ben, Büyük Banu yani Birkan, Rob Report’dan küçük Banu yani Kılıçdaroğlu ve Chronos Saatçilik’ten Dafne Kısakürek.

Daha önceki Cenevre seferlerinde sadece lokantasına gittiğim La Reserve’de konaklayacağız.

Otel, havaalanı ile şehir merkezi arasında, büyük bir parkın ortasına kurulmuş, lokantaları ve spa’sı ile ünlü tumturaklı bir otel. Programda öğleden sonra serbest zaman olarak bırakıldığından, odalarımıza yerleşmemizle fırlıyor, eski şehri gezmeye gidiyoruz.

Daracık sokaklar, antikacılar, sanat galerileri, mutfak edavatından döşemelik kumaşa akla gelebilecek her türlü ev malzemesi satan şık dükkanlar, teraslarında kaşkollara sarılmış insanların oturduğu kafeler, küçük sayılabilecek bir meydanda bütün heybetiyle yükselen katedral derken dolaşa dolaşa aşağıya, Rhone kıyısına iniyoruz. Manzara değişiyor. Artık herhangi bir Orta Avrupa ülkesinde değil, İsviçre’deyiz. Bankalar, bankalar, bankalar.. Firkete almaya kalksan servet ödeyeceğin markalar, markalar, markalar, mücevherciler, ciler, ciler ve elbette saatçiler, çiler, çiler, çiler, çiler.

Otele dönüp akşam yemeğine inmek için hazırlanıyoruz.

İlk şokumu orada Eduard ile tanıştığımda yaşıyorum. Bu uzun boylu güleç İşviçreli Piaget’nin üst düzey yöneticilerinden biri. Dubai’de yaşıyor ve dünyanın dört bir yanını dolaşıyor. Neden Dubai’de yaşıyorsunuz diye bir soru sorayım da sizi hayretlere boğayım diye söze başladığımda öyle bir kahkaha salıveriyor ki, İsviçreliler’e yönelik önyargılarım daha o anda yerle yeksan oluyor.

Bizim dışımızda dört kişilik küçük bir Hintli grup daha var. Hint Officielle’inde, Vogue’unda ve ülkenin en büyük özel uçak filosu Jet Air’in akıl almaz tirajlı dergisinde yazan üç genç kadın ve Piaget saatlerinde kullanılan pırlantaları temin edip aynı zamanda Richmont grubunun tüm ayrıcalıklı ürünlerini ülke çapında dağıtan bir şirketin yöneticisi Jay.

Eduard ile saat dışında hemen herşeyden laflamaya başlıyoruz. Bir ara İsviçreliliği tutuyor ve bana Piaget sizin için ne ifade ediyor diye soruyor. Bana hiçbir şey ama anneme çok şey diyorum. Bu kaçamak cevabın Arşimed’in sabunu gibi etki yaratacağını nereden bileyim?

Eureka der gibi, öyle bir "İşte bu!" diyor ki, markanın politikasının ben ne kadar gençsem artık, gençlere ulaşmak olduğunu anlıyorum.

Yemek bitiyor ve ertesi sabah hem Eduard’ın hem de henüz tanışmadığımız Carole de Oix adında bir yöneticinin katılacağı Cotes au Fees seferi için buluşmak üzere sözleşiyor, odalarımıza çekiliyoruz.

Ben gene hemen, Carole’u soyadındaki -de eki yüzünden kibirli bir aristokrat ve gittiğimiz yeri sonundaki fees eki yüzünden perili bir masal kenti olarak hayal ediyorum.

Havanın bu peri diyarında üç derece civarında olacağını söylediklerinden, bavulda ne varsa üst üste geçirmiş halde küçük minibüsümüze doluşuyoruz.

Çıka çıka karşıma bırakın burnu büyük bir aristokrat, kürdan gibi komik mi komik bir kadın ve adına köy bile denemeyecek mezra büyüklüğünde küçük bir yerleşim yeri çıkıyor.

Perili olduğu kuşkulu ama ne yalan, kartpostal gibi.

Ben bir yandan önümde ilerleyen gruba yetişmeye çalışır bir yandan da tepesine bulut çökmüş çam ormanıyla kaplı tepelere ve önümde uzanan yemyeşil vadiye bakarken yüzümdeki şaşkınlığı fark eden Carole, yanıma yaklaşıp ileride geviş getiren ineklerle otlayan koyunları göstererek fees’nin anlamının sadece peri değil aynı zamanda yerel dilde koyun da demek olduğunu fısıldıyor.

Ve o koyun sözcüğüne öyle bir vurgu vuruyor ki, gülmeye başlıyor ve bundan yüz otuz dört yıl önce Georges Eduard Piaget adlı on dokuzunda genç bir adamın, doğup büyüdüğü ve bitmek bilmez uzun kış gecelerinde gaz lambasının soluk ışığı altında o dönem için bulunmaz dakiklikte saat mekanizmaları yaptığı evin önüne geliyoruz.

Hatıra fotoğrafı.

Evin karşısında ellili yıllarda inşa edilmiş mütevazı bir bina var.

Piaget efsanesinin doğduğu yer arkamızdaki ahşap ev ise, sürdüğü yer bu bina.

Yaş ortalaması otuz altı olan gençlerin karşılarında uzanan kartpostal manzarasına bakarak günde sekiz saat kafalarını kaldırmadan çalıştıkları yer burası.

Fabrikanın İnsan Kaynakları Müdürü Yves kapıyı açıp Gulliver’in dünyasına hoşgeldiniz, diyor.

Eşikten adım attığımız andan itibaren gerçekten de büyülü bir dünyaya giriyoruz.

Ve saati özel, biricik ve pahalı yapan şeyin ne olduğunu orada, o büyülü dünyada öğreniyoruz.

Haftaya...

[Hürriyet Cumartesi, 27 Eylül 2008, Sayfa: 7]

ZAMANIN TAMİRCİSİ SELMAN USTA



Der Uhrmacher ist ein Erfinder, Konstrukteur und Erbauer von Uhren, speziell mechanischen Uhrwerken und deren Zubehörteilen. Der Beruf beinhaltet aber insbesondere die Wartung und Pflege von Uhren aller Art. Und der einzige türkischstämmige Uhrmacher Selman Karakaya repariet nicht nur unzere Uhren vielleicht auch unseren errinerungen.


--------------------------------------------------------------------------------


Kimilerine göre saatsiz insanlar, akıp giden zamanın farkında olmadıkları için mutludur. Akrep ile yelkovanın bu kökü bir yerde işbirliği, insanlara sadece zamanı değil akıp giden hayatı da gösterir. Eskiden dedelerimizin köstekli, büyükannelerimizin ya da komşu evlerin duvarlarını süsleyen guguklu saatleri; akıp giden başka bir zamanın; başka bir geçmişin son izleridir.

O zamanlar sadece zamanın değil, saatlerin de başka bir değeri vardı. Şimdiki gibi herkesin bir saati olmadığı gibi, olanların da başka bir havası, başka bir duruşu olurdu. Sanki onlar kollarında ya da ceplerinde taşıdıkları saatle herşeyin farkındaydılar. Veya belki de saati olmayanlara öyle gelirdi. Ama her halûkarda saatin böylesine kıymetli olduğu zamanlarda tabii ki saat tamircileri de pek muteber, daha bir önemliydiler. Ne zamanki elektronik saatler çıktı ve fabrikalarda üretilen ucuz, pilli saatler yaygınlaştı; saat tamircileri de unutulmaya yüz tutan bir mesleğin son temsilcileri oluverdiler.

İşte bunlardan biri de Berlin’in Neukölln ilçesinde ısrarla ve sevgiyle saat tamir eden Selman Karakaya. Sevgiyle diyorum, çünkü İşletme fakültesi mezunu olmasına rağmen çocukluk hayali olan saat tamirciliğini bugün hâlâ ilk günkü heyecanla sürdürüyor Selman usta. Hem de Berlin’de, küçücük bir dükkânda. Ve o ilk saat tamirine başladığı yılları ise şöyle anımsıyor:

“Bu benim hep içimde olan birşeydi. Çok iyi hatırlıyorum ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Rüyamda bir sürü saatler görüyordum, bozuk saatler ve ben onlarla uğraşıyordum. Tarlada bir hafta, on gün çalışarak ilk saatimi almıştım. Tabii çocuğum o zamanlar; oynarken ederken düşürdüm ve bozdum saatimi. Babamın arkadaşı bir saatçıye gittik ve ta o zaman bir merak başladı; bu adam naapıyo o küçücük şeyin içinde… Aslında ben üniversite de İşletme bitirdim ama içimde hep saatle uğraştım. Saatlerden ayrı yaşamayı hiç düşünemedim ben.“

Selman Usta saat tamirciliğine henüz ortaokula giderken başlar. Bir gün gözü gibi baktığı saaati bozulur ve hayatının akışı değişir:

“Türkiye’de bu iş saat ustalarının yanında öğreniliyor. Ben de tabii ustanın yanında öğrendim ve ustamla tanışmam da ilginç oldu: O zamanlar küçüğüm bir saatim bozuldu, bir parçası lâzım oldu. Küçük bir kibrit kutusuna koydum, parça lâzım ya, mahalle saatçisine götürdüm. O zamanlar İzmir’de oturuyoruz. Tabii usta beni görünce şaşırdı. Sen mi yapıyorsun bunu?, dedi. Evet, ben yapıyorum, dedim. Sen bozarsın saatleri böyle, gel ben sana öğreteyim bu işi, dedi. Ve o günden itibaren okul çıkışından sonra onun yanına gittim.“


O günlerden bugüne ise ustasından bir çok bilgiyi, nasihati yaşatmaya çalışan Selman Usta’nın kulağına küpe, mesleğine rehber olan şeyler de vardır:

“Aslında öyle bir şey ki; her adımda bazı sesleri çınlıyor kulağımda. Mesela en çok aklımda kalan: «Parça değiştirme kolaylığına gitme! Parçayı mümkün olduğunca tamir et!»"

Herkes için saat başka bir anlam ifade eder. Kimisi için sadece bir takı, kimisi içinse işe başlama anını gösteren basit, mekanik bir araç. Ama Selman usta için ise saat demek…:

“Saat denildiği zaman benim aklıma öyle elektronik saat gelmez. Zamanı en güzel gösteren mekanik bir saat gelir benim aklıma. Zamanı saat sevdirir, diye düşünürüm. Saatimiz güzel olursa, zamanı da güzel kullanırız. Bazı saat seven arkadaşlarım var; bazan 10 dakikada bir saate bakarlar, onlara: «yahu! Acalen mi var, ikide bir saate bakıyorsun» diye sorarım. Onlar da «yok saatimi seviyorum hem bu arada da zamanın ne kadar çabuk geçtiğini farkediyorum» diyorlar.“

Saat kullanmak sadece insandan insana farklılık göstermiyor Selma ustaya göre. Her zamanın, her kültürün bir saat kullanma farkı var:

“Günümüzde saat kavramı biraz değişti. Bir nevi erkeklerin aksesuarı durumuna geldi. Bir de son yıllarda mekanik saatler yeniden moda oldu. Büyük firmalar elektronikten, mekaniğe döndü. Çünkü verdiğiniz paranın karşılığını ancak mekanikte alabiliyorsunuz. Almanlar’da gözlediğim bir şey var: Spor yaparken başka bir saat, gezmeye giderken başka bir saat, işe giderken başka bir saat kullanıyorlar. Her şey için ayrı bir saat kullanıyorlar. Oysa biz Türkler de; babamızdan bir saat kalır, onu gece-gündüz her şartda kullanırız, hatıradır. Bozulduğu zaman da tamir ettirir yine takarız.“

Peki nedir bir saat ya da bir diğer deyişle zamanımızın tamircisi için güzel bir saat? Hangi saat en güzel saattir?:

“Televizyonda da bazan lüks saat diye çıkar. 100 bin, 200 bin, 1 milyon gibi rakamlar duyarız. Ama bunlar saatin değerini değil üzerindeki taşların ya da madenin değerini yansıtır. Benim gözümde bir saatin değeri en fazla 5 bin euro olabilir. Birçok model var sevdiğim. Mesela Edeka Kalender diye bir sistem var. Ayın durumlarını bile gösteriyor, ki onları bırakın tamir etmeyi, insan seyrederken bile zevkle seyrediyor.”

Her unutulmuş ya da untulmaya yüz tutan meslek hayatımıza sandığımızdan daha fazla şey katar. Saat tamircisi Selman ustanın mesleğinin, hayatına ve hayatımıza kattığı en önemli şeylerden biri de “dikkat“tir:

“Günlük yaptığımız işleri baştan savma yaparsak, yeniden yapmak zorunda kalabiliriz.Saat tamir ederken de aynı şekilde; eğer saati dikkat etmeden toplarsanız, bir ayrıntıyı unutuyorsunuz va taa başına kadar tekrar sökmek zorunda kalıyorsunuz. Ne iş yaparsanız yapın mutlaka tam konsantre olarak yapın.“

Nasıl zamanımızı iyi kullanmak için çaba sarfediyorsak aslında zamanı gösteren saatlerimizi de kullanmak için bazı şeylere özen göstermek gerekiyor:

“İşinin ehli ellerde saatin pili değiştirilmediği zaman açılırken kapak zarar görebiliyor. Saatin kasası, kapaktaki lastikler zarar görebiliyor. İçine pil yerleştiriken bilmeyen biri yanlış yerleştirebiliyor. Pili çıkarırken tel sarimı bozulabiliyor. En iyisi bir ustaya değiştirtmek gerekiyor.“

Pahalı ya da ucuz; bozuk olmadığı sürece dünyada bütün saatler hep aynı şeyi gösterirler. Akıp giden ve bir türlü engel olamadığımız, ömrümüzü yiyip bitiren zamanı. Küçücük tornavidasıyla, zamana direnerek ve zamanla birlikte Selman usta gibiler; hem anılarımızı, hem unutmak istemediğimiz zamanları ve belki de bir baba yadigârı saatin artık son kurtarıcısı.

Ufuk Danışman, 31 Aralık 2007 (Link)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...