Saatlerimizi, güzel
kaplumbağalarımızı seyre dalmak, onları dinlemek çok öğreticidir. Saatlerimizle
birlikteyken asla yalnızlıktan sıkılmayız. Zaten yalnız da değiliz, kaplumbağa saatlerimiz,
gücünü bizden alan mekanik canlılardır.
Dahi fizikçi Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabının ilk
paragrafında eğlenceli bir öykü anlatır: "Günlerden bir gün ünlü bilim insanı (söylentiye
göre Bertrand Russell) astronomi üzerine halka açık bir konferans veriyormuş. Dünyanın
güneş etrafında, güneşin de galaksi denen uçsuz bucaksız yıldızlar kümesi
etrafında nasıl döndüğünü anlatmış. Konuşmasının sonunda salonun en arkasında
oturan ufak tefek yaşlı bir kadın ayağa kalkmış ve 'Bütün söyledikleriniz saçma
sapan şeyler. Aslında, dünya devasa bir kaplumbağanın sırtında duran düz bir
tabak gibidir.' demiş. Bilim insanı ise gülümseyerek: 'Peki, ya kaplumbağa
neyin üstünde duruyor?' diye sormuş. Yaşlı kadın ise 'Sen çok akıllısın delikanlı,
çok akıllı ama ondan aşağısı hep kaplumbağa zaten!' demiş."
Ben de hangi saate baksam aklıma işte
bu öykü geliyor. Saatlerin hepsi birer kaplumbağa diyorum ve kaplumbağalar dayanıklı
kabuklarının üzerinde zamanımızı taşıyor.
Nomos Minimatik |
Kaplumbağa figürü dünyanın hemen
her kültüründe, efsanelerde ve inançlarda görülür. Çin mitolojisinde
kaplumbağa, kuzeyin, kış mevsiminin, toprağın ve suyun simgesidir. Ayrıca güçlü
bacakları ve sağlam kabuğuyla koca dünyayı sırtında taşıdığına inanılmış, kabuğunun
sertliğiyle kainatın devamlılığını, ömrünün uzunluğu nedeniyle sağlıklı hayatın
bir simgesi olduğuna inanılmıştır. Hint mitolojisinde tanrı Vişnu yeryüzüne
ikinci kez kaplumbağa suretinde iner. Kızılderili efsanelerinde ise kaplumbağa
toprağın oluşumunda görev almıştır.
Kaplumbağa Türkler için de önemli
bir canlı. Moğolistan'da kaplumbağa formunda bir kaide üzerinde yükselen Bilge
Kağan Anıt Mezarı'ndan Pera Müzesi'ndeki ünlü "Kaplumbağa
Terbiyecisi"ne kadar her yerde bu esrarengiz canlının motifi vardır.
İnsanlığın ortak hafızası olan
efsaneler pek de haksız sayılmaz, yaklaşık 200 milyon yıldır fiziksel
yapılarından önemli bir değişiklik olmadığından kaplumbağalar yaşayan
fosillerden sayılır.
Bütün bunları bir tarafa bırakıp
saatlerin mimarisine ve tasarımına bakalım. İlk saat örnekleri önce
tapınaklarda ve saraylarda görüldü, mekanik biliminin ilk adımlarıyla da
meydanlara taşındı ama orada fazla durmadı. Kısa bir süre sonra masaların,
duvarların üzerinde görünür oldu. Tarihin bu önemli icadı her ilerlemede
büyüklüğünden ve ağırlığından feragat ede ede sonunda cep saatine dönüştü.
Ahmet Hamdi Tanpınar, her
saatseverin kitaplığında olması gereken romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde bu zamanı şöyle anlatıyor:
"Adım başında muvakkithaneler
vardı. En acele işi olanlar bile onların penceresi önünde durarak cebinden,
servetlerine, yaşlarına, cüsselerine göre altın, gümüş, sadece savatlı, kordonlu,
kordonsuz, kimi bir iğne yastığı, yahut kaplumbağa yavrusu kadar şişkin, kimi yassı
ve küçük, saatlerini besmeleyle çıkarırlar, sayacağı zamanın kendileri ve
çoluk çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlarlar, kurarlar, sonra
kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için kendilerine verdikleri müjdeleri
dinlerlerdi. Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi
hemen hemen iç âleme, büyük ve ebedî inançların sesiydi. Onun, kendisine mahsus,
hayatın her iki buudunda genişliyen hassaları vardı. Bir taraftan bugününüzü ve
vazifelerinizi tayin eder, öbür taraftan da peşinde koştuğunuz ebedi saadeti,
onun lekesiz ve arızasız yollarını size açardı."
H2O Orca Dive |
Cep saatlerinin hüküm sürdüğü
zamanlarda, saatler, başı ve gövdesi olan ama ayakları olmayan bir masa
gibiydi. Nihayet saatler 1. Dünya Savaşı'ndan sonra hem en güzel formuna
kavuştu, hem de cebimizden çıkıp sadık bir yardımcımız oldu ve bileğimize
kondu. Zamanın bu kaplumbağaları ayaklarına bağlanan kordonla bize sarıldı, biz
de onu sadık bir yardımcı olarak hizmetimize aldık.
Kaplumbağa saatlerimiz, günün ilk
vakitlerinde sabahın ince, mavi serinliğini bize erkenden duyurur, çiçekler
saksılarda, bahçelerde uyanır ve biz uykumuzun son saniyelerinde, daha
gözlerimizi açmadan yanımızda hep özlediğimiz bir sevgili gibi kaplumbağaların
sırtındaki o geniş vakti duyarız.
Kaplumbağa saatler, bir aşkın
büyülü hâli gibi bize kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi
unutturur, kuvvetimizden, canlılığımızdan kabımıza sığmaz olduğumuz vakitlerde
bizi avutur. Kaplumbağa saatler her şeyin ağır aksak ilerlediğini, bunca hızın
ve karmaşanın temelinde basit arzular ve isteklerin bulunduğunu söyler.
Kaplumbağa saatler, rüzgâra kulak vermemizi, ıslak ve parlak gözlerimizi özlemle
bulutlara kaldırmamızı ister. Kaplumbağa saatler, zamanın doğrusal bir çizgide
ilerlemediğini bilir, ikindi vaktini veya akşam sularının lacivert sakinliğini
duymamızı ister. Kaplumbağa saatler, bütün ince, güzel ve asil nesneler gibi
mahzundur biraz, aynı zamanda hayatın hüzünle karışık neşesini de duyar.
Bileğimizdeki mekanik
kaplumbağalar, Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi'ni anlattığı gibi bize zamanı
anlatır: " Hakikat
bir hayale benzer, insanlar birer evliyaya benzer, saatler birer çalgıya
benzer, günler gelip geçen nazlı, vefasız kadınlara benzer, mevsimler birer
hatıraya benzerdi. Ruhumun içinde, mavi sularıyla Boğaziçi muttasıl geçer
giderdi."
Kaplumbağa saatler, bizim
dostumuz, sırdaşımız ve yoldaşımızdır. Onlarla hiçbir mekanik araç ile
karşılaştırılamaz bir yakınlığımız vardır. Kimileri, saatlerini acı ve
kıskançlıkla sever. Acı çünkü, bileğimizdeki zaman makineleri olan
kaplumbağalar hassas, kendini koruyamayan, sadece cahillerin kaba ellerinden
değil tozdan bile etkilenen, kendi başlarının çaresine bakamayan kırılgan
canlılardır. Kıskançlıkla çünkü, sevdiğimiz kaplumbağa, sevdiğimiz zaman makinesi
sanki sadece bizi sevmiyor gibidir, dünyaya karşı aşırı duyarlı oluşu, zamanın
geçişine gönlünü kaptırması bizi üzebilir. Yine sevindirici özelliklerinin
yanında bunlar küçük ve önemsiz şeylerdir.
Şubat 2010 |
Saatlerimizi, güzel kaplumbağalarımızı
seyre dalmak, onları dinlemek çok öğreticidir. Saatlerimizle birlikteyken asla
yalnızlıktan sıkılmayız. Zaten yalnız da değiliz, kaplumbağa saatlerimiz,
gücünü bizden alan, bizimle birlikte yaşayan mekanik canlılardır. Onlar düşüncelerimize
yön verebilir, hayatımızı belirli aralıklara bölerek düzenleyebilir, hayata ve
yeryüzüne bakışımızı, toplumu ve tarihi önyargılardan uzak serinlikte
değerlendirebilmemizi sağlayabilirler. Saatin içindeki çarklar dairesel
hareketleriyle bizi sonsuzluğu düşünmeye çağırır.
Omega Speedmaster, cal.321 |
Geceleri yıldızlara bakmak için elimizden
tutup bizi dışarı çıkarabilir: "Dünyanın güneş etrafında, güneşin de
galaksi denen uçsuz bucaksız yıldızlar kümesi etrafında nasıl döndüğünü"
anlatabilir. Kaplumbağa saatlerimiz, Andrey Platonov'un Çevengur romanındaki lokomotif tamircisi Zahar Pavloviç gibi gökyüzüne
bakıp yeniden düşünmemize yardımcı olabilir:
"Yıldızlar şevkle ışıldıyordu ama her biri yalnızlık içindeydi. Zahar Pavloviç gökyüzünün neye benzediğini düşündü. Ve kendisini bandaj almaya gönderdikleri kavşak istasyonunu anımsadı. Garın platformunda yapayalnız sinyalleri n denizi görülüyordu: makaslar, semaforlar, yolağızlan, ikaz lambaları ve koşturan lokomotiflerin projektör ışıkları. Gökyüzü de böyle ama daha uzaktı ve sakince, daha bir düzenli çalışıyordu."
Hatta biz de kaplumbağa
saatlerimizi düşünerek saygı ve hayranlık duyduğumuz insanlara Zahar Pavloviç
gibi sorular sorabiliriz:
"Sayın başmakinist !'' diye
seslenmişti bir keresinde Zahar Pavloviç, işe olan sevgisi hatırına
yüreklenerek.
"İzninizle bir şey soracaktım: Neden insan böyle vasattır, kötü ile iyi arası bir şeydir de makineler aynı derecede fevkaladedir?"