Recep Gürgen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Recep Gürgen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Ne İçindeyim Zamanın"


Aşağıda okuyacağınz metin TRT'nin internet sitesinden alınmıştır:

"Tarihi saatlerin dünyasında yaşayan dört saat ustası “Ne İçindeyim Zamanın” adlı programla ekrana geliyor: 

Sungutay Şerafettinoğlu, Şule Gürbüz, Recep Gürgen ve Şükran Lişesivdin.

Onların ki, telaştan uzak; sakin, zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında oldukları bir yaşam. Mazbut biraz da münzevi duruşları onların tercihi olmuş. Zamanı sıradan insanlara göre farklı algılamış farklı yaşamışlar.

Geçen zamanla değil, doğrudan doğruya tamir ettikleri saatle bir bağ kuruyorlar. Saatler onlar için sadece bir zaman ölçer değil. 
Bu farklı dünyanın insanlarıyla karşılaştığınızda, sanki zaman sizin için de faklılaşıyor; yavaşlıyor… 

Onlarla alışkın olduğunuz hızlı yaşamın dışına çıkıp, sakin akan bir nehrin akıntısına kapılıveriyorsunuz.


(...)

Bütün bunların yanında bir zorluk daha bekliyor sizi; münzevi kişilikleri. Onları dünyalarından çıkarıp konuşturabilmek, sözcüklere dökmeden yaşayageldiklerini anlatmalarını istemek çok zor. Çünkü onlar konuşmamışlar, sadece yaşamışlar. 

Röportajlar onların zaman ve saatle ilişkilerini vermekten uzaklaşıyor; ifadelendirebildikleri birkaç sözcükle sınırlanıyor… Kayda alabildikleriniz bu işe nasıl başladıkları ve saatlere olan sevgileri…" 

Meraklılar lütfen yayın programını bir kenara not etsin:

  • TRTHABER 26 Nisan 2012 Perşembe 23:10
  • TRTHABER 28 Nisan 2012 Cumartesi 04:15
  • TRTHABER 29 Nisan 2012 Pazar 15:20

Not: Elbette "Ne İçindeyim Zamanın" isimli yapım çok şey (belki de hiçbir şey) beklenmemesi gereken bir belgesel. Neticede, program, derinliği olmayan, önemli konulara odaklanamayan bir yapım olmaktan öteye gitmiyor. Konuyla ilgili yeterinvce bilgisi olanlan izlemese de olur. Çünkü bu program bilenlere bir şey katmıyor.. Yine de, Şule Gürbüz ve Recep Gürgen usta hürmetine seyretmeye değer.

Saat gibi hüzünlü

Hand Watch, by Ralph Gibson
Zaman herkes için aynı şekilde geçmiyor. Kimine iyi, kimine kötü davranıyor. Bir yılın daha son günündeyiz. Belki bir şeylerin sonundayız, belki de başında. Belki de bugünün yarından bir farkı yok.

Sabahları kahve eşliğinde gazete okumak en büyük keyfim. Gazete, yaşadığımız zamanın göstergelerinden biri. Yarın sabah yine 3 gazete alacağım. Neler olacağını da biliyorum aslında. Ama her defasında beni şaşırtan bir haber mutlaka oluyor. Olmadığını zannettiğim zamanlarda bile oluyor, sonradan farkediyorum.

Bir günü kitap okumadan bitirmek, kurmalı bir saatin tacına dokunmadan olmaz. Öyle güzel kitaplar okudum ki bu sene, sanırım benden daha mutlusu azdır bu acılı dünyada. Hayatımızı incelikli cümleleriyle tamir eden saat ustası ve en sevdiğim yazar Şule Gürbüz'ün 'Zamanın Farkında' kitabı yılın en güzel armağanıydı. Beni Longines'in kronometreli bir saatiyle şahsen tanıştırdığı için, macerasını da anlattığı için kendisine müteşekkirim.

Ustaların ustası Recep Gürgen'e teşekkür etmeden geçemem. Bana İsviçre ve Rus saatlerini yeniden ve daha yakından tanıma fırsatı tanıdı. Ömer Aydın Bey'e de, hem  http://www.ustasaati.com/ isimli güzel bir site hazırladığı için hem de tanıdığım en bilgili, en efendi, en hoşsohbet ve kitap meraklısı saat satıcılarından biri olduğu için çok teşekkür ederim. Kosova Saat'ten Ali Aydın Ustaya da teşekkür ederim, akıllı ve bilgili torunlarına da. Hem sohbetleri hem pratik zekalarıyla bana çok yardımcı oldular. Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler, muhteşem fotoğraf kütüphanelerini benim 'Fotoğrafta insan, eşya ve zaman' araştırmam için açtılar, sofralarında bana da yer verdiler, filte kahveleriyle içimi ısıttılar, onlara da kalpten müteşekkirim.

Bu blogu okuyanlara da çok teşekkür ederim. Benim güzel okurlarımdan kimi sadece okumakla yetindi, kimileri de  bilgilerini, görgülerini ve fikirlerini paylaştı. Onlarla bazen hemfikir olduk, bazen farklı şeyler düşündük. Ama hep saatleri sevdik. Bu açıdan kendimi hiç yalnız hissetmedim. Hiç beklemediğim kadar e-posta geldi bu yıl. Elimden geldiğince hepsine cevap vermeye çalıştım. Cevap veremediklerim olduysa kusuruma bakılmasın lütfen.

Benim için de, yeryüzündeki bütün insanlar için de tezatlarla dolu bir yıl oldu sanıyorum. Hiç bu kadar çok yazmak isteyip de, böylesine az yazdığım bir yıl hatırlamıyorum. Hiç tahmin etmediğim kadar çok kitap okudum. (Kitaplığım hiç bu kadar genişlememişti.) Çok güzel, çok akıllı insanlarla tanıştım. Birbirinden muhteşem saatler ve mekanizmalar gördüm. Eski ve büyük saatleri hayranlıkla izledim. Yüzyıllık saatlere dokunma, onların sesini duyabilme onuruna da eriştim.


Fakat en güzeli insanın kendi kolundaki, kendi masasındaki saat galiba.

Ne demek istediğimi, büyük fotoğraf ustası Ralph Gibson, bir fotoğrafla anlatmış.

Zaman ellerimizde.

Bir saate baktığımızda gördüğümüz şey, belki de bir saatin bize baktığıdır.

İyi seneler.

Christian Marclay, Ali Kazma, Recep Gürgen ve Mustafa Şem'i Pek




"The Clock" isimli video çalışmasıyla Venedik Bienali'nde yılın sanatçısı seçilen Christian Marclay ve ona yardımcı olan ekibi binlerce filmi izleyip, içinde saatlerin, saatlere bakanların ve saatin kaç olduğunu söyleyenlerin bulunduğu sahneleri toplamış, bunları da bir gün esasına göre dizmiş.  "The Clock" isimli video tam 24 saatlik bir süreye sahip.

Tamamı internet üzerinde mevcut değil fakat bienal sırasında çekilmiş görüntüler mevcut. Muazzam bir iş olduğu belli, her ne kadar sinemaya karşı, video çalışmalarına karşı bir sevgim yoksa da saygı duyulacak, takdir edilecek bir çalışma olduğunu anlıyorum.

Ben de romanlarda, hikayelerde ve şiirlerde bulunan saatlerle ilgili cümleleri, paragrafları toplamaya heves etmiştim, halen toplamaya çalışıyorum, fakat bu ciddi bir çalışma değil, bitecek gibi de değil zaten.

Bu tür derleme toplama çalışmaları nihayetinde özgün çalışmalar değil, asıl güzel olan ve saygıyı içten hak eden çalışmalar Ali Kazma gibi sanatçıların yaptığı çalışmalardır bence. Kendisinin Recep Gürgen ustayı gözlemleyip, bir masa saatini tamir aşamalarını başından sonuna görüntülediği video çalışması "Saat Ustası / Clock Master" (2006) unutulmazdı mesela. Hem bir çağdaş sanat çalışması hem de bir belgesel olmasıyla önemli bir çalışmaydı.

Özgün çalışmalara daha çok değer vermek ve desteklemek gerek, Recep Gürgen gibi bir ustayı bir daha bulamazsınız çünkü.

Bu noktada Türkiye'de saatçilik sektörünün eleştirileceği çok nokta var. Yeterince güçlü bir meslek birliği olmadığından, ülkemizdeki saat kültürü de kayda geçirilemiyor, gelişemiyor ve sağlam bir arşiv oluşturulamıyor.

Oysa Mustafa Şem'i Pek'in zamanında bir belgeseli çekilseydi, bu müthiş saat ustasını daha iyi tanıyabilirdik. 

Bugün şaşkınlık verici olarak görülebilir, ancak Mustafa Şem'i ustamız, bundan 50 sene kadar önce saat ithal etmeyip kendi özgün saatlerini üretiyordu. Bugün kendi başına saat üreten böyle büyük bir ustamız yok. 
Geriye sadece kahraman ve mütevazı saat tamircilerimiz kaldı. 

“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Mekanik saat meraklılarına 30 Ekim 2010 tarihinde Milliyet Cumartesi'de sadece bir bölümü yayımlanan söyleşinin tamamını aşağıda sunmaktan gurur duyuyorum. Söyleşi uzun olduğu için gazetenin ekinde ancak bir kısmı yayımlanmıştı, bütün halinde okumak daha doyurucu olacaktır diye düşünerek ve ayrıca Gürbüz'ün söylediği her sözün mekanik saat ve edebiyat meraklılarına ışık tutacağını bilerek söyleşinin yarım yamalak değil de bütün olarak okunmasını istedim. Beni kırmayan Şule Gürbüz'e, fotoğraflar için Hüseyin Özdemir'e ve söyleşi için Yasemin Bay'a çok teşekkür ederim.

Meraklıların hemen dikkatini çekecektir: Sorular, 2003 senesinden beri Şule Hanım'a sorulan soruların hemen hemen aynısı veya başka bir şekilde söylersek; bugüne kadar Şule Gürbüz'e sorulan bütün sorular bu söyleşide var! Şule Hanım yaradılışından ötürü senelerdir sabırla, bıkmadan usanmadan aynı soruları yanıtlayıp duruyor. Belki bu söyleşinin bir faydası olur da muhabirler değişik sorular sormaya başlar! Yine de bu durum sadece bir durum değerlendirmesidir sadece ve söyleşinin değerini kesinlikle azaltmıyor, aksine Şule Hanım'ın söylediklerine canı gönülden kulak verirsek, mekanik saatlere olan sevgimizin daha da artacağını düşünüyorum. Sözü uzatmadan söyleşiye geçelim:




“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Yasemin Bay

Ömrü boyunca sadece 9 saat yapmış, Türk saatçiliğinin en önemli ustalarından Ahmet Eflaki Dede'nin şaheseri, Es Seyid Süleyman Leziz'in Nil sularının azalmasından ekim dikim vakitlerine, hayvanların kış uykusuna yatmasından kutsal günlere kadar pek çok bilgiyi de gösteren saati, ünlü İngiliz saat ustası George Pior'un Türk pazarı için yaptığı müzikli saati ve daha pek çoğu Dolmabahçe Sarayı'ndaki Saat Müzesi'ne 6 Kasım itibariyle izleyiciyle buluşacaklar. 18 ve 19. yüzyıla tarihlenen bu saatlerin bugün çalışıyor olmalarını sağlayan iki isimden biri ise Şule Gürbüz.
Saray saatçiliği geleneğini bilen son isim olan Wolfgang Mayer'in -Mayer'in dedesi Abdülhamit'in saatçisiydi- yetiştirdiği Recep Gürgen'den bu mesleği öğrenen Şule Gürbüz, her ne kadar "Başkalarının yanında ustayımdır ama ustamın yanında elbette usta olamam" dese de, bugün Dolmabahçe Sarayı'nın tek saat ustası. Üstelik sadece Dolmabahçe'de değil, Türkiye'de de saray saatlerini tamir edebilen, Recep Gürgen'den sonra, tek isim. İstanbul Üniversitesi'ndeki sanat tarihi eğitiminin ardından Cambridge Üniversitesi'nde felsefe eğitimi alan Gürbüz ile hem saatlerin dünyasıyla tanışma hikayesini hem de Saat Müzesi'ni konuştuk...

Dolmabahçe Sarayı’nda ne zaman çalışmaya başladınız?

1997 yılında saat seksiyonunda araştırmacı olarak görevlendirildim. Saatlerin hepsinin bozuk, göze görünmez olduğunu fark ettim. Saat tamiratıyla da ilgili bir atölye yoktu. 80’li yıllarda Wolfgang Mayer'in kalfası Recep Gürgen’in zaman zaman gelip saatleri tamir ettiğini öğrendim Recep usta buraya gelmeye devam etmiş ama kadrolu değil dışarıdan destek veriyormuş. Recep ustadan beni yetiştirmesini talep ettim. Haftanın bir günü o buraya geldi, bir günü de ben onun atölyesine gittim. Çünkü burada kurulu düzenimiz yoktu. 98’de saat atölyemiz kuruldu.

Sizi saat tamirciliğine iten neydi?

Evet zahmetli bir iş. Ne kadar açıklanabilir bilmiyorum çünkü bazı şeyler insanın şahsıyla ilgilidir. Bu da biraz öyle. Ben daha kendi kendimle olmayı, müstakil bir hayatımın olmasını, çok insanlarla dirsek temasımın olmasını sevmeyen birisiydim. Tahsil hayatımda bir şey olma, bir mesleği amaç edinmek gibi bir şeyim yoktu. Sadece okumak, anlamak, farkına varmak bana yetiyordu. Sarayda araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca ben de atölyede tek başıma kalsam istediğim hayatı inşa edebilir miyim, kabuğumu bulmuş gibi olur muyum diye düşünce geçti içimden. Başka biri bana bakıp tek başına bütün gün atölyede ne yapıyor diye vahlanabilir. Ama ben birinin böyle bir hayatı olduğunu görsem çok imrenirim. Bu biraz şahsi bir şey. Sarayın içerisinde bir saat ustası olmayı, elinin ürettiğiyle yaşamayı kendi adıma şık ve güzel buldum. Onun dışında mesleğin tabii ki iş çok zor ve çileli yanları var.

Nelerdir bunlar?

Zanaat, sanat eseri oluşturmak gibi kendi kimliğinizin, isminizin ön planda olduğu bir şey değil. Yaptığınızı bir anlamda kendinizi örterek yapıyorsunuz. Bir eseri tamir ettiğimizde ona elimizin bile değdiğini belli etmemek bizim başarımız oluyor. Egoyla yapılmış bir şeyi tevazuuyla diriltmek gibi bir durumumuz var. Daha mistik bir yanı var saatçiliğin özellikle. Çok sabır ve dinginlik, çok uzun saatler kendi başınıza kalmak istiyor. Ne kadar yüksek düşünceleriniz olsa da size sadece bir saatçi, tamirci gözüyle bakılmasına tahammül etmenizi gerekli kılıyor. Bunlar herkesin altından kalkabileceği şeyler değil.

Mekanik saat tamiri başka zanaatler gibi değil. Bir koltuk, kanepeyi tamir edersiniz köşeye koyarsınız. Saat kendi söyler tamam ben oldum diye. Şu saati yaptım ama üç dakika geri kalıyor diyemezsiniz. Doğru yapmadığım müddetçe beni kaçtığım yere kadar kovalar. Saatin demesi lazım oldu diye. O da zor diyen bir obje. Demez de demez, demez de demez.


Böyle bir eğitimin ardından neden bu meslek diyenler oluyor mu?

Zaman zaman bana bir tamirci için tahsilimin fazla ve gereksiz olduğunu söyleyenler oluyor. Ama aslında insanın aleladelikten sıyrılıp fevkaladeliğe kendisini yaklaştırması lazım. Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım. Başka yabancı diller bilseydim matematiği daha da iyi bilseydim, fizik de bilseydim inanın daha iyi tamirci olurdum. Öte yandan bu işin kişiliğinize kattığı sizi başkalaştıran tatlılaştıran yanları da oluyor.

Nelerdir onlar?

Daha tahammüllü, sabırlı olmak. Bir şeyin direncini daha kuvvetli olarak kırmaya çalışmak ve insanın nasıl olduğunu bilemediği ama zamanla kendisine yapışan şeyler bunlar… Zaman içinde edinilen kazançlar. Durup baktığımda benim kazancımın verdiklerime göre çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Recep Gürgen ile ne kadar çalıştınız?

Hala bir aradayız. Onun kalfasıyım. ‘97’den beri bir aradayız. Saraylar restorasyon adına çalışması zor yerler. Siz çırak olarak işinizi saray objesi üzerinde öğrenemezsiniz. Ben ilk elime saray saatini almadım tabii ki. Ustanın atölyesindeki bozuk harap yüzlerce saatlerce saati elden geçirdikten sonra sarayın objelerine el sürebilmeye başladım. Saray saatlerini sokup takıyorduk. Ama ustam yoksa kendi başıma saray saatlerine dokunamıyordum. Dört yılın sonunda saatlere dokunabilmeye başladım.

Siz Türkiye’de tek isimsiniz bu alanda.

Evet, ustam ile beraber. Panda gibi kaldık biz; bambu filizleriyle beslemeleri lazım aslında. Ben başkalarının yanında ustayımdır ama kendi ustamın yanında elbette usta olamam.

Müze fikri nasıl oluştu?

Tamir ettiğimiz saatler elimizde birikti. Onları tekrar göze görülmez yerlere, kapalı odalara koymak istemedik. Şimdi sarayın büyük çoğunluğu, pek çok odası açık, eskisi gibi değil. Kalıcı bir müze oluşturalım saatler göze görülsün istedik. Açık odalarda bile birçok obje olduğu için o saatler bazen fark edilemeyebiliyor bir de. Öte yandan yurtdışında da pek çok müzenin, saat, mücevher gibi yan müzeleri vardır.



Nasıl bir müze peki?

74 saat yer alıyor. Üç bölümden oluşuyor. Birincisinde Fransız saatleri, ikinci bölümde 18. yy İngiliz saatleri 3. bölümde ise Osmanlı özellikle Mevlevi ustaların yaptığı saatler var. İçlerinde çok harap durumda olan da vardı sadece bakımdan geçenler de. Şimdi hepsi çalışır halde.

Bu saatleri ne kadarlık bir zamanda tamir ettiniz?

Diyebilirim ki 98’den beri tamir ettiğimiz saatler var. Hummalı çalıştığımız dönemler oldu. Bugün bakınca bu işin üstesinden nasıl gelinmiş dediğim zamanlar oldu. Tek bir saatin tamiratı günde sekiz saat çalışarak sekiz ayda bitti. Saray saatleri çok ağır saatlerdir, hayal edemeyeceğiniz objelerdir. Onların çalışma sistemini anlamak, aynı hassasiyetle çalışır hale getirmek kolay işler değil. Mekanik saatin hep eliniz üstünde olması gerekir. Aksırır öksürür, şikayeti bitmez, üzerinde merhametli bir ele her an muhtaç.

Türkiye’de saatçilik hakkında neler söylersiniz? Mesela müzede özellikle Mevlevi ustaların saatlerinin bulunduğundan bahsettiniz.

Bizde mekanik saat geleneği yok. Avrupa’da ilk mekanik saat 1300’lü yılların ortalarında çıkıyor. Orada her saatin her parçası ayrı bir usta tarafından yapılıyor. Sadece akrep yelkovan ya da zemberek yapan ustalar var. Bizimse maalesef Fatih döneminden beri devlet büyüklerine ve halka acentalar vasıtasıyla gelen saatler var. Sadece Türk pazarı için üretilen saatler de var içlerinde. Özellikle Mevlevihanelerde hücrenişin olmak için belli bir zanaatta uzmanlaşmak gerekiyor; hat, tezhip ya neyzen ya da el sanatları... Özellikle saatçilik hassas ve biraz batıdaki mistiklerin karşılığı olduğu için, orada da Pascal, Spinoza gibi filozoflar nasıl bu işle ilgilenmişlerse bizde de Mevlevi ustalar saatçilik yapmışlar. Mesela Ahmet Eflaki Dede, Mehmet Şükrü… Bunlar hep Yenikapı Mevlevihanesi’nin dedeleri, dervişleri. Hücrelerinde otururken, tabii vakitleri de çok, saat yapmışlar. Bizde zanaattan ziyade sanata yakın bir seviye olmuş saatler bu nedenle. Saatin bütün malzemelerini tek tek kendileri yapmışlar, dışının süslemesini bile. Düşündüğünüzde bu akıl alır gibi değil. Çünkü gelenek yok, öğrendiği bir yer yok, öncesi, arkası yok. Kendiyle başlıyor kendiyle bitiyor. Kendisinden doğan ve kendi parıltısıyla başlayıp onunla biten bir şey. Batılı uzmanların hayretlerini uyandıran saatler bunlar. Bu ustayı kim yetiştirmiş diye sorduklarında kendi kendine dediğimizde inanamıyorlar. Batılı usta aldığı geleneğin devamı bir şey yapıyor; İngiliz saati, şu üslupta diyorsunuz baktığınızda. Bizimkilerin yaptığı saatlerin ise dünyada başka örneği yok, hepsi tek.


Siz de vakti geldiğinde saat atölyesinde çırak yetiştirmeyi düşünüyor musunuz?


Olması gereken bir şey elbette. Ama bu bir şekilde kendiliğinden olacak. Bu iş hassas, ince, farklı özellikler de istiyor. Mesela benim ustama getiriyorlar “Bu koca kafalı okumadı bari senin yanında çırak olsun” diye. Hâlbuki biz burada en nitelikli insana ihtiyaç duyuyoruz. Ama en nitelikli insan da tamirci olmak istemiyor. En nitelikli insan klip tadında bir hayat istiyor. Zengin daha zengini güzel daha güzeli bulayım istiyor bugün. Olmayan bir şeyleri tutayım da kolundan kaldırayım denmiyor. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey iyi. İyi de bu işlere talip değil; böyle bir cehennemimiz var. Ben nelere layığım da nerdeyim gibi bir illet var bizde maalesef. Ben kimim de bu saatlere el sürerim diyebildikten sonra o saatler sizi kucaklıyor neticede.

Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi 5 Kasım'da açılıyor



Sabahları gazete okumayı çok seviyorum. Kitap eklerinden dolayı bu sabah epeyce gazete aldım ancak sürpriz kitap eklerinden çıkmadı, bu sabahın en güzel haberi ve röportajı Milliyet gazetesinin Cumartesi ekinde bulunuyormuş meğer.

Gazetedeki haber yukarıda görüldüğü gibidir, internetteki hâline ise yüz vermeyiniz, gazetede başka türlü duruyor, dokunuyor, ışığa tutup fotoğrafları daha ayrıntılı inceleyebiliyorsunuz, üstelik haberi kesip saklayabilirsiniz, 'sil' tuşuna basınca da silinmez öyle, üstelik virüslere karşı da çok dayanıklıdır gazeteler, virüs nedir bilmezler çünkü, bilgisayar çökünce uçup giden hatıralar gibi kanat çırpmaz, kaçıp saklanmaz, istediğiniz an elinizin altındadır, dakikalarca saatlerce aynı cümleyi, değişik şekillerde okuyabilirsiniz. Zaten dijital ile analog bilgi arasındaki farklardan biri de budur, analog bilgiye daha güvenilir, dijital bilgi ise şüphe uyandırır. "Hem "Taşa yazılan bilgiler duruyor da cd'lere yazılan veriler neden uçuyor?" diye hep yeni olanın peşinden koşan ama hiç yakalayamayanların kulağına fısıldamak isterim. :)

Neyse yine sözü uzatmayalım, Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ne bakalım, epeydir kapalıydı, bu arada boş durulmamış bütün saatler elden geçmiş ve yeniden bakımları yapılmış. Zaten Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ndeki saatlerin çoğu türlerinin nadide örnekleri arasında.

Çiçek saati de saat müzesinin önüne alınmış, pek güzel olmuş.

Yasemin Bay'ın röportajı çok güzel ama Şule Gürbüz ile yapılan her röportajında muhakkak sorulan soruları bu kez de o sormuş! Muhabirler değişiyor ama sorular hiç değişmiyor.

Not: Bu gece 1 saat kadar zamanı geriye almayı unutmayınız.

Topkapı Sarayı'nda Breguet saatleri sergisi



İlber Ortaylı'nın Milliyet Pazar'daki köşesini kaçırmamaya çalışırım. Geçtiğimiz pazar günü yine güzel bir yazısı vardı, değinmeden geçmek olmaz. Yazının önemli bir kısmı Osmanlı-Roma bağlantısıyla ilgiliydi, bu bölüm de ilgi çekiciydi elbette fakat gözüm sayfanın sağ tarafında bütün haşmetiyle göz kırpan Breguet'nin Topkapı Sarayı'nda bulunan ünlü “Pendule Sympathique” saatine takıldı bir kere. Bu saatin benzerleri var, fakat Topkapı Sarayı'ndaki gibisi yok. İlber Ortaylı'nın güzel Türkçe'sinden okuyalım:

"Topkapı Sarayı Müzesi dört yüze yakın nadide saatlere sahiptir. Bu koleksiyon geçmiş senelerde İstanbul’un unutamadığı saatçi Johann Meyer’in soyundan olan Wolfgang Meyer’in kontrolünden ve onarımından geçmişti. Şu sıralar bu koleksiyonumuzu yine Dolmabahçe Müzesi’nin saat uzmanları Receb Gürgen ve Şule Gürbüz elden geçiriyor ve onarıyorlar. Maalesef tarihi mekanik saatlerimizi özellikle Osmanlı dönemi Türk ustalarının eserlerini onaracak uzman pek azdır.

Saray, nadide saatler satın alırdı

Hiç şüphesiz Topkapı Sarayı bir imparatorluk merkezi olarak hem bu tip nadide saatlerin satın alındığı hem de diplomatik ilişkilerde hediye olarak geldiği bir mekândır. Elimizde Napoleon’nun hediye ettiği dahi saat ustası Breguet’in yaptığı bir başyapıt olan saat mevcuttur. Bu nedenledir ki; Topkapı Saray-Müzemiz Breguet saatleri gibi saatçilik tarihinde haklı bir şöhreti ve yeri olan ve bugün de bu vakfın kurduğu bir müze ile mekanik saatler medeniyetini yaşatan bir sergiye ev sahipliği yapacaktır. Bu sergiyi isteyen Breguet saatleri firması ve müzeciler; çünkü bizdeki nadide parçaları ellerindeki ile birlikte sergilemek istediler. Topkapı Sarayı, Sevres Porselen Fabrikasını imrendirecek Sevres porselenlerine, Çinlileri kıskandıracak Çin porselenlerine sahiptir. Burada da sergilenen baş eser Sultan II. Mahmud’a hediye edilen ve Breguet’in elinden çıkan “Pendule Sympathique” denen masa saatidir.

Zaman insan şuurunun eseridir ve insanın şuuruyla dilimlediği varlığımızı ve hayatımızı betimleyen en önemli boyuttur. Saatlerin bilhassa mekanik saatlerin saat olmanın ötesinde derin bir anlamı olduğu açıktır.

Müzemizin zenginliğini teşkil eden bu eserlerin düzenlenmesi, tanıtımı, teşhir ve korunması için bir birim kurulacaktır. Bu sergi 30 Ağustos’a kadar devam edecek, serginin sponsorluğunu Tektaş A.Ş. yapıyor."

İlber Ortaylı, Milliyet Pazar, 6 Haziran 2010, s.5

Sergi Topkapı Sarayı Divit Odası'nda, kaçırmayalım derim.

____________________________________________
Ek okumalar:

Breguet and the Ottoman Empire exhibition - Topkapi Palace Museum – Istanbul

Feyzan Ersinan Breguet sadece bir saat değil, bir "farklılık" simgesi, Dünya gazetesi, 7.6.2010

Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi

santralistanbul şehirdeki en yaratıcı mekanlardan biri, İstanbul'un unutulmuş bir köşesine renk, yaratıcılık ve heyecan getirmesi takdire şayan. Ben santralistanbul yakınlarında oturduğum için kendimi şanslı sayanlardanım. Özellikle müzedeki sergileri kaçırmamaya çalışıyorum, Martin Parr sergisi unutulmazdı mesela, hem Martin Bey'le tanışmak ve tarzım olmadığı halde onun fotoğraflarını çok önemsediğim için fotoğraflarını sevdiğimi doğrudan ona söylemek harikaydı.

Neyse, söylemek istediğim başka; santralistanbul Yetişkin Atölyeleri Bahar Dönemi için eğitim programı 8 Nisan 2010 tarihinde başlıyormuş. Mine Dikbaş tarafından hazırlanan programda “Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi” seminerleri bu konuları ustalarından öğrenmek isteyen meraklılar için biçilmiş kaftan sayılır.

"Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi; 4 hafta boyunca Cumartesi günleri 14:00-17:00 arası santralatölye’de gerçekleşecek."

"Zaman içinde Zamanı algılama" ana başlığı içinde dört haftadan oluşan programda ilk iki hafta Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi ve Sanat Koleksiyonu Sorumlusu Şule Gürbüz ile zaman algısı ve zaman algı aletleri üzerine bilgi verilecek:



"Zaman algısı, Toplumların zaman algısı, Zaman algı aletleri, güneş saatleri, usturlablar, rub’u tahtaları, Osmanlı’da zaman ve saat, Cumhuriyet’den günümüze zaman ve saat, Mekanik saatin ortaya çıkışı ve gelişmesi, Kule, Meydan, Cephe saatleri, Cep, masa, kol saatleri’nin anlatılacak."

Üçüncü hafta ise Recep Gürgen’in saat atölyesinde uygulama çalışması düzenlenmesi planlanmış.

Hiçbir saat atılacak kadar kıymetsiz değildir. Her saat bir dönemi, bir aileyi, bir evi, bir tercihi yanısıtır. Saati kullanmayacaksanız bile, o saatin size hatırlatacağı bir şeyler mutlaka vardır” demiş olan Recep Gürgen’in 50 yıllık bilgi birikimiyle birbirinden değerli saatlerin bulunduğu atölyesinde katılımcılar artık neyi merak ediyorlarsa anlatılacak.



Recep Gürgen'in atölyesi zaten canlı bir müze, buradaki saatleri görmek ve o havayı solumak bile değerli, farkında olmadan nice şeyler öğreniyor insan.

Dördüncü hafta ise Feng-Shui felsefesine göre Zamanın mekana etkisini Işıl Güner Alfar ve Ferda Ünsal’dan öğrenilecekmiş.

Not: Bana gelen bu seminer davetiye metnini kırptım biraz ve kendimce eklemeler de yaptım. Sonuçta bu tür etkinlikler konu hakkında bir şeyler öğrenmek isteyenlere yeni ufuklar açar mı bilinmez, fakat bir işi ustasından dinlemek, bir işin inceliklerini o işi en iyi yapanlardan duymak zor bulunur fırsatlardandır demek isterim.

İlgilenenler ayrıntılı bilgi ve kayıt için, Selime Büyükgöze'yi 0212 311 73 46 numaralı telefondan arayabilir ve info@santralatolye.com adresine e-posta gönderebilir.

Fotoğraflar (c) Muzaffer Kantarcıoğlu

İstanbul 2010: Avrupa Çalışmayan Kule Saatleri'nin Başkenti

Aşağıda okuyacağınız haber eski aslında. Milliyet gazetesinin çok sevdiğim çalışkan muhabirlerinden olan Yasemin Bay'ın İstanbul kule saatleriyle ilgili bu ibretlik haberi 18 Ekim 2009 tarihinde gazetenin 19. sayfasında yayımlanmıştı.

Geçen günlerde İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kutlamalarını görünce yeniden aklıma geldi ve bu gereksiz 'kültür'(!) kutlamalarına harcanan onca paraya ve emeğe üzüldüm, televizyon başında acı acı güldüm.

Böyle gelip geçici, uçucu hevesler için öyle paralar harcanıyor ki "kültür ve sanat bu işin neresinde?" diyesim geliyor. "Kültür ve sanat" deyince "pop müzik, şarkıcı, tiyatro ve sinema" anlayan bir anlayış egemen olduğu için futboldan başka bir spor da bilinmiyor!

Meraklıları zaten okumuştur ancak ibret olsun diye bir kez daha okuyalım:



İstanbul'da bir mücevher

YASEMİN BAY

Geçtiğimiz günlerde Milli Saraylar Daire Başkanlığı ve İtalyan Dış Ticaret Enstitüsü'nün işbirliğiyle cephesi temizlenen, sağlamlaştırılan ve koruma altına alınan Dolmabahçe Sarayı Saat Kulesi'nin gizli bir kahramanı, bir nevi 'koruyucusu' var: Recep Gürgen... 1979 yılından beri Dolmabahçe Sarayı’nda çalışan Recep Gürgen, bugün Saat Kulesi’ndeki saatin bakımından sorumlu tek kişi. Yani onun dilini anlayan tek usta.

Aynı zamanda Dolmabahçe Sarayı’ndaki tüm saatlerin tamirini ve bakımını da gerçekleştiren Recep Gürgen ünlü saatçi Wolfgang Mayer’in öğrencisi. Mayer’in dedesi Abdülhamit döneminde saraya saatçi olarak gelmiş; yani Mayer ailesi saray saatçiliği geleneğini bilen son nesil.

Gürgen, Dolmabahçe Sarayı’nın saatçibaşı Johann Mayer tarafından takılan saati şöyle anlatıyor: “Saatin markası Paul Garnier; Fransız yapımı. Tek makineden üç cephedeki saat çalışıyor. Yani bir makineden diğer saatlere aktarım organları var. Denize bakan yöndeki saat ise ayrı bir makine ile çalışıyor. Saat başı ve yarımlarda vurur, saat kaçsa onu çalar. Tabii günümüzde ancak gece yarısından sonra saatin vurma sesini duyabiliyoruz. Gündüz trafik gürültüsünden pek duyulmuyor. Saatin her fonksiyonu aktif halde ve çalışıyor.”

Saat, Gürgen, bakımını yaptığından beri yani yaklaşık 20 yıldır bir gün bile çalışmamazlık etmemiş. Zaten Gürgen için ‘tamir edilemeyecek bir saat yok’. Kalfası Şule Gürbüz ile her hafta saatle ilgilendiklerini söylüyor: “Saatin terapi bakımları var; temizleniyor, yağlanıyor, kuruluyor. Hiçbir iş olmasa bile çıkıp bakıyorum. Önceleri saate, tek elde değil de başka şekillerde müdahale edilmiş. Burada çalışanlar, saatçi olmayanlar bile bakmışlar, saati çalıştırmaya gayret etmişler. Ama eski kayıtlara baktığınızda görürsünüz, Osmanlı zamanında sürekli saatin çalışmadığından şikayet edilirmiş. Ama ben 20 senedir bakıyorum ve 20 senedir mükemmel çalışıyor.”

Yaptığı işin çok incelikli olduğunu vurguluyor Gürgen, saatin içindeki en ufak bir yabancı sesi tanıdığını belirtiyor: “Saatteki yabancı bir ses beni rahatsız eder. Öyle bir sesin meydana gelmemesi için her şeyi yapıyoruz. O güne kadar duymadığınız bir tıkırtı, bir başka ses, saatte bir rahatsızlık olduğunu gösterir. O rahatsızlık size de yansıyor ve eğer bir aksaklık varsa sanki sebebi sizmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Hemen onu gidermek için gece yarısı da olsa, bütün bir gece de olsa saatle ilgileniyorsunuz.”

İstanbul’da çalışan tek saat kulesi var

Gürgen İstanbul’da yaklaşık 10 saat kulesi olduğunu ve bunlardan sadece birinin çalıştığını dile getiriyor. Bu konuyla ilgili olarak da 2010 Ajansı’na proje sunmuş ama herhangi bir cevap alamamış: “Çeşitli projelerle bu saat kulelerinin canlandırılması gerekiyor bence. Şehrin suskun saatleri var. Onları tamir edebiliriz. Bunun için bir proje hazırladım. 2010’dan randevu talep ettim. Ama maalesef geri dönen olmadı. Sanıyorum konuya çok sıcak bakmadılar. Ben de ısrarcı olmadım. Çünkü ısrarcı olunca antipatik oluyor."



İstanbul'da bir mücevher, Milliyet, 18 Ekim 2009, sayfa 19.

1. İSTANBUL SAAT ZİRVESİ

Günlerdir merakla beklediğim büyük buluşma günü nihayet gelip çattığında erkenden yola çıktım. Fazla erken gitmişim biraz gezindim. özellikle Rotap'ın Nuruosmaniye caddesi üzerindeki butiğinin vitrinindeki Omega'lara Montblanc'lara bakarken benim kanaatkâr ve dahi emektar Tissot buluşma vaktinin yaklaşmakta olduğunu buyurunca yola düştüm. ŞARK KAHVESİ Şark Kahvesi'ne gitmek üzere Kapalıçarşı'ya yöneldim, bir ara yolumu kaybettim ve yolu sormak zorunda kaldım. Uzun zaman olmuştu gelmeyeli, dükkanların bir kısmı el değiştirmiş benim de nirengi noktaları olarak belirlediğim dükkanları bulamayınca koca çarşıda yolumu kaybetmem doğal sayılmalı. Neyse uzatmayalım kahvenin içine girmek istemedim gelen gideni rahat görürüm, kendim de rahat görülürüm diye masanın üzerine kolayca tespit edilebilmem için dergilerden müteşekkil işaretlerimi dizdim. Erken gittiğim için gelen giden de olmayınca dergi filan okuyayım dedim. Ama okumak mümkün olmadı. Çünkü Kapalıçarşı esnafı (1990 senesinden beri gelir giderim) bunca yıl içerisinde hiç değişmemiş ne yazık ki. Bu güzelim tarihi mekanda saygısızca bağırarak konuşmalar, 10-20 metre arayla sohbet (!) etmeler, özellikle turistlere karşı arsız ve cıvık davranışların haddi hesabı yok. Fakat bütün bunlar değil de yakınlarda sayısı 5-10 arasında değişen tezgahtarlar grubunun cep telefonundan yüksek sesle dinledikleri müstehcen bir şarkıya kahkahalarla gülmesi ve bu freni patlamış cayırtının bir türlü dinmemesi nedeniyle okumayı bırakıp çevreyi incelemeye devam ettim. Bu arada çay söylemiştim (2 TL imiş) getirip masaya bıraktılar, onun da tadı Kapalıçarşı'ya benziyordu, berbattı, keşke Türk kahvesi söyleseymişim diye düşündüm, diğer masalarda sanıyorum durumu önceden bilenler kahve içiyordu. Neyse ben böyle düşüncelerle çevreye bakarken yakışıklı iki kişinin oturduğum masaya yöneldiğini gördüm, iyice yaklaşınca içimdeki gamı kasveti alıp götüren gözlerle karşılaştım. Daha önce hiç görmediğim halde kim olduklarını hemen tahmin ettim. Gerçi Tayfun Ağabey beni kandırmaya çalıştı ve Mete Ağabey olduğunu iddia etti ancak yutmadım elbette ;) Tayfun Ağabeyimiz kendisine hediye edilen Omega kataloğu üzerinde ciddiyetle bir saati inceliyor. Mete Ağabey gün boyunca güleçti. Mete Ağabeyin çıkınındaki saatlerden biri, mikrorotorlu enfes bir makine. İnsan mekanizmasının çalışmasını seyretmeye doyamıyor. Kahvede otururken Mete Ağabey ile Tayfun Ağabeyin fotoğraflarını çekmeye çalıştım. Asıl fotoğrafları daha profesyonel bir makine çekmek istedim ancak akşam hafıza kartının azizliğine uğradığımı farkettim. Hafıza kartı deyip geçmemek lazım makine kadar önemli bir unsur. Masada Mete Ağabeyin getirdiği müzayede katalogları var. Sonra biraz daha oturduk. Gelen giden olabilir diye. Çünkü Onur kardeşimizin gelmeyeceği önceden belli olmuştu ama diğer arkadaşlardan gelemeyeceklerine dair bir emare olmadığı için bir süre bekledik. Nitekim Mehmet Ali geldi. Meğer o içeride bekliyormuş bizi. Beklerken sohbete başladık ve masamız bir anda saatlerle doldu. Hele Mete Ağabeyin getirdiği bir kutunun içindeki saatler ayrı bir öneme sahipti. Daha ilk dakikalardan itibaren 40 yıllık arkadaşlar gibiydik. Bunda internet üzerinde yazışmalarımızın da etkisi var elbette. Fakat daha önemlisi saat sevgisi bizi buluşturduğu için, gündelik kaygıları bir kenara bırakıp zaman makinelerinin soluk alıp verişlerini izlemeye yoğunlaştığımızdan dolayı gün güzel başladı ve gün boyunca yüzlerce saat gördük. Bunca saatin arasında dakikaların nasıl geçtiğini anlamadım desem yeridir. Mete Ağabey de Tayfun Ağabeyin getirdiği saatleri dikkatle inceledi. Ben de bir saate yakından bakmanın nasıl bir şey olduğunu göstermek için biraz çekim yaptım. Fakat bu ayrı bir uzmanlık alanı imiş. Aslında 60mm mikro objektif getirmiştim ancak daha önce de söylediğim gibi hafıza kartında sorun olunca o fotoğraflar da uçtu gitti. KAPALIÇARŞI Tayfun Ağabey bizi Kapalıçarşı'nın labirentvari sokaklarında oradan oraya gezdirip benim daha önce yüz vermediğim replika saatler gösterdi. Replika saatleri kendi adıma sevmiyorum, ancak gün boyu Tayfun Ağabeyin verdiği çeşitli bilgiler, replikaları sevmesem de bu tarz saatlerin ayrı bir kültür olduğu gerçeğini gösterdi. Ben yine de kendi adıma içim bir türlü rahat etmediği için bu tarz saatlerden uzak durmaya kararlıyım. SİRKECİ Sirkeci'de Tayfun Ağabey önderliğinde aslında -ya da ben öyle zannediyordum- deri kordon bakmaya gittiğimiz bir dükkanda oranın sahibi kendi saatlerini çıkardığında tabii güzel saatleri inceden bir tetkik etmek zorunlu oldu. Sirkeci'de bu noktaya varmadan evvel buraları avucunun içi gibi bilen Tayfun Ağabey önde biz arkada çeşitli hanlarda ikamet eden saatçileri gezdik. Kiminde koyu sohbetlere takıldık ve bir türlü ayrılamadık. Tabii Tayfun Ağabeyin buraları sürekli dolaştığından ayrı bir hürmetle, ayrı bir saygıyla karşılandığını gözlemledim. Ben takıntılı biri olduğumdan genelde hep yerlere giderim, yeni yerler keşfetmeye pek gönlüm yoktur. Fakat mesela deri kordon almak isteyenleri hep Doğubank'taki Baron'a yönlendirirdim şimdi ise alternatif bir yer daha öğrenmiş oldum. Sonra bir nevi Meistersinger ve Oris tapınağım olan Tevfik Aydın'a uğradık. Bizi her zamanki güleryüzlü tavırlarıyla karşıladılar. Her türlü kolaylığı gösterdiler ve çayımızı içerken güzelim Meistersinger'leri ve Oris'leri inceledik, kataloglar aldık. Saat konusunda aşmış bir insan olan Ömer Bey telefon edip o gün bulunamayacağını haber vermişti ancak yine de yanımızda olmamasına bir kez daha üzüldüm. Bir sonraki zirveye artık. GALATA KÖPRÜSÜ Galata Köprüsü altında balık yedik. Fotoğrafta Mete Ağabey ve ben. Köprüye gelene kadar saatler geçtiği için ayaklarımıza karasular inmişti. Seneler evvel eski Galata Köprüsü'nün altındaki lokantaları andım. Fotoğrafta Tayfun Ağabey ve Mehmet Ali kardeşimiz. Bu an Tayfun Ağabeyin minik bel çantasından saat çıkarmadığı ender anlardan biridir bu :) O küçük bel çantasına meğer ne çok saat sığdırmış! Galata köprüsü altında bir masaya konuşlandık ne yiyeceğimizi içeceğimizi filan söyledik, ancak bize bakan garsonun gözü saatlere takıldı ve garsonluk yaptığı halde görgüsü olmadığından teklifsizce saatleri kurcalayıp "satıyor musunuz bunları?" diye sordu ve bakmak bile denemez, saatleri elinde hoyratça evirip çevirmeye başladı. Tabii o bakar da diğerleri bakamaz mı? Diğer garsonlar da koşturup geldi hemen. Sonra bize bakan garson kolundaki rüküş saati gösterip onay bekledi bir an. Ben sinir krizi geçirip garsonun kafasına çatalı batırmak üzereyken baktım ki Mete Ağabey derviş rahatlığında ve hoşgörülü bir şekilde gülümsüyor, Tayfun Ağabey de garsonların anlayamayacağı tarzda dalga geçip esprili yanıtlar filan veriyor. Aman neyse deyip lafı hiç uzatmadan sohbete devam ettim. Zaten ne hikmetse bir süre sonra garsonlar ortadan kayboldu da rahatladık. Bu arada Web sitesi meselesini konuştuk. Hemen bu konularda ağzımın yandığından filan söz ettim. Fakat benim kötümserliğim bir kenara bırakıldı ve geleceğe dair umut verici projeleri konuştuk. Keşke Onur, sevgili doktorumuz Nejat ve adını şimdi hatırlayamadığım diğer arkadaşlar da gelseydi, daha geniş kapsamlı konuşabilirdik. "ZAMANIN GÖRÜNEN YÜZÜ: SAATLER" Serginin kapanmasına neredeyse bir hafta kala Vedat Nedim Tör Müzesi'ne uğradık. Aslında hakkıyla gezemedik. Gittiğimizde müzenin kapanmasına birkaç saat kalmıştı. Zaten yorgunduk. Zavallı Mehmet Ali de ağır dergileri taşımaktan bitap düşmüştü :) Müzeden bir köşe. Tayfun Ağabey ilginç bir saati inceliyor. Bu müzedeki saatlerin her birinin ayrı ayrı öyküsü var. Ben buraya defalarca geldiğim halde çoğu saati anlatamadım. Sadece büyük usta Ahmed Eflaki dede ve yetiştirdiği ustalar hakkında ve diğer mevlevi saat ustalarına ilişkin bir iki söz edip geçtik. Böylece bir dahaki geziye Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ni gezmemiz şart oldu. CATHERINE PINGUET Müzeden çıktığımızda Mete Ağabey'in gözü güzel bir kadının kolundaki saate takıldı. Ben de dayanamadım, gidip konuşalım dedim. Öğrendik ki kendisi kitap imzalamak ve röportaj yapmak için Yapı Kredi Kültür Merkezi'ndeymiş. Yazdığı kitap da çok ilginç daha ilk sayfalarında toplumsal hafızamıza kazınan bir olaydan, 1910 yılında toplanarak Sivriada'ya sürgün edilip bir katliama maruz kalan sokak köpeklerinin itlafı meselesiyle başlayan ve Osmanlı'dan günümüze sokak köpeklerini incelediği bir kitap yazmış olan edebiyat uzmanı hoş bir insan. Hemen konuya girip saatini sordum. Bu arada Mete Ağabey ile Catherine Hanım Fransızca konuşmaya başlamışlardı bile. Catherine Hanım Türkçeyi çok konuştuğu gibi tasavvuf ve halk edebiyatı üzerine iki de kitap yazmış meğer. Ama bizim gözümüz kolundaki güzel saatteydi, babasının bu saati II. Dünya Savaşı yıllarında Paris'te satın aldığını söyledi bize. Teşekkür edip uzaklaştık. Catherine Hanım'ın kolundaki gisi vintage saatler bana kalırsa saat tasarımının doruk noktalarından birini temsil ediyor. Hem sade hem de çok şık bir görüntüleri var. Bir yanda tarihi değerleri temsil ediyorlar bir başka açıdan da tekniğin zaman içerisindeki değişiminin canlı göstergelerinden biri olduklarından bir çeşit müze gibi bakılması, sevilmesi gereken öneme sahipler. Bu arada Catherine Hanım'a bir e-posta gönderdim, gönderdiği e-postadan bir cümle: "(...)Istanbul'a tekrar gelecegim (belki ikinci eski saatim ile...)" Belki sonbaharda bir zirve daha düzenleriz ve kendisini de davet ederiz :) KOSOVA SAAT Kosova Saat'e uğradık elbette. Ali Bey oradaydı ancak torunu yoktu. Ne yapalım deyip vitrindeki Omega ve diğer beğendiğimiz saatlere bakalım dedik, fakat vitrinin anahtarı meğer Aydın Bey'de kalmış, hevesimiz kursağımızda kaldı böylece. Mete Ağabey mikrotorlu bir makine gördü ve hemen işaret etti. Altın renkli kasası olan Omega'yı gösterip "İkisi arasında bir süre karar veremedim, ama sonunda Omega'yı bırakıp, kolumdaki Tissot'yu aldım" deyince Tayfun Ağabey bana acıyarak baktı. Altın rengine olan gıcıklığımın cezasını böylece almış oldum. Başımı öne eğdim. Tayfun Ağabey de bunun üstüne profiterol yememizi uygun gördü ve İnci Pastanesi'ne gittik. İNCİ PASTANESİ İnci Pastanesi'e uğradık uğramasına fakat adım atacak yer yoktu. Neyse profiterolünü yiyen kalkıp gidiyordu biz de bir masada yer bulduk ve kurulduk hemen. Tadı hâlâ damağımda, yediğimiz profiteroller şahaneydi. RECEP GÜRGEN'İN ATÖLYESİNDE O gün pek çok saatçiyi ziyaret ettik fakat hiçbiri Recep Gürgen'in atölyesine benzemiyordu. Atölyedeki saatler biraz önce ziyaret ettiğimiz müzedeki serginin devamı gibiydi. Önceden haber vermediğimiz için biraz paldır küldür bir ziyaret oldu. Fakat Recep Gürgen Bey bizi kırmadı buyur etti, tamir ettiği saati bırakıp bizimle ilgilendi. Mete ve Tayfun Ağabeyler usta ile güzel güzel konuşurlarken bize dinlemek düştü. Lafı da fazla uzatmadık, sorulacak şeyler soruldu, danışılacak konular vardı danışıldı ve ustayı sıkmadan üzmeden zamanında ayrıldık. Recep Gürgen Mete Ağabey saatlerinden bir kısmını Recep Gürgen'e gösterirken. Mete Ağabey günü bitirirken yine gülümsüyordu. Tayfun Ağabey, Recep Gürgen'in atölyesinden ayrılmak istemedi :) [Tefrikanın sonu, buraya kadar sabırla okuyanlara teşekkür ederim]

"SAAT USTASI"

Vedat Nedim Tör Müzesi'ndeki "Zamanın Görünen Yüzü: Saatler" sergisini tekrar gezdim. Sergiye eklemeler yapılmış bu arada, bazı saatlerin de yeri değiştirilmiş. Yeni bir sergiyi gezer gibi oldum.

Sonra oturup Recep Gürgen ustanın bir saati tamir etmesini izledim. Ali Kazma'nın hazırladığı bu video çalışmasını ihmal etmişim, baştan sona izledim, sonra tekrar izledim, çok güzel bir iş.

Ali Kazma'yı tebrik etmek gerek, sanatçıların bu tür konuları dert etmesi, üzerinde düşünmesi dahi çok önemli bence. Çünkü tamirciler görünmeyen kahramanlar gibi, bir saatin üretildikten sonraki hayatı üzerinde kimlerin emeği olduğunu pek düşünmüyoruz, fakat bu görüntülerde ağır bir hastayı sağ ve salim ayağa kaldırır gibi, ustanın ince ince birçok parçayı önce birer birer ayırması sonra temizleyip düzenleyip, düzeltip her bir parçayı yeniden yerli yerine oturtmasının bütün aşamaları belgelenmiş.

"Ali Kazma kim ola?" derseniz, Mimarlar Odası Genel Merkezi'nin internet sitesinden bir alıntı ile yanıt vereyim:

“Saat Ustası” (2006) Recep Gürgen’i, bir 19. Yüzyıl Fransız saatini tamir ederken gösteriyor.

"Ali Kazma 1971 yılında, şu anda yaşadığı ve çalıştığı İstanbul’da doğdu. Yüksek lisansını New York’taki Yeni Toplumsal Araştırma Okulu’nda (New School of Social Research) yaptı. Videoları günümüz ekonomisinde çalışmaya karşı emeğin anlamı ve önemi hakkında temel sorular sorar. Kazma, 2005 yılından beri, bakım, tamir, üretim ve yaratmaya ilişkin insan etkinliklerini belgeleyen ve “Engellemeler” adını verdiği bir video dizisi üzerinde çalışıyor. Tek başına, göze çarpmadan, doğal ışıklarla ve asistansız çekim yaparak, kaydettiği etkinliklerin ritmini ve konsantrasyonunu koruyor. “Engellemeler” modüler bir çalışma, yani videolar, farklı gerilimler ve bölümlerle bütünde yeni olası okumalar yaratma amacıyla, farklı konfigürasyonlarda gösterilebilir."



Saat Ustası / Clock Master (2006)

Not: Ne yazık ki video artık çalışmıyor. İnternete güven olmuyor çünkü.

ZAMANIN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ: HATIRALAR (2)



Dün sabah, önceden kararlaştırıldığı gibi saatinde Dolmabahçe Sarayı önündeydim. Saat Kulesi'nde hummalı bir faaliyet vardı. Fotoğrafını çektim. Sahilden yürümeye başladım. Atölyede Şule Hanım beni bekliyordu. Klasik Türk Musikisi eşliğinde sohbet ettik, çok sevdiğim Meral Uğurlu'dan söz açtım, elbette onda cd ve kasetleri varmış, ancak tam sohbetin en güzel yerinde soruları yarılamışken, acil bir iş çıkınca söyleşi yarım kaldı. Bu söyleşi bitince ayrıca yazacağım -belki bitmeden olduğu kadarıyla yazmak gerek, bilmiyorum- fakat bir de şu var: Hepsinde önce benim dinlediğim bilgileri önce hazmetmem gerek, ondan sonra söyleşiyi yazabilirim belki.

Fakat akşam yazdıklarıma bakınca, pek fazla bir şey de yazmadığımı gördüm, kalemi bırakıp Şule Hanım'ı dinlemek daha hoş geldi kimi zaman. Lakin dinlediklerim karşısında utanıp kendimi çok çiğ hissettiğimi itiraf etmem gerek. Bir yandan Şule Hanım'ı dinlemek hayata bakış zaviyesi ile ilgili olarak benim için ufuk açıcı bir deneyim oldu, bir başka açıdan da saatler hakkında hele hele Türk saatleri hakkında bildiklerimin denizde bir damla olduğunu acıyla öğrendiğim bir gündü diyebilirim. Nafile bir çaba, bilgiden kaçmak mümkün değil, mıknatıs gibi, öğrenmenin kapıları açıldı mı bir kere insan kendini her daim küçümen hissediyor. Bunu bir kere daha anladım.

Şule Hanım acilen saat müzesine gidince ben de Vedat Nedim Tör müzesine doğru kafamda türlü türlü düşüncelerle yola çıktım. Gümüşsuyu tarafına yönelip parkın içinden geçtim, biri beni çevirip "Nedir bu saat meselesi, niçin daha fazla merak merak içindesin?" dese, cevabım hazır artık: "Pişmek için, adam olmak için..."

Müzeye gitmeden önce yemek vaktidir Selahattin Özpalabıyıklar yerinde yoktur deyip önce Aslıhan'daki sahaflara uğrayıp oradan müzeye geçmeye niyetlendim, Selahattin Bey'i arayınca onun da yakınlarda olduğunu öğrendim ve nitekim dakikalar sonra birlikte yürüyorduk. Müzeye döndük sonra, Recep Gürgen usta ve Şule Gürbüz'le de hoş bir tesadüf yine orada karşılaştık. Bu anı kaçırmamak için bir fotoğraf çekmeyi düşündüm, sağ olsunlar kabul ettiler, fotoğrafa dikkatle bakılınca saatçiliğimizin en önemli isimlerinden Ahmed Eflaki Dede'yi de görmek mümkündür:



Konuştuğumuz sıralarda içli bir saat ezgisi salona yayılmaya başladı, bunu daha evvel de duymuş ve konuşmuştuk fakat insan bu ezgiyi her duyduğunda durup düşünmek ve konuşmak ihtiyacını hissediyor. Şule Hanım kendisinde bulunan bir saatin çok daha buruk bir müziği olduğunu söyledi. Tuhaftır kimi saatlerin sesleri bazen doğrudan kulaktan önce kalbe yol alıyor.

Recep Ustamız kimi saatleri kurdu, kimilerini sevdi, kimilerine şöyle bir "Nen var kuzum?" der gibi baktı. Neden sonra müzeden çıkıp atölyeye kadar yürüdük, yolda Recep Gürgen Usta kolumdaki saatlerden birini (Tissot'yu) beğenince çocuklar gibi sevindim.

Akşama doğru Recep Gürgen ustanın atölyesine misafir olduğum vakit adeta beynim boşalmış gibiydi, evvela sergi kitabını imzalattım kendisine, sonra yazdıklarını okudu, saatlere olan sevgimin sürmesini dilemiş, ben o sırada yüzlerce saatin arasında şaşkınlıktan ve heyecandan neredeyse "Ağacın kabuğu yenir mi?" gibi sorular soracaktım -ki benzeri saçmalıkta sorular da sordum aslında ve cevabını da afiyetle aldım, düşünmeden konuşmamak gerektiğini, istiab haddine dikkat etmeyi öğrendim. Fani bir insan için önemli dersler bunlar...

Recep Gürgen Usta ben oradayken işine devam edemedi, sonra birden hasta saatleri duyar gibi oldum, tedaviye ihtiyaçları vardı ve ben de fotoğraf çekerek fuzuli şeyler sorarak Usta'yı oyalıyordum, aynı duyguyu Şule Hanım'ın atölyesinde de hissetmiştim, hiç ayrılmak istemesem de hemencecik ayrılmak hem saatler için hem de ustanın rahat rahat çalışması için daha doğru dedim ve saatlerin ülkesinden sokağın kalabalığına karıştım.

Sergi kitabını da yazmak gerek, fakat bu kitaba müstakil bir yazı yetiştirmek istiyorum. Bir de dürüstçe söylemek gerekirse kitapta Şule Hanım'ın ustası Recep Gürgen ile yaptığı sohbeti görünce, sabah kendi yaptığım söyleşinin notlarına utanarak baktım. Kitapta öyle güzel yazılar var ki, saat hakkında, zaman hakkında, kültür tarihimiz hakkında azıcık merakı olanları bile şaşırtabilecek bilgilerle dolu dolu. Saatseverlerin ne yapıp edip bu kitabı kütüphanelerine katmaları şart diyorum.

Zamanın aracı onun ömrünün amacı



Halime Çelikel

"Mümkün olsa da sarayda bir gün geçirebilsek. O dönemin kıyafetlerini giysek, yemeklerini yesek, müziklerini dinleyip eğlensek." Topkapı Sarayı'na ilk kez gittiğimde böyle düşünmüştüm. Bu fikir beni o kadar heyecanlandırmıştı ki gece rüyama bile girdi. Hayal ettiğim elbiseleri giymiş sarayda arz-ı endam ediyordum ki birden "Yakalayın şunu" diye bir ses duydum. Peşimde bir dolu asker. Ben önde kaftanın eteklerini toplayıp kaçmaya çalışıyorum. Böyle bir kaçmak görülmemiştir. Kan ter içinde uyandığımda bu hayali kurduğuma bin pişman olma kıvamına gelmiştim.

Huzur dolu bir vaha

Saat Müzesi'ne Şule Gürbüz'le röportaj yapmaya giderken Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesini boydan boya geçmem gerekti. Rüyamı hatırlayıp nöbet yerlerine giden askerleri İPeşime düşerler mi' kaygısıyla göz ucuyla süzmeden edemedim. Sarayın güzelim manzaralı bahçesini bu gerilimli duygularla (!) adımladım. Şule Gürbüz'ün çalıştığı saat atölyesi tam bir vaha gibiydi. Hayatın koşuşturmasından uzak,
kahve kokan, inceden Bekir Sıtkı Sezgin'in nağmelerinin duyulduğu, dışarıdaki sıcağa inat serin. Masanın üzerine kurulmuş kedinin mırıl mırıl uyuması da huzur manzarasını tamamlıyordu. Tamir edilmeyi bekleyen saatler vardı etrafta. Tıkır tıkır çalışanlar da vakti geldiğinde ahenkle gonkluyordu. Tabii tüm bu ortamı yaratan kadın da dingin. Hani insanlarla eşanlamlı kelimeler olsa Şule Gürbüz'ünki ‘sükûnet' olurdu.

Felsefe yapamadık

Şule Gürbüz, Türkiye'de sanat tarihi, Londra'da felsefe okumuş. Konservatuarda müzik eğitimi alan, viyolonsel ve kilise orgu çalan Şule Gürbüz'ün yayımlanmış 3 kitabı var. Bu konularla dolaylı ilgisi olan soruları bile yanıtlamak istemiyor. "Felsefe okumuş, saatler konusunda uzmanlaşmış biriyle konuşunca zaman kavramı üzerine bir soru sormadan olmaz" diyorum, aldığım cevap "Eğitimim ve yaptığım iş düşünüldüğünde klip çekimine uygun bir görüntü verdiğimin farkındayım ama saat tamir ederken öyle sanatçı elinden çıkma felsefi düşüncelere saplanmıyorum. Sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum" oluyor.

Aklına değil başına gelmiş

Dolmabahçe Sarayı'na araştırmacı olarak giren Şule Gürbüz'ün depolardaki hepsi de çalışmaz durumda olan saatler ilgisini çekmiş. Nedenini kendisi de bilmiyor. "Ben müstakil olmayı, yalnız başıma kalmayı, buna yönelik bir ortam kurmayı seven biriyim. Sarayda bir saat atölyesi kurarak böyle bir ortamı yaratabileceğimi, bir ustanın beni yetiştirebileceğini düşündüm. Bu kadar başka eğitimlerden sonra hayalim saatçi olmaktı diyemem. Benim arzum böyle asude, sükûnet içinde bir işi yapabilmekti. Saatçiliğin kendi içinde çok zarif başka bir işte olmayan bir yapısı var. Bu da beni cezbetti. Saatçilik aklıma değil başıma
gelen bir şeydi" diyor.

Son saraylının öğrencisi

Şule Gürbüz, bu ayarda saatleri tamir etmeyi öğretebilecek kim var diye araştırıp saray saatleri danışmanı Recep Usta'yı bulmuş. Kendisini eğitmesi için Recep Gürgen'i ikna etmesi kolay olmamış. Şule Gürbüz'le röportajımızın sürpriz konuğu Recep Gürgen, Osmanlı'nın son saray saatçisi Wolfgang Meyer'in öğrencisi. Kartında ‘Tamiri imkansız saat yoktur' yazan bir usta. Bugüne dek 30 binin üzerinde saati tamir etmiş. Haftanın bir günü Recep Usta saraya gelmiş, bir gün de Şule Gürbüz onun atölyesine gitmiş. İşi öğrenmek için çok çalışan Şule Gürbüz hocasının gözüne girmek için elini amonyaktan, benzinden çıkarmamış. 1 yıl sonra Dolmabahçe Sarayı'nın içindeki saat atölyesini kurmuşlar. 50 yıldan daha uzun süredir yok olmuş saray saatçiliği geleneğini de böylece yeniden canlandırmışlar. Atölyede Dolmabahçe Sarayı'na ait 193 saatin 169'unu tamir etmişler. 26 Eylül 2003'te sarayın iç hazine binasında bulunan Türkiye'nin ilk ve tek saat müzesini açmışlar. Müzede saatlerin 64 tanesi sergileniyor. Ayrıca Beylerbeyi Sarayı, Yıldız Şale, Ihlamur Kasrı, Aynalıkavak Kasrı, Küçüksu Kasrı, Florya Atatürk Köşkü gibi diğer köşk ve kasırlara camilere ve azınlık okullarına ait saatleri de onarmışlar. Recep Gürgen'e ait atölyede de müzayedelere çıkan, kişilerin özel koleksiyonlarında yer alan binlerce saati tamir etmişler.

Saat kulesinden düşmüş

Yetişme süresince birçok bilmediği alet edevatla, kimyasalla, saat kuleleriyle uğraşırken Şule Gürbüz'ün başına çeşitli kazalar da gelmiş. Örneğin saat kulesinden düşerek omzunu kırmış ama "Bunun yaptığım işle tek bağlantısı düştüğüm yerin tesadüfen bir saat kulesi olması. Düşmemin nedeni sakarlığım" diyor. Şule Gürbüz mesleğe çıraklıktan değil kalfalıktan başlamış. Recep Usta'nın atölyesinde işi öğrenirken de normal bir tamircinin hayatında görmeyeceği çok kıymetli saatlerle çalışmış. "Kötü, değersiz, mekanik yönden kıymeti olmayan bir saatle zaman kaybetmedim. Piyasa tipi saatleri hiç elime almadım. O yüzden kısa zamanda bir zevk, üslup, iyinin kıymetine dair fikir sahibi oldum" diyor. Türkiye'deki hatta dünyadaki tek kadın mekanik saat tamircisi Şule Gürbüz saray saatlerini tamir edecek ehil ellere işte böyle sahip olmuş.

Yüzlerce yıllık tik taklar

"19. yüzyıl sonu Osmanlı'nın zayıf bir dönemi olduğu için saraya çok fazla hediye gelmiyormuş. Dolmabahçe Sarayı'ndaki objelerin çoğu kataloglardan seçilerek satın alınmış. O dönemde zengin olan herkesin sahip olabileceği türden saatler var sarayda. En eskisi 1500'lerde yapılmış bir İtalyan Rönesans saati" diyerek Dolmabahçe'deki saat koleksiyonu ile ilgili bilgi veriyor Şule Gürbüz.

En değerliler Topkapı'da

Oysa Topkapı Sarayı'ndakiler dünyanın en değerli saat koleksiyonlarından biriymiş. "Fatih döneminden başlayan bu koleksiyon, mekanik saatin tarihçesi gibi de algılanabilir. Politik ve tarihi değer kazanmış saatler var" diyen Recep Gürgen, 70'li yıllarda ustası Wolfgang Meyer'le birlikte Topkapı Sarayı'ndaki saatlerin restorasyonunu yapıp bir sergi oluşturmuş. Şimdi orası kapalı tutuluyormuş. "Topkapı Sarayı Kültür Bakanlığı'na, Dolmabahçe Meclis'e bağlı. Bizim Topkapı'daki saatler için bir çalışmamız yok. Bir mekanikçi olarak ülkemizdeki kıymetli saatlerin kötü durumda olmasını elbette istemeyiz. Tamir edebilecek durumda olup da el atmamak kötü. Onun da sırası gelirse yaparız" diyor Şule Gürbüz. Topkapı Sarayı'ndaki saatlerle ilgili projelerinden henüz sonuçlanmadığı için daha fazla bahsetmiyorlar.

Başka türlü bir maya

Dolmabahçe Sarayı'ndaki saatler arasında Şule Gürbüz'ün en değer verdikleri Mevlevi ustaların eserleri. "Bir mekanik saatçilik geleneği yokken, öncülü ve ardılı olmadan doğmuş, kendi paralarıyla olağanüstü işler yapmış az sayıda usta var. Onlar mayaları başka türlü kabaran nadide insanlar. Hayatları boyunca bir ya da en çok iki saat yapmışlar. Dünyanın hayranlık duyacağı eserler ortaya koymuşlar. Onların çalışmaları gelmiş geçmiş en büyük saatçilerden sayılan Fransız Abraham Louis Breguet'nin yaptıklarından daha kıymetli. Çünkü Breguet'nin saatleri yaptığı dönemin öncesinde 200-300 yıllık bir gelenek vardı. Bu müstesna insanların yaptıklarını sergileyebilmek de başlı başına bir iş diye düşünüyorum" diyor.

Torna başında bir kadın

Eşi benzeri olmayan saatler üzerinde çalışan iki üstada zorlu tamir sürecini soruyorum. "Önce eksik parçaları belirliyoruz. İsviçre'den bir saat tornası getirttik. İhtiyacımız olan parçaları teker teker kendimiz üretiyoruz. Saat çok fonksiyonlu bir şey. Takvimi, çalar tertibatı, müzik aksamı hepsi çalışır hale getirilmeli. Tamiratı, saati yapan ustanın düşüncelerine, arzusuna uygun şekilde tamamlamak gerekir" diye yanıtlıyorlar.

Ömrü ustanın elinde

"Saat Allah'ın verdiği ömürle yaşamıyor. Onun dünya döndükçe sürecek bir ömrü var ve bu, ustaların elinde. Tamir etmek için 1 yıla yakın zaman harcadığımız saatler oldu. Bunlar yaşlı mekanik objeler. Yaşlı bir insan gibi her an eliniz üzerinde olmalı. Tamir edilince onun artık bir daha ah uh etmeden bir ömür süreceğini düşünemeyiz. Periyodik olarak bakımlarını yapmak gerekiyor" diyor Şule Gürbüz.

Kötü de, iyi de sonsuz

Evinde 70 civarında saati olan Şule Gürbüz "İnsan tamir edebileceğini bildiği ne güzellikte, ne kıymette olduğunu anlayabildiği bir saati gördüğünde almadan edemiyor. İlk zamanlarda daha çok saat alıyordum. Şimdi güzel şeyler bulmakta da güçlük çekiyorum. O yüzden son zamanlarda fazla bir şey almıyorum" diyor. Peki sizden sonra bu eserlere hak ettikleri değeri verecek, sahip çıkacak insanlar gelecek mi? Diye soruyorum. "Kötünün arkası kesilmiyorsa iyinin de kesilmeyecektir. Az sayıda da olsa bu işle ilgilenecekler çıkacaktır" diyorlar.

Kaynak: Posta Pazar Postası, 17.06.2007, s.6, Fotoğraf: Muzaffer Kantarcıoğlu (c)

Sarayın saat ustası





Milli Saraylar’da araştırma görevlisi olarak çalışan sanat tarihçisi Şule Gürbüz, Türkiye’nin ilk kadın saat tamircisi oldu. Beş yıldır saat ustası Recep Gürgen’in yanında çalışan Gürbüz, ustasından bu yıl icazet aldı

MEHMET KENAN KAYA

Şule Gürbüz, Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın "saat bölümü"nden sorumlu genç bir sanat tarihçisi. Ama bana kalırsa bu tanım onu pek anlatmıyor. Çünkü duyduğu ilgiden dolayı beş yıldır saatlerle uğraşan Gürbüz aynı zamanda bir saat ustası da. Yani onun hikayesi, okumuş yazmış bir kadının portresinin yanı sıra; torna, tesviye kullanan, elini kezzaplara sokan, saat kulesinden düşüp omzunu kıran bir saat tamircisinin portresini de içeriyor. Üstelik Türkiye’nin tek kadın saat tamircisinin.
Aslında itiraf etmeliyim: Bu benim için zor bir röportaj oldu. Çünkü sanat tarihi eğitiminin ardından konservatuvarda müzik eğitimi alan, viyolonsel ve kilise orgu çalan; Londra’da felsefe okuyan Gürbüz, bütün bu özelliklerinden röportaj boyunca hiç söz etmedi. Ben sorunca da "Saat üzerine yapılan bir röportajda kendimi anlatmak, birçok kişinin yaptığı gibi eteğimde ne varsa dökmek bana yakışıksız geliyor" dedi. Fotoğraf çektirirken kendini objektiften öylesine gizledi ve bunu öylesine bir nezaketle yaptı ki, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin fotoğrafını çekebilmek için Şah’a "Şişşşt" demeyi göze alan Garbis Abi bile Gürbüz’ün nezaketini pek zorlamadı. (Ama nasılsa ikna da etti.)
Sonunda Gürbüz’le Türkiye’nin son mekanik saat ustalarından Recep Gürgen’in yetiştirdiği bir saat ustası olarak "saatler üzerine" ama belki de daha çok "Bir işi iyi yapabilmek için emek vermek gerektiği" üzerine konuştuk. Üstelik "Ben şuyum, buyum" demeyen bir profesyonelle. Bu da bir gazeteci için az nimet olmasa gerek sanırım.

5 yıldır Milli Saraylar’daki saatlerden sorumlusunuz. Siz mi istediniz bu bölümü?
Ben Milli Saraylar’a sanat tarihçisi olarak girdim. Başladığımda bana çalışabileceğim bölümleri sıraladılar ve hangisini istediğimi sordular. Ben de saat bölümünü seçtim. Ötekilerin yanında daha cazip geldi. Aslında benim işim başta bir araştırmacı olarak saatlerin envanterini falan çıkarmaktı ama onlara yakından bakınca mekanizmalarını çok merak ettim. Bu yüzden bir dönem saraydaki saatleri de tamir etmiş olan Recep Usta’yı yalvar yakar ikna ederek onun çırağı olmak istedim. Ama bu, öyle böyle bir istemek değil. İşten bile ayrılacaktım ikna edemeseydim. Neyse ki sonunda kabul etti.

Bir sanat tarihçisi olarak siz de o bildigimiz geleneksel metotlarla, çırak olarak mı başladınız saatçiliğe?
Öyle ama benimki normal bir çıraklık olmadı. Geleneksel çıraklıkta çırak bir ustanın yanına verilir. 5-10 yılı dükkan süpürmekle, Karaköy’e gidip parça almakla falan geçer. Çünkü geçirdikleri o evreler, aslında onlara saate el sürdürtmeden tahammüllerini ölçmek içindir. "Ben böyle bir evreden geçmedim" dedim ama ustam yokken hiçbir saate el sürmezdim ben de. Onlara bir zarar vermekten çekinirdim.

Bol diplomalı tamirci
Recep Usta’ya "bol diplomalı" bir kadın çırak adayı olarak gittiğinizde şaşırdı mı?
Aslında ben çok "kadın kadın" biri değilim. Hani tırnaklarım manikürlü, ojeli olur. Öyle olmadığım için kadın gibi görmemiştir belki.

Saatçilik sadece masa başında yapılan bir iş değil. Birçok makina kullandığınız için fiziksel güç de gerektiyor. Türkiye’de sizden başka kadın saat ustası var mı?
Türkiye’de ve dünyada benim bildiğim yok. Zaten kadınlar genel olarak bir şeyi yapan olmaktan çok "yapanınki" olmayı tercih ediyorlar. Saatçi değil de saat satan birinin karısı olmayı istiyorlar mesela. Sonunda saatçilik de fiziksel olarak yorucu; tornalarla, taş motorlarıyla, kimyasal malzemelerle yapılan zahmetli bir iş. Dış kasalarını da tamir ettiğimiz düşünülürse ahşap onarımından bağa tamirine kadar birçok şey giriyor işin içine.

İyi bir usta olmak için çok çaba harcadığınız anlaşılıyor. Oysa zanaatkar olmak önemsenen bir şey değil Türkiye’de...
Evet ama bize has bir şey bu. Bu tarz şeyleri küçümsüyorlar. Tamirci olmak kötü bir şey onlar için. O nedenle okumuş yazmış kişiler bu işlere yönelmiyor. Oysa sadece çekirdekten yetişenler de her şeye cevap veremiyor.

"Bugüne kadar 147 saray saati tamir ettim"
Milli Saraylar’da kaç saat var?
193’ü Dolmabahçe’de, 287 saat var.

Kaçı çalışıyor bu saatlerin?
Ben başladığımda hiçbiri çalışmıyordu. Bugüne kadar 147’sini tamir ettim. Ama saatler yaşlı insanlara benziyor; sürekli elin üzerinde olacak. Sabah evde iyi bırakıyorsun, akşam bakıyorsun ıh-tıs bir şey olmuş. Ben "Hepsini tamir ettim" deyip buradan gidemem yani. Çünkü bir hafta sonra ne olacağını tahmin ediyorum.

Yalnızca mekanik saatler üzerine mi çalışıyorsunuz?
Evet, hatta sadece 17’nci,18’inci ve 19’uncu yüzyıl saatleri üzerine çalışıyorum. Saraydaki en yeni saat 19’uncu yüzyıl işi. Zaten ben de saray saatçisiyim.

Şimdiki saatleri nasıl buluyorsunuz?
Elektronik hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bilgisayar kullanmayı bile bilmiyorum. Hiç ilgimi çekmiyor böyle aletler. Dokunasım gelmiyor. (Kayıt cihazını göstererek) Şunun şu siyah rengi bile çok itici. Bir tek arabaları seviyorum, onlar da mekanik zaten.

Saray size yetiyor mu, gözünüzü diktiğiniz başka koleksiyonlar da var mı?
Gözüm hep saatlerde zaten. İnsanların koluna bile bakıyorum. Utanıyorum, başımı geri çeviriyorum ama elimde değil. Bu zaman zarfında kendim de bir koleksiyon sahibi oldum. Müzayedelerden hoşuma giden 35 kadar saat aldım. İnsan bir şeyin içine girince bakıp geçemiyor. Almak arzusu da duyuyorsunuz. Bir de hiçbir saati kimseye layık göremiyorum. "Şunu da kim alacakmış" diyorum. Ona birisi sahip olursa ona karşı kin duyuyorum.

Saat tamir etmeden de mutlu olabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Ustanın bana karşı sorumluluk duyduğu gibi ben de ustaya bir sorumluluk duyuyorum. Bana 5 yılını verdi. Hani bazı müzisyenlerin "Müzik olmazsa sağırım, kötürümüm" jargonuna girmem ama "tamir edilemez" diye bırakılmış saatleri gördüğüm zaman kendime de bir anlam yükleyebiliyorum. İnsanın hayatının başka şeyler için de önemli olması güzel bir şey.


"Saat Kulesi’nden düştüm, omzum kırıldı"
Beş yıldır saat tamiri yapan Şule Gürbüz zorlu çıraklık günlerini "Çıraklığımda ustamın gözüne girmek için elimi amonyaktan, benzinden çıkarmadım, kezzaplara batırdım. Saat Kulesi’nden düştüm, omzum kırıldı. Başıma gelmeyen kalmadı. Bir de her şeyi okuyarak öğrenmeye alışkın olduğum için bir şeyi yaparak öğrenmeye hemen adapte olamadım. Her şey elimin altından kaçıyor duygusuyla bir yandan elimde defter kalem, bir yandan görmeye çalışarak hep uğraştım" diye anlatıyor.

Kaynak: Milliyet Pazar, 26.05.2002, s.5 Fotoğraf: Garbis Özatay (c)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...