Yüzlerce yıl önce denizciler boylamı tam olarak hesaplayamadıkları için çok sayıda ölümlü deniz kazası yaşıyordu. Örneğin sadece 22 Ekim 1707’de 4 İngiliz gemisi yön tayininde yaşanan sorunlar yüzünden parçalanınca kazada 1647 kişi öldü. Boylamın bilinememesi nedeniyle uzun deniz yolculukları daha bir uzuyor, ekonomik zararları bir yana denizciler sağlıklı beslenemedikleri için türlü hastalıklardan dolayı acı çekerek ölüyorlardı.
Zamanı kullanarak boylamı hesaplamanın ilk şartı ise iki farklı yerde saatin kaç olduğunu bilmekten geçiyordu.
Gemma Frisius 1530 yılında 22 yaşındayken, boylamı bulmak için mekanik bir saat kullanma fikrini öne sürdü. Aradan 200 yıl geçtikten sonra bu fikri çağının ötesinde bir zekaya sahip saat ustası olan John Harrison gerçekleştirdi.
John Harrison, zamanın hatasız bir şekilde ölçülebilmesi ve bu ölçümü yapan makinenin taşınabilir olması konusunda uzmanlaşarak denizciliğin 1700’lere dek süregelen boylam sorununu neredeyse tek başına çözerek bir efsane oldu.
Aslında ilk büyük saat ustası olarak kabul edilen Christiaan Huygens, Harrison’dan yaklaşık 100 yıl kadar önce denizde kullanılmak üzere bazı saatler tasarlamıştı ancak güvenilir ve dakik bir deniz zamanölçeri yapmanın güçlüklerini tam olarak aşamadı. Neticede aralarında bilim tarihinin önemli simalarından Isaac Newton gibi kişiler bile boylam sorununun saat kullanılarak çözülemeyeceğine karar verdi.
Zamanı kullanarak boylamı hesaplamanın ilk şartı iki farklı yerde saatin kaç olduğunu bilmekten geçiyordu.
1714 yılında Britanya’da Boylam Kanunu kabul edildi. En yüksek ödül 20.000 sterlindi. O dönemde bir işçinin aylığı ancak 1 sterlin olduğundan bu para ödülü çok büyüktü.
John Harrison birmekaniğe çok meraklı bir marangozdu aslında ve ahşap saatler üretiyordu. Pirinç ve çelik gibi maddeleri ise sadece gerekli yerlerde kullanıyordu. Yaptığı ahşap saatler öylesine sağlamdı ki bugün bile çalışmaya devam ediyorlar.
1722’de yaptığı ilk kule saatinde normalde yağlanması gereken parçalar, kendi yağını salan kerestesi oldukça sert olan peygamberağacından yapıldığı için yağlanması gerekmeyen bir mekanizmaya sahipti. Bu saat Brocklsby Park’ta aradan 300 yıl geçmesine rağmen 1884 yılında işçilerin bakımını yapmak için durdurdukları zaman hariç durmaksızın işlemeye devam ediyor.
John Harrison 1730 yılında Londra’ya vardığında fikrini ilk anlattığı kişi Boylam Kurulu üyesi Edmond Halley oldu. Halley kurul üyelerinin bir saat kullanarak boylam sorununu çözme fikrine sıcak bakmayacaklarını bildiği için Harrison’ı ünlü bir saat ustası olan George Graham’a gönderdi.
Bildiklerini, öğrendiklerini kendine saklamayan bunları diğer saat ustalarıyla paylaşan “dürüst” lakaplı George Graham, Harrison’ın çizimlerindeki dehayı farkederek kendisini himayesine aldı ve maddi destekte bulundu.
Harrison 5 sene süren uğraşısı sonucu H-1 adını verdiği ilk saatini gerçekleştirdi. H-1 görünür olduğunda kendisinden önce yapılan saatlere hiç benzemiyordu, garip görünüşüyle kendisinden sonra üretilen saatlere de benzemedi.
H-1 yapılan ilk deniz yolculuğu testini başarıyla geçti.
Harrison, Boylam Kurulu’ndan daha iyi bir saat yapmak için destek istedi, 2 yıl sonra ortaya H-2 çıktı. Devrimci yeniliklere sahip bu zamanölçer zorlu testlerin hepsini geçti. Ancak mükemmeliyetçi bir insan olan Harrison bu saatten hoşnut değildi.
Bu arada seneler hızla ilerliyordu: Yapımına başladığında 48 yaşında olan Harrison’ın H-3’ü yapması 19 yılını aldı. İki yılda bir kule saati yapan, dokuz yılda dünya saat tarihini değiştiren ölçüde yenilikler barındıran 2 deniz saati üreten Harrison’ın H-3 için böylesine zaman harcamasına tarihçiler bir açıklama getiremiyor. 753 parçadan oluşan H-3 üzerindeki yenilikler ise günümüzde termostatlarda ve sıcaklık kontrol aletlerinde kullanılıyor.
Ancak zor beğenen Harrison yaptığı bu saati de beğenmiyordu. Aslında H-3’ü yaparken fikrini değiştirmişti. Cep saati boyutlarında bir deniz saati yapmaya karar verdi.
H-3’ten 4 yıl sonra H-4 dünyaya geldi. Bir cep saati olarak çok büyüktü (çapı 12,5 cm) ancak bir deniz saati olarak çok küçüktü (ayrıca mekanizmasının üzerinde John Harrison ve oğlu, MS 1759 yazıyordu). Romen rakamlarının saati, Arap rakamlarının saniyeyi gösterdiği bu saat devrimci özellikleriyle yeni bir çağın başlangıcını simgeliyordu.
Zamanın garip bir cilvesi olarak Ulusal Denizcilik Müzesi’nde milyonlarca ziyaretçi çeken bu saat çalışmıyor. Müze yöneticileri H4’ün kötü ellerde hoyrat kullanıldığı ve yeterince zarar gördüğünü düşündükleri için saatin çalışmasını istemiyor.
Bütün olumlu gelişmelere rağmen saatlerin bir boylam bulma aygıtı olamayacağını, astronomik yöntemlerin çok daha uygun olduğunu düşünen, son derece inatçı bir kişiliğe sahip olan Nevil Maskelyne, ödülün Harrison’a verilmesini engelledi.
Fakat Harrison ölmeden önce H-5’i de bitirdi.
Boylam Kurulu’nun Harrison’dan inatla esirgediği ödülü ancak Kralın baskısıyla Meclis verdi -o da bir kısmını-. Böylece ölmeden önce yaşadığı derin haksızlığın telafisine bir ölçüde tanık olan ve 1773 yılında onurlandırılan 1693 doğumlu John Harrison daha fazla yaşamadı, 24 Mart 1776’da 83 yaşında her fani gibi o da öldü.
Kitapta mekanik saatlerde çok yaygın olarak kullanılan bağımsız manivela maşayı icat eden Thomas Mudge (1714-1794), pimli tetik maşayı geliştiren John Arnold (1735-1799), deniz kronometrelerini kusursuzlaştıran Thomas Earnshaw (1749-1829) gibi diğer hatırı sayılır şahsiyetler hakkında ayrı ayrı bilgi verilmiş.
Konuyla ilgili ilk Boylam kitabının da yazarı olan Dava Sobel, yazdığı eserin genişletilmiş versiyonu olan ikinci kitabın diğer yazarı olan olan Harvard Üniversitesi’nin Tarihi Bilimsel Aletler Koleksiyonu Müdürü William J. H. Andrewes ile bir usturlab sergisinde tanışmış. Andrewes bu tanışmadan iki yıl sonra Dava Hanımı bir boylam sempozyumuna çağırmış. Sempozyum için gittiği vakit Ulusal Saat Koleksiyoncuları Derneği üyesi 500 kadar katılımcıyı İngiliz dahi John Harrison’ın 300. Doğum gününü kutlarken görmüş böylece “Boylam” kitabı yazarın zihninde filizlenmeye başlamış. William J. H. Andrewes, Harrison’ın yaptığı saatlerin sergilendiği Eski Kraliyet Gözlemevi ve Ulusal Denizcilik Müzesi’ndeki saatlerin bakımı üstlenmiş ve ustanın yapımını tamamlayamadığı bir ahşap saati işler duruma getirmiş. İşte bu iki meraklı biliminsanı birlikte, TÜBİTAK’ın Türkçeye çevirme ferasetini gösterdiği kitabı yazmış.
Kitap neredeyse mükemmel, yine de bir eleştirim var: Boylam kitabında “tüm zamanların en verimli saat yapımcısı ve saatçilik yazarlarından” diye takdim edilen Ferdinand Berthoud’dan söz edilmiş ancak keşke 1815 yılında Deniz kuvvetlerinin saatçısı olarak Berthoud’nun ardından onun yerine geçen ve tartışmasız saat dünyasının dev isimlerinden biri olan büyük mucit Abraham Louis Breguet birkaç sözcükle anılsaydı keşke, ancak adı bile anılmıyor ne yazık ki.
Bu kitabı okuyunca bir kez daha anladım ki saat insanlık tarihinin ortak mirası ve hazinesi. Saat dünyasının da bir milliyeti yok aslında; Hollandalılar, Amerikalılar, İngilizler, Polonyalılar, Türkler, Araplar, Fransızlar, İtalyanlar, Almanlar veya İsviçreliler saat tarihinin en onurlu sayfalarında birlikte gülümsüyorlar.
Özetle “Boylam”, bilhassa saat meraklılarının el altında bulundurması gereken eşşiz bir yapıt.
Saat ustaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Saat ustaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ZAMANIN TAMİRCİSİ SELMAN USTA
Der Uhrmacher ist ein Erfinder, Konstrukteur und Erbauer von Uhren, speziell mechanischen Uhrwerken und deren Zubehörteilen. Der Beruf beinhaltet aber insbesondere die Wartung und Pflege von Uhren aller Art. Und der einzige türkischstämmige Uhrmacher Selman Karakaya repariet nicht nur unzere Uhren vielleicht auch unseren errinerungen.
--------------------------------------------------------------------------------
Kimilerine göre saatsiz insanlar, akıp giden zamanın farkında olmadıkları için mutludur. Akrep ile yelkovanın bu kökü bir yerde işbirliği, insanlara sadece zamanı değil akıp giden hayatı da gösterir. Eskiden dedelerimizin köstekli, büyükannelerimizin ya da komşu evlerin duvarlarını süsleyen guguklu saatleri; akıp giden başka bir zamanın; başka bir geçmişin son izleridir.
O zamanlar sadece zamanın değil, saatlerin de başka bir değeri vardı. Şimdiki gibi herkesin bir saati olmadığı gibi, olanların da başka bir havası, başka bir duruşu olurdu. Sanki onlar kollarında ya da ceplerinde taşıdıkları saatle herşeyin farkındaydılar. Veya belki de saati olmayanlara öyle gelirdi. Ama her halûkarda saatin böylesine kıymetli olduğu zamanlarda tabii ki saat tamircileri de pek muteber, daha bir önemliydiler. Ne zamanki elektronik saatler çıktı ve fabrikalarda üretilen ucuz, pilli saatler yaygınlaştı; saat tamircileri de unutulmaya yüz tutan bir mesleğin son temsilcileri oluverdiler.
İşte bunlardan biri de Berlin’in Neukölln ilçesinde ısrarla ve sevgiyle saat tamir eden Selman Karakaya. Sevgiyle diyorum, çünkü İşletme fakültesi mezunu olmasına rağmen çocukluk hayali olan saat tamirciliğini bugün hâlâ ilk günkü heyecanla sürdürüyor Selman usta. Hem de Berlin’de, küçücük bir dükkânda. Ve o ilk saat tamirine başladığı yılları ise şöyle anımsıyor:
“Bu benim hep içimde olan birşeydi. Çok iyi hatırlıyorum ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Rüyamda bir sürü saatler görüyordum, bozuk saatler ve ben onlarla uğraşıyordum. Tarlada bir hafta, on gün çalışarak ilk saatimi almıştım. Tabii çocuğum o zamanlar; oynarken ederken düşürdüm ve bozdum saatimi. Babamın arkadaşı bir saatçıye gittik ve ta o zaman bir merak başladı; bu adam naapıyo o küçücük şeyin içinde… Aslında ben üniversite de İşletme bitirdim ama içimde hep saatle uğraştım. Saatlerden ayrı yaşamayı hiç düşünemedim ben.“
Selman Usta saat tamirciliğine henüz ortaokula giderken başlar. Bir gün gözü gibi baktığı saaati bozulur ve hayatının akışı değişir:
“Türkiye’de bu iş saat ustalarının yanında öğreniliyor. Ben de tabii ustanın yanında öğrendim ve ustamla tanışmam da ilginç oldu: O zamanlar küçüğüm bir saatim bozuldu, bir parçası lâzım oldu. Küçük bir kibrit kutusuna koydum, parça lâzım ya, mahalle saatçisine götürdüm. O zamanlar İzmir’de oturuyoruz. Tabii usta beni görünce şaşırdı. Sen mi yapıyorsun bunu?, dedi. Evet, ben yapıyorum, dedim. Sen bozarsın saatleri böyle, gel ben sana öğreteyim bu işi, dedi. Ve o günden itibaren okul çıkışından sonra onun yanına gittim.“
O günlerden bugüne ise ustasından bir çok bilgiyi, nasihati yaşatmaya çalışan Selman Usta’nın kulağına küpe, mesleğine rehber olan şeyler de vardır:
“Aslında öyle bir şey ki; her adımda bazı sesleri çınlıyor kulağımda. Mesela en çok aklımda kalan: «Parça değiştirme kolaylığına gitme! Parçayı mümkün olduğunca tamir et!»"
Herkes için saat başka bir anlam ifade eder. Kimisi için sadece bir takı, kimisi içinse işe başlama anını gösteren basit, mekanik bir araç. Ama Selman usta için ise saat demek…:
“Saat denildiği zaman benim aklıma öyle elektronik saat gelmez. Zamanı en güzel gösteren mekanik bir saat gelir benim aklıma. Zamanı saat sevdirir, diye düşünürüm. Saatimiz güzel olursa, zamanı da güzel kullanırız. Bazı saat seven arkadaşlarım var; bazan 10 dakikada bir saate bakarlar, onlara: «yahu! Acalen mi var, ikide bir saate bakıyorsun» diye sorarım. Onlar da «yok saatimi seviyorum hem bu arada da zamanın ne kadar çabuk geçtiğini farkediyorum» diyorlar.“
Saat kullanmak sadece insandan insana farklılık göstermiyor Selma ustaya göre. Her zamanın, her kültürün bir saat kullanma farkı var:
“Günümüzde saat kavramı biraz değişti. Bir nevi erkeklerin aksesuarı durumuna geldi. Bir de son yıllarda mekanik saatler yeniden moda oldu. Büyük firmalar elektronikten, mekaniğe döndü. Çünkü verdiğiniz paranın karşılığını ancak mekanikte alabiliyorsunuz. Almanlar’da gözlediğim bir şey var: Spor yaparken başka bir saat, gezmeye giderken başka bir saat, işe giderken başka bir saat kullanıyorlar. Her şey için ayrı bir saat kullanıyorlar. Oysa biz Türkler de; babamızdan bir saat kalır, onu gece-gündüz her şartda kullanırız, hatıradır. Bozulduğu zaman da tamir ettirir yine takarız.“
Peki nedir bir saat ya da bir diğer deyişle zamanımızın tamircisi için güzel bir saat? Hangi saat en güzel saattir?:
“Televizyonda da bazan lüks saat diye çıkar. 100 bin, 200 bin, 1 milyon gibi rakamlar duyarız. Ama bunlar saatin değerini değil üzerindeki taşların ya da madenin değerini yansıtır. Benim gözümde bir saatin değeri en fazla 5 bin euro olabilir. Birçok model var sevdiğim. Mesela Edeka Kalender diye bir sistem var. Ayın durumlarını bile gösteriyor, ki onları bırakın tamir etmeyi, insan seyrederken bile zevkle seyrediyor.”
Her unutulmuş ya da untulmaya yüz tutan meslek hayatımıza sandığımızdan daha fazla şey katar. Saat tamircisi Selman ustanın mesleğinin, hayatına ve hayatımıza kattığı en önemli şeylerden biri de “dikkat“tir:
“Günlük yaptığımız işleri baştan savma yaparsak, yeniden yapmak zorunda kalabiliriz.Saat tamir ederken de aynı şekilde; eğer saati dikkat etmeden toplarsanız, bir ayrıntıyı unutuyorsunuz va taa başına kadar tekrar sökmek zorunda kalıyorsunuz. Ne iş yaparsanız yapın mutlaka tam konsantre olarak yapın.“
Nasıl zamanımızı iyi kullanmak için çaba sarfediyorsak aslında zamanı gösteren saatlerimizi de kullanmak için bazı şeylere özen göstermek gerekiyor:
“İşinin ehli ellerde saatin pili değiştirilmediği zaman açılırken kapak zarar görebiliyor. Saatin kasası, kapaktaki lastikler zarar görebiliyor. İçine pil yerleştiriken bilmeyen biri yanlış yerleştirebiliyor. Pili çıkarırken tel sarimı bozulabiliyor. En iyisi bir ustaya değiştirtmek gerekiyor.“
Pahalı ya da ucuz; bozuk olmadığı sürece dünyada bütün saatler hep aynı şeyi gösterirler. Akıp giden ve bir türlü engel olamadığımız, ömrümüzü yiyip bitiren zamanı. Küçücük tornavidasıyla, zamana direnerek ve zamanla birlikte Selman usta gibiler; hem anılarımızı, hem unutmak istemediğimiz zamanları ve belki de bir baba yadigârı saatin artık son kurtarıcısı.
Ufuk Danışman, 31 Aralık 2007 (Link)
Zamanın aracı onun ömrünün amacı
Halime Çelikel
"Mümkün olsa da sarayda bir gün geçirebilsek. O dönemin kıyafetlerini giysek, yemeklerini yesek, müziklerini dinleyip eğlensek." Topkapı Sarayı'na ilk kez gittiğimde böyle düşünmüştüm. Bu fikir beni o kadar heyecanlandırmıştı ki gece rüyama bile girdi. Hayal ettiğim elbiseleri giymiş sarayda arz-ı endam ediyordum ki birden "Yakalayın şunu" diye bir ses duydum. Peşimde bir dolu asker. Ben önde kaftanın eteklerini toplayıp kaçmaya çalışıyorum. Böyle bir kaçmak görülmemiştir. Kan ter içinde uyandığımda bu hayali kurduğuma bin pişman olma kıvamına gelmiştim.
Huzur dolu bir vaha
Saat Müzesi'ne Şule Gürbüz'le röportaj yapmaya giderken Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesini boydan boya geçmem gerekti. Rüyamı hatırlayıp nöbet yerlerine giden askerleri İPeşime düşerler mi' kaygısıyla göz ucuyla süzmeden edemedim. Sarayın güzelim manzaralı bahçesini bu gerilimli duygularla (!) adımladım. Şule Gürbüz'ün çalıştığı saat atölyesi tam bir vaha gibiydi. Hayatın koşuşturmasından uzak,
kahve kokan, inceden Bekir Sıtkı Sezgin'in nağmelerinin duyulduğu, dışarıdaki sıcağa inat serin. Masanın üzerine kurulmuş kedinin mırıl mırıl uyuması da huzur manzarasını tamamlıyordu. Tamir edilmeyi bekleyen saatler vardı etrafta. Tıkır tıkır çalışanlar da vakti geldiğinde ahenkle gonkluyordu. Tabii tüm bu ortamı yaratan kadın da dingin. Hani insanlarla eşanlamlı kelimeler olsa Şule Gürbüz'ünki ‘sükûnet' olurdu.
Felsefe yapamadık
Şule Gürbüz, Türkiye'de sanat tarihi, Londra'da felsefe okumuş. Konservatuarda müzik eğitimi alan, viyolonsel ve kilise orgu çalan Şule Gürbüz'ün yayımlanmış 3 kitabı var. Bu konularla dolaylı ilgisi olan soruları bile yanıtlamak istemiyor. "Felsefe okumuş, saatler konusunda uzmanlaşmış biriyle konuşunca zaman kavramı üzerine bir soru sormadan olmaz" diyorum, aldığım cevap "Eğitimim ve yaptığım iş düşünüldüğünde klip çekimine uygun bir görüntü verdiğimin farkındayım ama saat tamir ederken öyle sanatçı elinden çıkma felsefi düşüncelere saplanmıyorum. Sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum" oluyor.
Aklına değil başına gelmiş
Dolmabahçe Sarayı'na araştırmacı olarak giren Şule Gürbüz'ün depolardaki hepsi de çalışmaz durumda olan saatler ilgisini çekmiş. Nedenini kendisi de bilmiyor. "Ben müstakil olmayı, yalnız başıma kalmayı, buna yönelik bir ortam kurmayı seven biriyim. Sarayda bir saat atölyesi kurarak böyle bir ortamı yaratabileceğimi, bir ustanın beni yetiştirebileceğini düşündüm. Bu kadar başka eğitimlerden sonra hayalim saatçi olmaktı diyemem. Benim arzum böyle asude, sükûnet içinde bir işi yapabilmekti. Saatçiliğin kendi içinde çok zarif başka bir işte olmayan bir yapısı var. Bu da beni cezbetti. Saatçilik aklıma değil başıma
gelen bir şeydi" diyor.
Son saraylının öğrencisi
Şule Gürbüz, bu ayarda saatleri tamir etmeyi öğretebilecek kim var diye araştırıp saray saatleri danışmanı Recep Usta'yı bulmuş. Kendisini eğitmesi için Recep Gürgen'i ikna etmesi kolay olmamış. Şule Gürbüz'le röportajımızın sürpriz konuğu Recep Gürgen, Osmanlı'nın son saray saatçisi Wolfgang Meyer'in öğrencisi. Kartında ‘Tamiri imkansız saat yoktur' yazan bir usta. Bugüne dek 30 binin üzerinde saati tamir etmiş. Haftanın bir günü Recep Usta saraya gelmiş, bir gün de Şule Gürbüz onun atölyesine gitmiş. İşi öğrenmek için çok çalışan Şule Gürbüz hocasının gözüne girmek için elini amonyaktan, benzinden çıkarmamış. 1 yıl sonra Dolmabahçe Sarayı'nın içindeki saat atölyesini kurmuşlar. 50 yıldan daha uzun süredir yok olmuş saray saatçiliği geleneğini de böylece yeniden canlandırmışlar. Atölyede Dolmabahçe Sarayı'na ait 193 saatin 169'unu tamir etmişler. 26 Eylül 2003'te sarayın iç hazine binasında bulunan Türkiye'nin ilk ve tek saat müzesini açmışlar. Müzede saatlerin 64 tanesi sergileniyor. Ayrıca Beylerbeyi Sarayı, Yıldız Şale, Ihlamur Kasrı, Aynalıkavak Kasrı, Küçüksu Kasrı, Florya Atatürk Köşkü gibi diğer köşk ve kasırlara camilere ve azınlık okullarına ait saatleri de onarmışlar. Recep Gürgen'e ait atölyede de müzayedelere çıkan, kişilerin özel koleksiyonlarında yer alan binlerce saati tamir etmişler.
Saat kulesinden düşmüş
Yetişme süresince birçok bilmediği alet edevatla, kimyasalla, saat kuleleriyle uğraşırken Şule Gürbüz'ün başına çeşitli kazalar da gelmiş. Örneğin saat kulesinden düşerek omzunu kırmış ama "Bunun yaptığım işle tek bağlantısı düştüğüm yerin tesadüfen bir saat kulesi olması. Düşmemin nedeni sakarlığım" diyor. Şule Gürbüz mesleğe çıraklıktan değil kalfalıktan başlamış. Recep Usta'nın atölyesinde işi öğrenirken de normal bir tamircinin hayatında görmeyeceği çok kıymetli saatlerle çalışmış. "Kötü, değersiz, mekanik yönden kıymeti olmayan bir saatle zaman kaybetmedim. Piyasa tipi saatleri hiç elime almadım. O yüzden kısa zamanda bir zevk, üslup, iyinin kıymetine dair fikir sahibi oldum" diyor. Türkiye'deki hatta dünyadaki tek kadın mekanik saat tamircisi Şule Gürbüz saray saatlerini tamir edecek ehil ellere işte böyle sahip olmuş.
Yüzlerce yıllık tik taklar
"19. yüzyıl sonu Osmanlı'nın zayıf bir dönemi olduğu için saraya çok fazla hediye gelmiyormuş. Dolmabahçe Sarayı'ndaki objelerin çoğu kataloglardan seçilerek satın alınmış. O dönemde zengin olan herkesin sahip olabileceği türden saatler var sarayda. En eskisi 1500'lerde yapılmış bir İtalyan Rönesans saati" diyerek Dolmabahçe'deki saat koleksiyonu ile ilgili bilgi veriyor Şule Gürbüz.
En değerliler Topkapı'da
Oysa Topkapı Sarayı'ndakiler dünyanın en değerli saat koleksiyonlarından biriymiş. "Fatih döneminden başlayan bu koleksiyon, mekanik saatin tarihçesi gibi de algılanabilir. Politik ve tarihi değer kazanmış saatler var" diyen Recep Gürgen, 70'li yıllarda ustası Wolfgang Meyer'le birlikte Topkapı Sarayı'ndaki saatlerin restorasyonunu yapıp bir sergi oluşturmuş. Şimdi orası kapalı tutuluyormuş. "Topkapı Sarayı Kültür Bakanlığı'na, Dolmabahçe Meclis'e bağlı. Bizim Topkapı'daki saatler için bir çalışmamız yok. Bir mekanikçi olarak ülkemizdeki kıymetli saatlerin kötü durumda olmasını elbette istemeyiz. Tamir edebilecek durumda olup da el atmamak kötü. Onun da sırası gelirse yaparız" diyor Şule Gürbüz. Topkapı Sarayı'ndaki saatlerle ilgili projelerinden henüz sonuçlanmadığı için daha fazla bahsetmiyorlar.
Başka türlü bir maya
Dolmabahçe Sarayı'ndaki saatler arasında Şule Gürbüz'ün en değer verdikleri Mevlevi ustaların eserleri. "Bir mekanik saatçilik geleneği yokken, öncülü ve ardılı olmadan doğmuş, kendi paralarıyla olağanüstü işler yapmış az sayıda usta var. Onlar mayaları başka türlü kabaran nadide insanlar. Hayatları boyunca bir ya da en çok iki saat yapmışlar. Dünyanın hayranlık duyacağı eserler ortaya koymuşlar. Onların çalışmaları gelmiş geçmiş en büyük saatçilerden sayılan Fransız Abraham Louis Breguet'nin yaptıklarından daha kıymetli. Çünkü Breguet'nin saatleri yaptığı dönemin öncesinde 200-300 yıllık bir gelenek vardı. Bu müstesna insanların yaptıklarını sergileyebilmek de başlı başına bir iş diye düşünüyorum" diyor.
Torna başında bir kadın
Eşi benzeri olmayan saatler üzerinde çalışan iki üstada zorlu tamir sürecini soruyorum. "Önce eksik parçaları belirliyoruz. İsviçre'den bir saat tornası getirttik. İhtiyacımız olan parçaları teker teker kendimiz üretiyoruz. Saat çok fonksiyonlu bir şey. Takvimi, çalar tertibatı, müzik aksamı hepsi çalışır hale getirilmeli. Tamiratı, saati yapan ustanın düşüncelerine, arzusuna uygun şekilde tamamlamak gerekir" diye yanıtlıyorlar.
Ömrü ustanın elinde
"Saat Allah'ın verdiği ömürle yaşamıyor. Onun dünya döndükçe sürecek bir ömrü var ve bu, ustaların elinde. Tamir etmek için 1 yıla yakın zaman harcadığımız saatler oldu. Bunlar yaşlı mekanik objeler. Yaşlı bir insan gibi her an eliniz üzerinde olmalı. Tamir edilince onun artık bir daha ah uh etmeden bir ömür süreceğini düşünemeyiz. Periyodik olarak bakımlarını yapmak gerekiyor" diyor Şule Gürbüz.
Kötü de, iyi de sonsuz
Evinde 70 civarında saati olan Şule Gürbüz "İnsan tamir edebileceğini bildiği ne güzellikte, ne kıymette olduğunu anlayabildiği bir saati gördüğünde almadan edemiyor. İlk zamanlarda daha çok saat alıyordum. Şimdi güzel şeyler bulmakta da güçlük çekiyorum. O yüzden son zamanlarda fazla bir şey almıyorum" diyor. Peki sizden sonra bu eserlere hak ettikleri değeri verecek, sahip çıkacak insanlar gelecek mi? Diye soruyorum. "Kötünün arkası kesilmiyorsa iyinin de kesilmeyecektir. Az sayıda da olsa bu işle ilgilenecekler çıkacaktır" diyorlar.
Kaynak: Posta Pazar Postası, 17.06.2007, s.6, Fotoğraf: Muzaffer Kantarcıoğlu (c)
Sarayın saat ustası
Milli Saraylar’da araştırma görevlisi olarak çalışan sanat tarihçisi Şule Gürbüz, Türkiye’nin ilk kadın saat tamircisi oldu. Beş yıldır saat ustası Recep Gürgen’in yanında çalışan Gürbüz, ustasından bu yıl icazet aldı
MEHMET KENAN KAYA
Şule Gürbüz, Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın "saat bölümü"nden sorumlu genç bir sanat tarihçisi. Ama bana kalırsa bu tanım onu pek anlatmıyor. Çünkü duyduğu ilgiden dolayı beş yıldır saatlerle uğraşan Gürbüz aynı zamanda bir saat ustası da. Yani onun hikayesi, okumuş yazmış bir kadının portresinin yanı sıra; torna, tesviye kullanan, elini kezzaplara sokan, saat kulesinden düşüp omzunu kıran bir saat tamircisinin portresini de içeriyor. Üstelik Türkiye’nin tek kadın saat tamircisinin.
Aslında itiraf etmeliyim: Bu benim için zor bir röportaj oldu. Çünkü sanat tarihi eğitiminin ardından konservatuvarda müzik eğitimi alan, viyolonsel ve kilise orgu çalan; Londra’da felsefe okuyan Gürbüz, bütün bu özelliklerinden röportaj boyunca hiç söz etmedi. Ben sorunca da "Saat üzerine yapılan bir röportajda kendimi anlatmak, birçok kişinin yaptığı gibi eteğimde ne varsa dökmek bana yakışıksız geliyor" dedi. Fotoğraf çektirirken kendini objektiften öylesine gizledi ve bunu öylesine bir nezaketle yaptı ki, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin fotoğrafını çekebilmek için Şah’a "Şişşşt" demeyi göze alan Garbis Abi bile Gürbüz’ün nezaketini pek zorlamadı. (Ama nasılsa ikna da etti.)
Sonunda Gürbüz’le Türkiye’nin son mekanik saat ustalarından Recep Gürgen’in yetiştirdiği bir saat ustası olarak "saatler üzerine" ama belki de daha çok "Bir işi iyi yapabilmek için emek vermek gerektiği" üzerine konuştuk. Üstelik "Ben şuyum, buyum" demeyen bir profesyonelle. Bu da bir gazeteci için az nimet olmasa gerek sanırım.
5 yıldır Milli Saraylar’daki saatlerden sorumlusunuz. Siz mi istediniz bu bölümü?
Ben Milli Saraylar’a sanat tarihçisi olarak girdim. Başladığımda bana çalışabileceğim bölümleri sıraladılar ve hangisini istediğimi sordular. Ben de saat bölümünü seçtim. Ötekilerin yanında daha cazip geldi. Aslında benim işim başta bir araştırmacı olarak saatlerin envanterini falan çıkarmaktı ama onlara yakından bakınca mekanizmalarını çok merak ettim. Bu yüzden bir dönem saraydaki saatleri de tamir etmiş olan Recep Usta’yı yalvar yakar ikna ederek onun çırağı olmak istedim. Ama bu, öyle böyle bir istemek değil. İşten bile ayrılacaktım ikna edemeseydim. Neyse ki sonunda kabul etti.
Bir sanat tarihçisi olarak siz de o bildigimiz geleneksel metotlarla, çırak olarak mı başladınız saatçiliğe?
Öyle ama benimki normal bir çıraklık olmadı. Geleneksel çıraklıkta çırak bir ustanın yanına verilir. 5-10 yılı dükkan süpürmekle, Karaköy’e gidip parça almakla falan geçer. Çünkü geçirdikleri o evreler, aslında onlara saate el sürdürtmeden tahammüllerini ölçmek içindir. "Ben böyle bir evreden geçmedim" dedim ama ustam yokken hiçbir saate el sürmezdim ben de. Onlara bir zarar vermekten çekinirdim.
Bol diplomalı tamirci
Recep Usta’ya "bol diplomalı" bir kadın çırak adayı olarak gittiğinizde şaşırdı mı?
Aslında ben çok "kadın kadın" biri değilim. Hani tırnaklarım manikürlü, ojeli olur. Öyle olmadığım için kadın gibi görmemiştir belki.
Saatçilik sadece masa başında yapılan bir iş değil. Birçok makina kullandığınız için fiziksel güç de gerektiyor. Türkiye’de sizden başka kadın saat ustası var mı?
Türkiye’de ve dünyada benim bildiğim yok. Zaten kadınlar genel olarak bir şeyi yapan olmaktan çok "yapanınki" olmayı tercih ediyorlar. Saatçi değil de saat satan birinin karısı olmayı istiyorlar mesela. Sonunda saatçilik de fiziksel olarak yorucu; tornalarla, taş motorlarıyla, kimyasal malzemelerle yapılan zahmetli bir iş. Dış kasalarını da tamir ettiğimiz düşünülürse ahşap onarımından bağa tamirine kadar birçok şey giriyor işin içine.
İyi bir usta olmak için çok çaba harcadığınız anlaşılıyor. Oysa zanaatkar olmak önemsenen bir şey değil Türkiye’de...
Evet ama bize has bir şey bu. Bu tarz şeyleri küçümsüyorlar. Tamirci olmak kötü bir şey onlar için. O nedenle okumuş yazmış kişiler bu işlere yönelmiyor. Oysa sadece çekirdekten yetişenler de her şeye cevap veremiyor.
"Bugüne kadar 147 saray saati tamir ettim"
Milli Saraylar’da kaç saat var?
193’ü Dolmabahçe’de, 287 saat var.
Kaçı çalışıyor bu saatlerin?
Ben başladığımda hiçbiri çalışmıyordu. Bugüne kadar 147’sini tamir ettim. Ama saatler yaşlı insanlara benziyor; sürekli elin üzerinde olacak. Sabah evde iyi bırakıyorsun, akşam bakıyorsun ıh-tıs bir şey olmuş. Ben "Hepsini tamir ettim" deyip buradan gidemem yani. Çünkü bir hafta sonra ne olacağını tahmin ediyorum.
Yalnızca mekanik saatler üzerine mi çalışıyorsunuz?
Evet, hatta sadece 17’nci,18’inci ve 19’uncu yüzyıl saatleri üzerine çalışıyorum. Saraydaki en yeni saat 19’uncu yüzyıl işi. Zaten ben de saray saatçisiyim.
Şimdiki saatleri nasıl buluyorsunuz?
Elektronik hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bilgisayar kullanmayı bile bilmiyorum. Hiç ilgimi çekmiyor böyle aletler. Dokunasım gelmiyor. (Kayıt cihazını göstererek) Şunun şu siyah rengi bile çok itici. Bir tek arabaları seviyorum, onlar da mekanik zaten.
Saray size yetiyor mu, gözünüzü diktiğiniz başka koleksiyonlar da var mı?
Gözüm hep saatlerde zaten. İnsanların koluna bile bakıyorum. Utanıyorum, başımı geri çeviriyorum ama elimde değil. Bu zaman zarfında kendim de bir koleksiyon sahibi oldum. Müzayedelerden hoşuma giden 35 kadar saat aldım. İnsan bir şeyin içine girince bakıp geçemiyor. Almak arzusu da duyuyorsunuz. Bir de hiçbir saati kimseye layık göremiyorum. "Şunu da kim alacakmış" diyorum. Ona birisi sahip olursa ona karşı kin duyuyorum.
Saat tamir etmeden de mutlu olabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Ustanın bana karşı sorumluluk duyduğu gibi ben de ustaya bir sorumluluk duyuyorum. Bana 5 yılını verdi. Hani bazı müzisyenlerin "Müzik olmazsa sağırım, kötürümüm" jargonuna girmem ama "tamir edilemez" diye bırakılmış saatleri gördüğüm zaman kendime de bir anlam yükleyebiliyorum. İnsanın hayatının başka şeyler için de önemli olması güzel bir şey.
"Saat Kulesi’nden düştüm, omzum kırıldı"
Beş yıldır saat tamiri yapan Şule Gürbüz zorlu çıraklık günlerini "Çıraklığımda ustamın gözüne girmek için elimi amonyaktan, benzinden çıkarmadım, kezzaplara batırdım. Saat Kulesi’nden düştüm, omzum kırıldı. Başıma gelmeyen kalmadı. Bir de her şeyi okuyarak öğrenmeye alışkın olduğum için bir şeyi yaparak öğrenmeye hemen adapte olamadım. Her şey elimin altından kaçıyor duygusuyla bir yandan elimde defter kalem, bir yandan görmeye çalışarak hep uğraştım" diye anlatıyor.
Kaynak: Milliyet Pazar, 26.05.2002, s.5 Fotoğraf: Garbis Özatay (c)
Tik tak sesleriyle geçen 67 yıl
İskender Özsoy
Uykusuz gecelerinizde hangi saati dinliyorsunuz? Size hayatın sırlarını hatırlatan vücut saatinizi, mi yoksa duvardaki saati mi?
Yavru kuşun kanadı gibi çarpan kalbiniz mi daha yakın size yoksa sabaha yaklaştığınızı hatırlatan duvar saati mi?
Hangisinin sesi daha çok sevindirir sizi?
İcadından bu yana bir birini kovalayan akreple yelkovanı 67 yıldır kovalayan İstanbul'un en kıdemli saat tamircilerinden Ali Aydınoğlu 'na göre ikisi de.
Sabahların uyanınca yaşadığına şükrederek ezan okunmadan evinden çıkan ve Sabah namazını İstiklal Caddesi'ndeki Ağa Camisi'nde kıldıktan sonra dükkânını açan Ali Aydınoğlu Priştine'de 1929 yılında doğmuş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 1939 yılında mesleğe başlayan Ali Usta okumayı ve çalışmayı güç koşullara karşın beraber yürütmüş. Sabahları yaşadığına şükretmesi gibi dükkânının duvarlarından saatlerin seslerini duymasına da, mesleğine hâlâ sürdürüyor olmasına da şükreden Aydınoğlu şöyle konuştu:
İşini çok seviyor
''Priştine'de hem okula hem dükkâna giderdim. Ustamın adı Aslan Ramadan . Mesleğe onun yanında başladım. 1960 yılana kadar yanında çalıştım. O benden iki sene önce Türkiye'ye geldi. Ben de buraya göç etmeye hazırlanırken boş gezmeyeyim diye yine Piriştine'de Cavit Saatçi adındaki başka bir ustanın yanında 18 ay çalıştım. 1963 yılında ailece İstanbul'a göç ettik. İstanbul'a gelir gelmez iki ay içinde dükkânımı açtım. O tarihten beri aynı sokakta çalışıyorum. İşimi seviyorum. İşimden bıkmadım. Çalışmaktan zevk alıyorum. Her çeşit saatin tamirini yaparım. Guguklu, duvar, cep, kol saati, fark etmez. Pilli saatleri bile yapıyorum. Eski saatler daha dayanıklı. Yeni saatler yaramaz. O saatleri yapıp satan para kazanıyor, biz kazanamıyoruz. Bana Türkiye'nin her yerinden tamire saat gelir. Eski saatleri zevkle onarıyorum. Parça sıkıntısı pek çekmiyorum. Bulamazsam kendim parça yaparım.''
Mesleğinin bazı meslekler gibi kaybolmayacağına, ancak ustalığın zamanla değerini yitireceğine inanan Aydınoğlu'na göre insan var oldukça saat de olacak, tamir de edilecek. Ali Usta bu yargısını yıllar önce seyrettiği bir filmi özetleyerek şöyle pekiştiriyor:
''50-55 sene önce bir film seyretmiştim. Saatçi bir duvar saatini tamir etmeye uğraşıyordu. Ustanın saçı sakalı birbirine karışmıştı. Ailesi isyan ediyordu. Usta ne zaman saati çalıştırdı o zaman sevinçe 'bir gün benim kalbim durur ama dünya var oldukça senin kalbin durmaz' dedi. O film kahramanı saatçinin dediği gibi saatlerin şekli değişecek belki ama saat hep var olacak.''
Saat zaman demek
Dükkânın duvarlarındaki saatlerin kısa aralıklar çalmasından zevk duyan Ali Aydınoğlu kendisine bırakılan saatleri tamir etmeden, onların akreple yelkovanını yeniden yarıştırmadan elinden bırakmıyor. Dükkânında olmaz kelimesini kullanılmasını yasaklayan Aydınoğlu, bir zamanlar saat koleksiyonu da yapmış.
'Gençler ilgisiz'
Ali Usta bu konuda da ''Memlekette güzel bir koleksiyonum vardı. Buraya gelince sermaye yapmak için kıymetli saatlerimi sattım. Bazı saatlerimin Yunanistan'daki koleksiyonculara gittiğini duydum sonradan. Şimdi elimde bir iki cep saatiyle duvar saati var'' diye konuştu. Saatin zaman olduğunu söyleyen Aydınoğlu ''Zaman insanın hayatıdır'' diyor.
Bir oğlunu saatçi olarak yetiştiren ve ona el veren Ali Aydınoğlu torunu Aydın Aydınoğlu'nu da yetiştirmiş.
Şimdiye dek yetiştirdiği kalfa ve ustaların bayramlarda, kandillerde kendisini aramalarına çok sevinen Ali Usta, gençlerin mesleğine karşı pek ilgi göstermediğinden şikâyetçi bu yüzden mesleğinde ustalığın yok olmaya başladığını dile getiriyor.
Kaynak: Cumhuriyet 08.10.2006, s.9
Uykusuz gecelerinizde hangi saati dinliyorsunuz? Size hayatın sırlarını hatırlatan vücut saatinizi, mi yoksa duvardaki saati mi?
Yavru kuşun kanadı gibi çarpan kalbiniz mi daha yakın size yoksa sabaha yaklaştığınızı hatırlatan duvar saati mi?
Hangisinin sesi daha çok sevindirir sizi?
İcadından bu yana bir birini kovalayan akreple yelkovanı 67 yıldır kovalayan İstanbul'un en kıdemli saat tamircilerinden Ali Aydınoğlu 'na göre ikisi de.
Sabahların uyanınca yaşadığına şükrederek ezan okunmadan evinden çıkan ve Sabah namazını İstiklal Caddesi'ndeki Ağa Camisi'nde kıldıktan sonra dükkânını açan Ali Aydınoğlu Priştine'de 1929 yılında doğmuş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 1939 yılında mesleğe başlayan Ali Usta okumayı ve çalışmayı güç koşullara karşın beraber yürütmüş. Sabahları yaşadığına şükretmesi gibi dükkânının duvarlarından saatlerin seslerini duymasına da, mesleğine hâlâ sürdürüyor olmasına da şükreden Aydınoğlu şöyle konuştu:
İşini çok seviyor
''Priştine'de hem okula hem dükkâna giderdim. Ustamın adı Aslan Ramadan . Mesleğe onun yanında başladım. 1960 yılana kadar yanında çalıştım. O benden iki sene önce Türkiye'ye geldi. Ben de buraya göç etmeye hazırlanırken boş gezmeyeyim diye yine Piriştine'de Cavit Saatçi adındaki başka bir ustanın yanında 18 ay çalıştım. 1963 yılında ailece İstanbul'a göç ettik. İstanbul'a gelir gelmez iki ay içinde dükkânımı açtım. O tarihten beri aynı sokakta çalışıyorum. İşimi seviyorum. İşimden bıkmadım. Çalışmaktan zevk alıyorum. Her çeşit saatin tamirini yaparım. Guguklu, duvar, cep, kol saati, fark etmez. Pilli saatleri bile yapıyorum. Eski saatler daha dayanıklı. Yeni saatler yaramaz. O saatleri yapıp satan para kazanıyor, biz kazanamıyoruz. Bana Türkiye'nin her yerinden tamire saat gelir. Eski saatleri zevkle onarıyorum. Parça sıkıntısı pek çekmiyorum. Bulamazsam kendim parça yaparım.''
Mesleğinin bazı meslekler gibi kaybolmayacağına, ancak ustalığın zamanla değerini yitireceğine inanan Aydınoğlu'na göre insan var oldukça saat de olacak, tamir de edilecek. Ali Usta bu yargısını yıllar önce seyrettiği bir filmi özetleyerek şöyle pekiştiriyor:
''50-55 sene önce bir film seyretmiştim. Saatçi bir duvar saatini tamir etmeye uğraşıyordu. Ustanın saçı sakalı birbirine karışmıştı. Ailesi isyan ediyordu. Usta ne zaman saati çalıştırdı o zaman sevinçe 'bir gün benim kalbim durur ama dünya var oldukça senin kalbin durmaz' dedi. O film kahramanı saatçinin dediği gibi saatlerin şekli değişecek belki ama saat hep var olacak.''
Saat zaman demek
Dükkânın duvarlarındaki saatlerin kısa aralıklar çalmasından zevk duyan Ali Aydınoğlu kendisine bırakılan saatleri tamir etmeden, onların akreple yelkovanını yeniden yarıştırmadan elinden bırakmıyor. Dükkânında olmaz kelimesini kullanılmasını yasaklayan Aydınoğlu, bir zamanlar saat koleksiyonu da yapmış.
'Gençler ilgisiz'
Ali Usta bu konuda da ''Memlekette güzel bir koleksiyonum vardı. Buraya gelince sermaye yapmak için kıymetli saatlerimi sattım. Bazı saatlerimin Yunanistan'daki koleksiyonculara gittiğini duydum sonradan. Şimdi elimde bir iki cep saatiyle duvar saati var'' diye konuştu. Saatin zaman olduğunu söyleyen Aydınoğlu ''Zaman insanın hayatıdır'' diyor.
Bir oğlunu saatçi olarak yetiştiren ve ona el veren Ali Aydınoğlu torunu Aydın Aydınoğlu'nu da yetiştirmiş.
Şimdiye dek yetiştirdiği kalfa ve ustaların bayramlarda, kandillerde kendisini aramalarına çok sevinen Ali Usta, gençlerin mesleğine karşı pek ilgi göstermediğinden şikâyetçi bu yüzden mesleğinde ustalığın yok olmaya başladığını dile getiriyor.
Kaynak: Cumhuriyet 08.10.2006, s.9
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)