Figen Batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Figen Batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Saatin, zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfettim



Figen BATUR

Nerede kalmıştık?

Geçen hafta üç günlüğüne gittiğimiz İsviçre’deki ilk günümüzü ve sıcakkanlılıklarıyla beni hayrete düşüren İşviçreli üç Piaget yöneticisini anlatmış, ertesi gün üretim tesisinin bulunduğu Cotes aux Fees adlı köye yaptığımız geziden söz etmiştim.

Köy, natürmort gibiydi.

Müthiş güzel ve ölü.

Yazıyı iki de fotoğraf süslüyordu.

Birinde Piaget kurucusu Eduard Georges Piaget’nin evinin önünde grup halinde poza durmuşuz, hayli büyük olan ikincisinde de gözüme monokl gibi bir nesne tutmuşum.

Plastik bir torbada durduğundan pek anlaşılmıyor ama gözüme tuttuğum nesne fabrikada yapımı henüz tamamlanmış özel üretim bir saatti.

Çinli bir milyaderin siparişi üzerine kırmızı altın ve mine kullanılarak yapılmış, yan çeperine gözetleme kuleleriyle Çin seddinin, kadrandaki akreple yelkovanın birleştiği noktanın tam altına da kıvrım kuyruklu bir ejderha motifinin nakşedildiği hayli çirkin bir saat.

Dünyada tekmiş.

Fiyatı henüz belirlenmemiş ama İstanbul’un orta halli bir semtinde değil daire, sokak satın alabilecek bir meblağ olduğu kesin.

Aynı bölümde üretilen tek saat o da değildi üstelik.

Biri milyarder bir New York’lu, diğeri milyarder bir Rus, sonuncusu ise elbette gene milyarder bir Paris’li için, sipariş üzerine üretilen üç ayrı saat daha vardı.

Her biri farklı renk altından ve farklı renk mineyle işli, her biri sipariş sahiplerinin yaşadıkları şehirlerin sembolleriyle süslü, zevkten muaf üç saat.

New York’luya tipik bir Manhattan manzarası, Rus’a soğan kubbeleriyle Kremlin Meydanı, ne menem bir Fransız olduğunu kestiremediğim Parisli’ye de kesişen bulvaların ortasında yükselen Zafer Takı uygun görülmüş.

Kitsch desen kitsch değil, güzel desen haşa, bu saatleri ısmarlayanlar kimdir neyin nesidir, içinden çıkmak zor.

Hadi Çinli ile Rus paraya yeni kavuştular diyelim, New York’luyu da özel bir vaka olarak addedelim de, gerçekten Parisliyi kestiremiyorum.

Böyle bir saati kim takar Allah aşkına?

Kim böyle bir saate servet harcar?

Gözümün önüne, yıllar önce Moskova’da gördüğüm kaportası boyalı Ferrari geliyor.

Ferrari’nin sahibine Ferrari sahibi olmak yetmemişti ki anlaşılan, kırmızı arabanın her köşesini yeşilin bütün tonlarını barındıran bir cangıl resmiyle kaplatmış, cangılın ortasına da Tarzan ile Ceyn’i kondurtmuştu.

Daldan sarkan Çita’yı unutmadan.

Önümden geçen bu garabete ağzım açık bakakalmış, sonradan servetleri elli milyon dolardan başladığı söylenen ve kendilerine yeni Ruslar denen zevatın az bulunan pahalı arabalara bayıldıklarını, onları daha da özel kılmak için olsa gerek siparişlerini ’resimli’ verdiklerini öğrenmiştim.

Tarzanlı Ferrari’nin yanında Çin sedli Piaget elbette sudan çıkma ak kaşık.

Gene de zarafeti kendine şiar etmiş Piaget’nin nasıl olup da bu özel siparişleri kabul ettiğini anlayamıyorum.

Anlamayacak ne var oysa.

Para ve düdük ilişkisidir olsa olsa.

Yaklaşık üç saattir Cotes Aux Fees’deki fabrikayı turluyoruz. Dağıtılan beyaz önlüklerimizi özenle giymiş, bize her bölümde kimlerin çalıştığını, neler yapıldığını açıklayan Yves’in peşi sıra dolaşıyoruz.

Başlarına özel ışıklar takmış, gözleri mikroskop lamellerine mıhlı, ellerindeki kıl gibi aletlerle vida çeviren, hafif hipermetrop birinin asla göremeyeceği küçüklükteki yakutları mekanizmanın çıplak gözle görülmeyen deliklerine yerleştiren, sonra çıkartan sonra yeniden yerleştiren, yerine yerleşip yerleşmediğini önündeki bilgisayar ekranına bakarak kontrol eden, ya da buna benzer zahmetli başka işler yapmakta olan gençlerin çalıştığı salonların her birinde saatlerin özel bir parçası üretiliyor ve Yves bize bu kılı kırk yarma işinin bütün merhalelerini anlatıyor.

Anlatmasına anlatıyor ama gel de anla.

Arada başımı onaylar gibi sallıyor, zaman zaman çenemi sıvazlayarak bir iki soru soruyorum ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, işin teknik bölümü beni aşıyor.

Üç saat süren gezme, görme ve dinlemenin sonunda anladığımsa şu:

Piaget saatlerinin yapımında kullanılan her parçanın üretimi fena halde meşakkatli ve fena halde uzun sürüyor.

Üstelik bu kum zerresi parçalar yüzlerce kez kontrolden geçiyor.

Bu da imalatın sınırlı olması anlamına geliyor.

Üretimde kullanılan teknoloji, Piaget için çalışan mühendislerin geliştirdikleri özel bir teknoloji.

Kullanılan malzeme dünyada bulunanların en iyisi.

Kısaca sınırlı ve pahalı bir üretimden söz ediyoruz ki, bu da dünyanın her dilinde ’nadide’in karşılığı demek değil mi?

Ayrıca pek de altını çizmedikleri, zaten saat düşkünü herkesin bildiğini varsaydıkları bir husus var ki, duyunca şaşırdım.

Meğer dünyada sadece Piaget ve Rolex markaları, saatlerini A’dan Z’ye kendi tesislerinde üretir ve saatin kalbi diye adlandırılabilecek mekanizmayı kendileri yaparlarmış.

Diğer bütün ama bütün saat üreticileri saatlerinin kalbini dışarıdan alırlarmış.

Kimi ondan kimi bundan yüzde doksanı da Swatch’dan.

*

Kartpostal manzaraya bakarak yediğimiz öğle yemeğinin ardından Cenevre’ye dönüyoruz.

Bu saat hikayesinin on dokuzuncu yüzyıl başlarında neden başka bir yerde değil de bu ıssız köyde başladığını da dönüş yolunda uğradığımız Saint Croix adlı kasabada öğreniyoruz.

Köye yakın bu kasaba yüzlerce yıldır müzik kutuları üreten bir kasaba.

Hani kapağını açtığınızda içinden bir balerinin fırladığı ve bilinen bir ezgi eşliğinde dönmeye başladığı kutular vardır ya, işte o kutular ve çok daha gelişkin olanları meğer burada, Saint Croix’da üretilirmiş.

Bu dağlardaki kışlar da malum.

Kar yağdı mı kalkmaz, yollar kapanır, bahar gelene dek çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan yöre ahalisi evlerine kapanırmış.

İşte bugün dünyanın en iyi saatlerinden biri addedilen Piaget’nin öyküsü de böyle başlamış.

Büyük büyük büyük dede Piaget, müzik kutusu yapmaktan eli zaten ince işlere yatkın kişileri uzun kış gecelerinde boş oturacaklarına saat mekanizmaları yapmaları için teşvik etmiş.

Ediş o ediş...

*

Üçüncü gün Piaget’nin Cenevre yakınındaki ikinci üretim tesisini gezeceğiz.

Kaba bir deyişle Cotes Aux Fees’de saatlerin içi yapılıyorsa burada süsü yapılıyor.

Tasarım ekibi ve tasarım ekibinin tasarladığı modelleri üretilebilir kılacak teknik ekip de burada.

İlkine oranla hayli büyük bir fabrika bu.

Çevrede başlarına ışıklar takılı gözleri lamellere çakılı saat yapımcılarından ziyade işlerinin ehli kuyumcular, sadekarlar, nakkaşlar, mıhçılar var. Ve mebzul miktarda altın, zümrüt, pırlanta...

Her bir nakkaşın, her bir mıhçının, her bir sadekarın önünde duraklayarak gezmeye başlamadan önce Carole bize toplantı odasında slayt gösterisi yapıp kısa bir Piaget tarihi anlatıyor. İlk kuşağın ne kadar azimli, ikincinin sağlamcı, üçüncünün yenilikçi, dördüncünün kurumsallaşmaya inanan insanlar olduğunu göz önüne seren kısa bir Piaget tarihi.

İşte Polo. Şık.

İşte Jacqueline Kennedy’ye hediye edilen zümrütlü altın saat. Zarif.

İşte dünyanın en ince saatlerini yapmakla övünen firmanın mekanizmayı bir doların içine bile yerleştirebilirim inadıyla ürettiği saat. İddialı.

İşte bir başkası. Gösterişli.

Bir diğeri daha. Fiyakalı.

Çin Seddi’ni çoktan affettim.

Olur da Cenevre’ye yolu düşecek olanlar olursa da, saatin zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfetmeleri için Rue du Rhone’daki Piaget galerisini gezmelerini hararetle tavsiye ederim.

Benim saatlerle olan ilişkime gelince...

Nereeeden nereye derim.

Hürriyet Cumartesi, 04.10.2008, sayfa 4.

Bir İsviçre saatini özel biricik ve pahalı yapan şey nedir?



Figen Batur

Bundan bir süre önce biri çıkıp da İsviçre’de harika üç gün geçirecek ve hayatında görmediğin kadar sıcakkanlı ve sevecen üç İsviçreli ile tanışacaksın dese güler geçerdim.

Geçirebileceğimi rahatlıkla düşündüğüm üç harika gün yüzünden değil, üç "sıcak ve sevecen" İsviçreli yüzünden elbet.

İsviçreli dediğin benim için düzgün, mesafeli, hesaplı insan demek oldu hep.

Bu da düzgün eşittir işbilir, mesafeli eşittir kibirli, hesaplı eşittir cimri.

Bana göre İsviçrelilerden iyi ortak çıkardı da, iyi dost, ııhh.

Birlikte iş çevirebilir, briç oynayabilir ya da ne bileyim St.Moritz’de slalom yapabilirdiniz de, ne ak ne kara gününüzde yanı başınızda bu ufak Orta Avrupa ülkesinin vatandaşlarından birini bulamazdınız.

Aslında bunca ahkamı neye dayanarak kestiğim de meçhul.

Çok mu uzun süre İsviçre’de yaşadım? Yoo.

Çok mu İsviçreli tanıdığım oldu? O da değil.

Güneylilerin sıcak, kuzeylilerin soğuk insanlar oldukları gibi bilindik önyargılardan biri farkına bile varmadan gelip içime yerleşmiş işte.

Bunun küllum yekun tepetaklak olması içinse Cenevre’ye gitmem gerekliymiş.

Cenevre havaalanından çıkar çıkmaz yüzüme çarpan rüzgar içimi öylesine titretti ki, başımı çevirip önce ha yağdı ha yağacak gökyüzüne, sonra kötü kötü yanım sıra yürüyen Banu’ya baktım.

Nasıl bakmam?

Arkamda otuz altı dereceyi, çarşaf denizi, mehtaba dalıp gittiğim melisa kokulu ılık Bodrum gecelerini bırakmış, yılın bu güzelim ayında Banu davet etti diye kalkıp Cenevre’ye gelmişim.

Hoş Banu istese, değil meteorolojinin beş günlük tahminlerinde on üç dereceyi dirhem aşmayan sıcaklığıyla sonbahara teslim Cenevre’ye, sulu sepken kar yağışı beklenen Helsinki’ye bile giderim, o da ayrı.

Bir de oltanın ucunda Piaget var.

*

Hiç saat düşkünü olmadım.

Hiç ciddi paralar ödeyerek afili bir saat almadım.

Üstelik Quartz çıktığından beri saatlere servet ödemenin delilik olduğunu, üç kuruşluk saatle üç trilyonluk olanının eninde sonunda aynı dakiklikle çalıştığını, saat denen meretin erkeklerin tek aksesuvarı olması hasebiyle zamandan çok onların varsıllıklarını gösteren araçlardan biri olduğunu düşünenlerdenim.

Ama ailede, çevrede, saatlerle yatıp saatlerle kalkanlar da yok değil.

Kulağımda çocukluğumdan kalan "Kazandığı ilk parayla gidip kendine bir Zenith almış", ya da "İstemeye geldiklerinde altın bir Vacheron Constantin getirmişler", "Dikkat ettin mi kolundaki Piaget" gibi cümleler var.

Buna sünnet düğünlerinde takılan ciddi Omega’ları görür görmez büyüyüveren oğlan çocuklarını, bir dönem kadın erkek herkese bulaşan Rolex çılgınlığını, Patek Philippe’çilerin tıpkı Cartier’ciler gibi klasik, IWC’cilerin farklılıklarının altını çizmeye meyyal, Müller’cilerin caka sever insanlar olduğunu anlatan anektodlarla o minicik alet için duyduklarını düşündüğüm hırsı, hevesi, isteği ekleyin; saat hastalığına tutulmanın ne olduğunu az buçuk bilirim.

Bilmediğim; onu biricik, özel ve pahalı kılanın ne olduğu.

Eh bu durumda da Piaget daveti bulunmaz nimet.

Dört kişilik küçük bir grubuz: Ben, Büyük Banu yani Birkan, Rob Report’dan küçük Banu yani Kılıçdaroğlu ve Chronos Saatçilik’ten Dafne Kısakürek.

Daha önceki Cenevre seferlerinde sadece lokantasına gittiğim La Reserve’de konaklayacağız.

Otel, havaalanı ile şehir merkezi arasında, büyük bir parkın ortasına kurulmuş, lokantaları ve spa’sı ile ünlü tumturaklı bir otel. Programda öğleden sonra serbest zaman olarak bırakıldığından, odalarımıza yerleşmemizle fırlıyor, eski şehri gezmeye gidiyoruz.

Daracık sokaklar, antikacılar, sanat galerileri, mutfak edavatından döşemelik kumaşa akla gelebilecek her türlü ev malzemesi satan şık dükkanlar, teraslarında kaşkollara sarılmış insanların oturduğu kafeler, küçük sayılabilecek bir meydanda bütün heybetiyle yükselen katedral derken dolaşa dolaşa aşağıya, Rhone kıyısına iniyoruz. Manzara değişiyor. Artık herhangi bir Orta Avrupa ülkesinde değil, İsviçre’deyiz. Bankalar, bankalar, bankalar.. Firkete almaya kalksan servet ödeyeceğin markalar, markalar, markalar, mücevherciler, ciler, ciler ve elbette saatçiler, çiler, çiler, çiler, çiler.

Otele dönüp akşam yemeğine inmek için hazırlanıyoruz.

İlk şokumu orada Eduard ile tanıştığımda yaşıyorum. Bu uzun boylu güleç İşviçreli Piaget’nin üst düzey yöneticilerinden biri. Dubai’de yaşıyor ve dünyanın dört bir yanını dolaşıyor. Neden Dubai’de yaşıyorsunuz diye bir soru sorayım da sizi hayretlere boğayım diye söze başladığımda öyle bir kahkaha salıveriyor ki, İsviçreliler’e yönelik önyargılarım daha o anda yerle yeksan oluyor.

Bizim dışımızda dört kişilik küçük bir Hintli grup daha var. Hint Officielle’inde, Vogue’unda ve ülkenin en büyük özel uçak filosu Jet Air’in akıl almaz tirajlı dergisinde yazan üç genç kadın ve Piaget saatlerinde kullanılan pırlantaları temin edip aynı zamanda Richmont grubunun tüm ayrıcalıklı ürünlerini ülke çapında dağıtan bir şirketin yöneticisi Jay.

Eduard ile saat dışında hemen herşeyden laflamaya başlıyoruz. Bir ara İsviçreliliği tutuyor ve bana Piaget sizin için ne ifade ediyor diye soruyor. Bana hiçbir şey ama anneme çok şey diyorum. Bu kaçamak cevabın Arşimed’in sabunu gibi etki yaratacağını nereden bileyim?

Eureka der gibi, öyle bir "İşte bu!" diyor ki, markanın politikasının ben ne kadar gençsem artık, gençlere ulaşmak olduğunu anlıyorum.

Yemek bitiyor ve ertesi sabah hem Eduard’ın hem de henüz tanışmadığımız Carole de Oix adında bir yöneticinin katılacağı Cotes au Fees seferi için buluşmak üzere sözleşiyor, odalarımıza çekiliyoruz.

Ben gene hemen, Carole’u soyadındaki -de eki yüzünden kibirli bir aristokrat ve gittiğimiz yeri sonundaki fees eki yüzünden perili bir masal kenti olarak hayal ediyorum.

Havanın bu peri diyarında üç derece civarında olacağını söylediklerinden, bavulda ne varsa üst üste geçirmiş halde küçük minibüsümüze doluşuyoruz.

Çıka çıka karşıma bırakın burnu büyük bir aristokrat, kürdan gibi komik mi komik bir kadın ve adına köy bile denemeyecek mezra büyüklüğünde küçük bir yerleşim yeri çıkıyor.

Perili olduğu kuşkulu ama ne yalan, kartpostal gibi.

Ben bir yandan önümde ilerleyen gruba yetişmeye çalışır bir yandan da tepesine bulut çökmüş çam ormanıyla kaplı tepelere ve önümde uzanan yemyeşil vadiye bakarken yüzümdeki şaşkınlığı fark eden Carole, yanıma yaklaşıp ileride geviş getiren ineklerle otlayan koyunları göstererek fees’nin anlamının sadece peri değil aynı zamanda yerel dilde koyun da demek olduğunu fısıldıyor.

Ve o koyun sözcüğüne öyle bir vurgu vuruyor ki, gülmeye başlıyor ve bundan yüz otuz dört yıl önce Georges Eduard Piaget adlı on dokuzunda genç bir adamın, doğup büyüdüğü ve bitmek bilmez uzun kış gecelerinde gaz lambasının soluk ışığı altında o dönem için bulunmaz dakiklikte saat mekanizmaları yaptığı evin önüne geliyoruz.

Hatıra fotoğrafı.

Evin karşısında ellili yıllarda inşa edilmiş mütevazı bir bina var.

Piaget efsanesinin doğduğu yer arkamızdaki ahşap ev ise, sürdüğü yer bu bina.

Yaş ortalaması otuz altı olan gençlerin karşılarında uzanan kartpostal manzarasına bakarak günde sekiz saat kafalarını kaldırmadan çalıştıkları yer burası.

Fabrikanın İnsan Kaynakları Müdürü Yves kapıyı açıp Gulliver’in dünyasına hoşgeldiniz, diyor.

Eşikten adım attığımız andan itibaren gerçekten de büyülü bir dünyaya giriyoruz.

Ve saati özel, biricik ve pahalı yapan şeyin ne olduğunu orada, o büyülü dünyada öğreniyoruz.

Haftaya...

[Hürriyet Cumartesi, 27 Eylül 2008, Sayfa: 7]

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...