1. İSTANBUL SAAT ZİRVESİ

Günlerdir merakla beklediğim büyük buluşma günü nihayet gelip çattığında erkenden yola çıktım. Fazla erken gitmişim biraz gezindim. özellikle Rotap'ın Nuruosmaniye caddesi üzerindeki butiğinin vitrinindeki Omega'lara Montblanc'lara bakarken benim kanaatkâr ve dahi emektar Tissot buluşma vaktinin yaklaşmakta olduğunu buyurunca yola düştüm. ŞARK KAHVESİ Şark Kahvesi'ne gitmek üzere Kapalıçarşı'ya yöneldim, bir ara yolumu kaybettim ve yolu sormak zorunda kaldım. Uzun zaman olmuştu gelmeyeli, dükkanların bir kısmı el değiştirmiş benim de nirengi noktaları olarak belirlediğim dükkanları bulamayınca koca çarşıda yolumu kaybetmem doğal sayılmalı. Neyse uzatmayalım kahvenin içine girmek istemedim gelen gideni rahat görürüm, kendim de rahat görülürüm diye masanın üzerine kolayca tespit edilebilmem için dergilerden müteşekkil işaretlerimi dizdim. Erken gittiğim için gelen giden de olmayınca dergi filan okuyayım dedim. Ama okumak mümkün olmadı. Çünkü Kapalıçarşı esnafı (1990 senesinden beri gelir giderim) bunca yıl içerisinde hiç değişmemiş ne yazık ki. Bu güzelim tarihi mekanda saygısızca bağırarak konuşmalar, 10-20 metre arayla sohbet (!) etmeler, özellikle turistlere karşı arsız ve cıvık davranışların haddi hesabı yok. Fakat bütün bunlar değil de yakınlarda sayısı 5-10 arasında değişen tezgahtarlar grubunun cep telefonundan yüksek sesle dinledikleri müstehcen bir şarkıya kahkahalarla gülmesi ve bu freni patlamış cayırtının bir türlü dinmemesi nedeniyle okumayı bırakıp çevreyi incelemeye devam ettim. Bu arada çay söylemiştim (2 TL imiş) getirip masaya bıraktılar, onun da tadı Kapalıçarşı'ya benziyordu, berbattı, keşke Türk kahvesi söyleseymişim diye düşündüm, diğer masalarda sanıyorum durumu önceden bilenler kahve içiyordu. Neyse ben böyle düşüncelerle çevreye bakarken yakışıklı iki kişinin oturduğum masaya yöneldiğini gördüm, iyice yaklaşınca içimdeki gamı kasveti alıp götüren gözlerle karşılaştım. Daha önce hiç görmediğim halde kim olduklarını hemen tahmin ettim. Gerçi Tayfun Ağabey beni kandırmaya çalıştı ve Mete Ağabey olduğunu iddia etti ancak yutmadım elbette ;) Tayfun Ağabeyimiz kendisine hediye edilen Omega kataloğu üzerinde ciddiyetle bir saati inceliyor. Mete Ağabey gün boyunca güleçti. Mete Ağabeyin çıkınındaki saatlerden biri, mikrorotorlu enfes bir makine. İnsan mekanizmasının çalışmasını seyretmeye doyamıyor. Kahvede otururken Mete Ağabey ile Tayfun Ağabeyin fotoğraflarını çekmeye çalıştım. Asıl fotoğrafları daha profesyonel bir makine çekmek istedim ancak akşam hafıza kartının azizliğine uğradığımı farkettim. Hafıza kartı deyip geçmemek lazım makine kadar önemli bir unsur. Masada Mete Ağabeyin getirdiği müzayede katalogları var. Sonra biraz daha oturduk. Gelen giden olabilir diye. Çünkü Onur kardeşimizin gelmeyeceği önceden belli olmuştu ama diğer arkadaşlardan gelemeyeceklerine dair bir emare olmadığı için bir süre bekledik. Nitekim Mehmet Ali geldi. Meğer o içeride bekliyormuş bizi. Beklerken sohbete başladık ve masamız bir anda saatlerle doldu. Hele Mete Ağabeyin getirdiği bir kutunun içindeki saatler ayrı bir öneme sahipti. Daha ilk dakikalardan itibaren 40 yıllık arkadaşlar gibiydik. Bunda internet üzerinde yazışmalarımızın da etkisi var elbette. Fakat daha önemlisi saat sevgisi bizi buluşturduğu için, gündelik kaygıları bir kenara bırakıp zaman makinelerinin soluk alıp verişlerini izlemeye yoğunlaştığımızdan dolayı gün güzel başladı ve gün boyunca yüzlerce saat gördük. Bunca saatin arasında dakikaların nasıl geçtiğini anlamadım desem yeridir. Mete Ağabey de Tayfun Ağabeyin getirdiği saatleri dikkatle inceledi. Ben de bir saate yakından bakmanın nasıl bir şey olduğunu göstermek için biraz çekim yaptım. Fakat bu ayrı bir uzmanlık alanı imiş. Aslında 60mm mikro objektif getirmiştim ancak daha önce de söylediğim gibi hafıza kartında sorun olunca o fotoğraflar da uçtu gitti. KAPALIÇARŞI Tayfun Ağabey bizi Kapalıçarşı'nın labirentvari sokaklarında oradan oraya gezdirip benim daha önce yüz vermediğim replika saatler gösterdi. Replika saatleri kendi adıma sevmiyorum, ancak gün boyu Tayfun Ağabeyin verdiği çeşitli bilgiler, replikaları sevmesem de bu tarz saatlerin ayrı bir kültür olduğu gerçeğini gösterdi. Ben yine de kendi adıma içim bir türlü rahat etmediği için bu tarz saatlerden uzak durmaya kararlıyım. SİRKECİ Sirkeci'de Tayfun Ağabey önderliğinde aslında -ya da ben öyle zannediyordum- deri kordon bakmaya gittiğimiz bir dükkanda oranın sahibi kendi saatlerini çıkardığında tabii güzel saatleri inceden bir tetkik etmek zorunlu oldu. Sirkeci'de bu noktaya varmadan evvel buraları avucunun içi gibi bilen Tayfun Ağabey önde biz arkada çeşitli hanlarda ikamet eden saatçileri gezdik. Kiminde koyu sohbetlere takıldık ve bir türlü ayrılamadık. Tabii Tayfun Ağabeyin buraları sürekli dolaştığından ayrı bir hürmetle, ayrı bir saygıyla karşılandığını gözlemledim. Ben takıntılı biri olduğumdan genelde hep yerlere giderim, yeni yerler keşfetmeye pek gönlüm yoktur. Fakat mesela deri kordon almak isteyenleri hep Doğubank'taki Baron'a yönlendirirdim şimdi ise alternatif bir yer daha öğrenmiş oldum. Sonra bir nevi Meistersinger ve Oris tapınağım olan Tevfik Aydın'a uğradık. Bizi her zamanki güleryüzlü tavırlarıyla karşıladılar. Her türlü kolaylığı gösterdiler ve çayımızı içerken güzelim Meistersinger'leri ve Oris'leri inceledik, kataloglar aldık. Saat konusunda aşmış bir insan olan Ömer Bey telefon edip o gün bulunamayacağını haber vermişti ancak yine de yanımızda olmamasına bir kez daha üzüldüm. Bir sonraki zirveye artık. GALATA KÖPRÜSÜ Galata Köprüsü altında balık yedik. Fotoğrafta Mete Ağabey ve ben. Köprüye gelene kadar saatler geçtiği için ayaklarımıza karasular inmişti. Seneler evvel eski Galata Köprüsü'nün altındaki lokantaları andım. Fotoğrafta Tayfun Ağabey ve Mehmet Ali kardeşimiz. Bu an Tayfun Ağabeyin minik bel çantasından saat çıkarmadığı ender anlardan biridir bu :) O küçük bel çantasına meğer ne çok saat sığdırmış! Galata köprüsü altında bir masaya konuşlandık ne yiyeceğimizi içeceğimizi filan söyledik, ancak bize bakan garsonun gözü saatlere takıldı ve garsonluk yaptığı halde görgüsü olmadığından teklifsizce saatleri kurcalayıp "satıyor musunuz bunları?" diye sordu ve bakmak bile denemez, saatleri elinde hoyratça evirip çevirmeye başladı. Tabii o bakar da diğerleri bakamaz mı? Diğer garsonlar da koşturup geldi hemen. Sonra bize bakan garson kolundaki rüküş saati gösterip onay bekledi bir an. Ben sinir krizi geçirip garsonun kafasına çatalı batırmak üzereyken baktım ki Mete Ağabey derviş rahatlığında ve hoşgörülü bir şekilde gülümsüyor, Tayfun Ağabey de garsonların anlayamayacağı tarzda dalga geçip esprili yanıtlar filan veriyor. Aman neyse deyip lafı hiç uzatmadan sohbete devam ettim. Zaten ne hikmetse bir süre sonra garsonlar ortadan kayboldu da rahatladık. Bu arada Web sitesi meselesini konuştuk. Hemen bu konularda ağzımın yandığından filan söz ettim. Fakat benim kötümserliğim bir kenara bırakıldı ve geleceğe dair umut verici projeleri konuştuk. Keşke Onur, sevgili doktorumuz Nejat ve adını şimdi hatırlayamadığım diğer arkadaşlar da gelseydi, daha geniş kapsamlı konuşabilirdik. "ZAMANIN GÖRÜNEN YÜZÜ: SAATLER" Serginin kapanmasına neredeyse bir hafta kala Vedat Nedim Tör Müzesi'ne uğradık. Aslında hakkıyla gezemedik. Gittiğimizde müzenin kapanmasına birkaç saat kalmıştı. Zaten yorgunduk. Zavallı Mehmet Ali de ağır dergileri taşımaktan bitap düşmüştü :) Müzeden bir köşe. Tayfun Ağabey ilginç bir saati inceliyor. Bu müzedeki saatlerin her birinin ayrı ayrı öyküsü var. Ben buraya defalarca geldiğim halde çoğu saati anlatamadım. Sadece büyük usta Ahmed Eflaki dede ve yetiştirdiği ustalar hakkında ve diğer mevlevi saat ustalarına ilişkin bir iki söz edip geçtik. Böylece bir dahaki geziye Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ni gezmemiz şart oldu. CATHERINE PINGUET Müzeden çıktığımızda Mete Ağabey'in gözü güzel bir kadının kolundaki saate takıldı. Ben de dayanamadım, gidip konuşalım dedim. Öğrendik ki kendisi kitap imzalamak ve röportaj yapmak için Yapı Kredi Kültür Merkezi'ndeymiş. Yazdığı kitap da çok ilginç daha ilk sayfalarında toplumsal hafızamıza kazınan bir olaydan, 1910 yılında toplanarak Sivriada'ya sürgün edilip bir katliama maruz kalan sokak köpeklerinin itlafı meselesiyle başlayan ve Osmanlı'dan günümüze sokak köpeklerini incelediği bir kitap yazmış olan edebiyat uzmanı hoş bir insan. Hemen konuya girip saatini sordum. Bu arada Mete Ağabey ile Catherine Hanım Fransızca konuşmaya başlamışlardı bile. Catherine Hanım Türkçeyi çok konuştuğu gibi tasavvuf ve halk edebiyatı üzerine iki de kitap yazmış meğer. Ama bizim gözümüz kolundaki güzel saatteydi, babasının bu saati II. Dünya Savaşı yıllarında Paris'te satın aldığını söyledi bize. Teşekkür edip uzaklaştık. Catherine Hanım'ın kolundaki gisi vintage saatler bana kalırsa saat tasarımının doruk noktalarından birini temsil ediyor. Hem sade hem de çok şık bir görüntüleri var. Bir yanda tarihi değerleri temsil ediyorlar bir başka açıdan da tekniğin zaman içerisindeki değişiminin canlı göstergelerinden biri olduklarından bir çeşit müze gibi bakılması, sevilmesi gereken öneme sahipler. Bu arada Catherine Hanım'a bir e-posta gönderdim, gönderdiği e-postadan bir cümle: "(...)Istanbul'a tekrar gelecegim (belki ikinci eski saatim ile...)" Belki sonbaharda bir zirve daha düzenleriz ve kendisini de davet ederiz :) KOSOVA SAAT Kosova Saat'e uğradık elbette. Ali Bey oradaydı ancak torunu yoktu. Ne yapalım deyip vitrindeki Omega ve diğer beğendiğimiz saatlere bakalım dedik, fakat vitrinin anahtarı meğer Aydın Bey'de kalmış, hevesimiz kursağımızda kaldı böylece. Mete Ağabey mikrotorlu bir makine gördü ve hemen işaret etti. Altın renkli kasası olan Omega'yı gösterip "İkisi arasında bir süre karar veremedim, ama sonunda Omega'yı bırakıp, kolumdaki Tissot'yu aldım" deyince Tayfun Ağabey bana acıyarak baktı. Altın rengine olan gıcıklığımın cezasını böylece almış oldum. Başımı öne eğdim. Tayfun Ağabey de bunun üstüne profiterol yememizi uygun gördü ve İnci Pastanesi'ne gittik. İNCİ PASTANESİ İnci Pastanesi'e uğradık uğramasına fakat adım atacak yer yoktu. Neyse profiterolünü yiyen kalkıp gidiyordu biz de bir masada yer bulduk ve kurulduk hemen. Tadı hâlâ damağımda, yediğimiz profiteroller şahaneydi. RECEP GÜRGEN'İN ATÖLYESİNDE O gün pek çok saatçiyi ziyaret ettik fakat hiçbiri Recep Gürgen'in atölyesine benzemiyordu. Atölyedeki saatler biraz önce ziyaret ettiğimiz müzedeki serginin devamı gibiydi. Önceden haber vermediğimiz için biraz paldır küldür bir ziyaret oldu. Fakat Recep Gürgen Bey bizi kırmadı buyur etti, tamir ettiği saati bırakıp bizimle ilgilendi. Mete ve Tayfun Ağabeyler usta ile güzel güzel konuşurlarken bize dinlemek düştü. Lafı da fazla uzatmadık, sorulacak şeyler soruldu, danışılacak konular vardı danışıldı ve ustayı sıkmadan üzmeden zamanında ayrıldık. Recep Gürgen Mete Ağabey saatlerinden bir kısmını Recep Gürgen'e gösterirken. Mete Ağabey günü bitirirken yine gülümsüyordu. Tayfun Ağabey, Recep Gürgen'in atölyesinden ayrılmak istemedi :) [Tefrikanın sonu, buraya kadar sabırla okuyanlara teşekkür ederim]

BELLEK MÜZESİ OLARAK SAATLER



Yarın sabah saat 10 sularında saat sevdalısı bazı insanlar bir yerde buluşacak ve saatler üzerine bitmek bilmeyen bir sohbete başlayacak. Saatseverler saatlerini, bilgilerini ve heyecanlarını paylaşacak. Yarın yaşanacakları daha sonra fotoğraf ve yazıyla bloga aktaracağım elbette, ancak daha önemlisi bir saat nedir onu anlatmak istiyorum bugün, bileğimizde taşıdığımız bu zaman makinelerinin bir nesneden öte anlamı var mıdır sahiden? İnsan hayatına dahil olan bazı nesnelerin hafızamızda bıraktığı izler, bu nesnelerin gerçek ağırlıklarının üzerindedir diye düşünmekteyim. Saatleri de böyle görmek gerek.

Her saat değil ama bazen bir saat görürsünüz, diğer saatlerin arasından sıyrılır ve gözünüze bir başka görünür. Böyle saatlerin başka bir hâli başka bir havası vardır. Hafıza müzesi gibidir bazı saatler. Tıpkı fotoğraflar gibi, başkaları için bir şey ifade etmeyen bir portre fotoğrafı sizin kalbinizi sızlatıyorsa bu fotoğraf sizin önemlidir, size başka bir zamanı hatırlatır. Saatler de insanlar gibi, kimi iyi kimi kötü, kimi derbeder, kimi derli toplu, kimi kirli, kimi temiz, kimi kibirli, kimi küstah, kimi asil kimi eski giysiler içinde yeni fikirleri, kimi yeni giysiler içinde eski fikirleri, düşünüşleri duyuruyor.

Bazı saatler derviş gibi tevekkül içinde, bazı saatler huysuz, aceleci, yeknesak, boğucu bir tavırda. Bazısı kendini olduğundan büyük gösterme heveslisi, bazısı ise kendini saklamak istiyor, gözden gönüllerden uzakta daha asude bir zamanı göstermek için yakın durmuyor, mesafeli davranıyor, yapan usta öyle düşünmüş, öyle tasarlamış, anlayana.

DE BETHUNE DW1

Robb Report'un Haziran 2009 sayısını alır almaz saatlerle ilgili ne var yok diye baktım hemen. Zaten bu güzel derginin kapağındaki fotoğraflardan birinin Vacheron Constantin Quai de I'Ille olması ve kapakta DÜNYANIN EN İYİLERİ yazması bir fikir veriyor dedim ama, en iyi saatlerin en iyileri sıralamasında yükte hafif pahada ağır olan enn birinci saat derginin kapağında görünen Quai de I'Ille değildi. Birinciliğe layık görülen, butik üretim yapan De Bethune firmasının DW1 (Dream Watch One) silikon titanyum ve platin gibi malzemelerden yapılmış gelişmiş bir mekanizmaya sahip görünüş ve tasarım olarak da ilginç bir saat. Böyle bir saatin benzerini daha önce görmediğim için derginin 12. sayfasındaki saate bakakaldım, daha sonra bloglarda bu saatten söz edildiğini hatırladım sonra ama üzerinde durmayıp geçmişim demek, hafızada bir şey kalmamış.



Saatin cep saatlerindeki gibi tacının tepede olmasını yadırgadım önce ama güzel değişik bir uygulama, aslında çok da değişik değil uzakdoğuya saat üreten firmaların bu tarz saatleri var, dw1'ın özellikleri arasında kurmalı olduğu yazılmış, otomatikler de iyidir ama kurmalı saatleri ezelden beri çok severim. Gerçi saatin alt kısmındaki kanat benzeri çıkıntılar hoşuma gitmedi ama nihayetinde üzerine spotlar tutulunca kendine uzun uzun baktıran bir saat olduğu aşikar.

Ne yalan söyleyeyim bu saati fazla sevamedim ama beğendiğim nokta zirvedeki bir üretim anlayışının araştırma geliştirme ile daha da ilerletilmesi, bulunulan yer ile yetinilmemesi, gelenekten güç almakla beraber hep ileriye doğru gidilmesi, bu saatin arkasındaki fikir de bu, bence önemli olan da bu fikir zaten.



De Bethune DW1 Saatçilik sanatının geldiği noktayı göstermesi açısından ilginç bir saat. Robb Report dergisinin affına sığınarak bir alıntı yapayım:

"Saatin özgün kasası, 6 günlük güç rezervi bulunan kurmalı mekanizma ve patenti De Bethune markasına ait olan ve ayın evrelerini gösteren küre tasarımını çevreliyor. Kasanın arka tarafında küçük bir pencerede güç rezervi göstergesi konumlandırılmış."

Saatin en önemli özelliği denge çarkında, "çarkın kendisi silikondan çevresindeki halka ise platinden üretilmiş. Gümüş rengindeki yassı sistem, kadranın ardında görülebilen , hatta titreşimleri zor da olsa algılanabilen bir mekanizmanın içinde duruyor" demiş De Bethune'un yöneticisi David Zanetta.

De Bethune saatlerindeki denge çarkı üzerinde 2002 yılından beri düşünüyorlar ve yeni düzeneklerinin patentlerini alıyorlar:



Dergilerin böyle kışkırtıcı tarafları vardır, sizi daha fazlasını öğrenmeye çağırır. Ben de öyle yaptım, dergideki fotoğrafları görünce "vay canına" demiştim ama internette biraz araştırınca özellikle horomundi.com üzerindeki DW1 dışındaki diğer De Bethune üretimi saatlerin fotoğraflarını görünce daha da şaşırdım. Bu arada ikinci rüya saatini de üretmişler:



De Bethune 2002 yılında Le locle'daki saatçilik okulunun eski eğitimcilerinden Denis Flageollet ve koleksiyonculara danışmanlık yapan saat uzmanı David Zanetta tarafından kurulmuş bir şirket, bugüne dek ürettikleri saatler hep bir arayışın ürünü olan yapıtlar. Yüzlerini geleceğe çevirdikleri internet sitelerindeki "Le futur, manufacture" ibaresinden de anlaşılıyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...