Bir İlk Saat, La Fontaine ve Üç Kurşun Kalem

Ve ilk saatim, hakkında yazmayı bir davete dek ertelediğim, anlatıcımın hediye ettiği ve anlatıcımın ölümüyle, onun mezarından aldığım bir avuç toprakla aynı kutuda özenle saklamaya başladığım siyah rugan kayışlı, siyah yüzeyli, birden çok çemberin iç içe geçtiği bir meydanda, saatlerin parlak ve küçük taşlarla işaretlendiği o zarif saat. İlkokul üçüncü sınıf bitiyordu, doğum günü karne haftasına denk gelen şanslı bir çocuktum, karne hediyemdi, kolumdaki zamanla sokak arkadaşlarıma –deyim yerindeyse çeteme- caka satmıştım, anımsıyorum tüm bunları, giysilerimin renklerini siyaha ve maviye çevirmemi, ya da giydiğim her şeyde bir parça da olsa siyah olmasını arzulayışımı, bu sayede kolumdaki zamana yetişebileceğimi düşündüğümü... Anlatıcımla bir seyahate çıkmıştık ertesinde, onunla bu ülkede dolaşmayı hep sevdim, kuzeyde bir yerlerdeydik, korkunç baş ağrılarından müzdarip halamı ziyaret edecektik, sonrasında umutla ve özlemle andığım İstanbul’a gidecektik, gazetelere gömülmüş bir dumanın arkasından izlediğim anlatıcımla Şale Köşkünün bahçesinde zaman geçirecektik, sonra beni yine çok sevdiğim Büyük Ada ya götürecekti, yaz mevsiminin ufkunu hep sevdim, başka hiçbir mevsimde soğuktan ve sadece kendi içine yayın yapan aksak bir radyo istasyonunu andıran kalabalık evimizden uzağa gidebilmek hep ona bağlı olduğu için, denize doğru hep onunla yola çıktığımız için. Çocuksu bir bekleyiş hala avlıyor beni, denizin kıyısındaki artık bu şehir için özlemle çırpınmayan yaşamım hep yaz beklentisiyle dolu, ufku doldurmak zorunda kalmadan üstelik, daha hafifçe, ama biraz daha kırgın. Halamın evi bir yokuşun başında eski üç katlı bir apartmanın orta katıydı, yokuşun aşağısında her akşama doğru kurulan pazardan dünyanın en güzel çileklerini alıyorduk kuzenimle, eve varana dek korkunç bir karın ağrısına tutuluyordum, kilolarca çilek tüketiyorduk yürürken, ve kalemler, evin cumbavari bir çıkıntıyla taçlandırılmış sokağa bakan penceresinin önüne oturup, yazmaya henüz başlamayacağımdan emin olduğum, çok uzaklardan yanımda getirdiğim üç kurşun kalemi açtığımı, onları açarken de bir yandan saatimi kontrol ettiğimi, saatin yaşamıma girişiyle yaptığım her şeyde süre tuttuğumu anımsıyorum. Halamın hastalığının ciddiyetiyle beni bize sonradan katılan küçük halamla birlikte bırakıp İstanbul’a gitmişti anlatıcım, kızının çektiği acıya ve acının adını bir türlü koyamayan doktorlara kızıp gittiğini düşünmüş, ona kırılmamıştım, ancak bir çocuğun göğüsleyebileceği cinsten bir hayalkırıklığıydı, kalakalmıştım, seyahat arkadaşım, dostum, anlatıcım, dedem bensiz çekip gitmişti. Kullanılmayan bir odada saatim ve La Fontaine öykülerimle baş başaydım, halamın sağlığından çok daha önce sağlığını yitiren eşinin korku salan, bu yaşımda bile el sürmekten köşe bucak kaçtığım kitaplarının bulunduğu bir odada, dedemsiz, sadece kitaplarım, saatim ve kullanmayacağımdan emin olduğum üç kurşun kalemimle...O yaz yaşadığım en uzun yazdı ve ben bu bilgiyi saatimden, korkuyla uyumaya çalıştığım o artık odada üçüncü kez başa döndüğüm La Fontaine hikayelerinden alıyordum, yalnızdım, bu ilk gerçek yalnızlıktı deneyimlediğim, göğsüne uzanıp dinleyebileceğim bir dedem yoktu yanımda, ya da her sabah saçlarımı okşayarak beni uyandıran babaannem. Unutulmuştum, öyle olmadığını bilsem de. O odada yalnızca çevirdiğim sayfanın, saatimin saniye dokunuşlarının ve yazmak için henüz kullanmadığım kalemlerimin sesi vardı, ve korkularımın.

Her insanın yaşamda tek bir anlatıcısı vardır, ben anlatıcımı kaybettiğim günden bu yana ölüme karşı yazıyorum...Anlatıcımı kaybettiğim gün saatimi çıkardım... İlk saatim aynı zamanda son saatimdi, o günden bu yana hiç saat takmadım.

Hande Koçak
2009
Resim,
The Conquest of the Philosopher, Chirico

KOSOVA SAATÇİSİ'NDE BİR GÜN

Cumartesi öğleden sonra müzisyen ve fotoğrafçı bir arkadaşımla buluşmak için Beyoğlu'ndaki Anabala Pasajı'na doğru gitmek için işten biraz erken çıktım. Kosova Saatçisi yolumun üzerinde olduğu için uğramadan geçmem zaten. Vitrindeki Omega Seamaster'a yine alıcı gözüyle bakıp içeriye girdim.

Dükkanda sadece torun Aydın Aydınoğlu vardı, dedesi Ali Aydınoğlu yoktu oysa ikisini yan yana çalışırken görmek çok güzel oluyordu. Neyse işi olduğu için fazla konuşmadan saatlere bakmaya başladım. bir ara bana bir Vacheron Constantin gösterdi, "Bak bakalım beğenecek misin?" dedi, alıp inceledim güzel gerçekten, fakat bana göre değil, böylesine korkunç pahalı şeyleri sevemedim, ama saygı duyarım ve incelemekten de zevk alırım orası ayrı. Saati koluma taktım ve şöyle bir baktım, yakışmadığına karar verdim.



Sonra içeriye siyah elbiseli, kırmızı babet ayakkabıları ve kırmızı çantasıyla bir kadın girdi. Kolunda nefis bir Longines vardı.



Aydın Aydınoğlu ile konuşmaya başladılar, eski ve kadranında minik kalpler olan şahane Nacar'ını almaya gelmiş. Aydın mekaniksaat blogundan söz edip tanıştırdı beni kendisiyle. Derya Hanım, minik kalplerle bezeli Nacar'ın hikayesini de anlattı.



1996 senesinde Çukurcuma'da 25 kuruşa almış. Saatin camı ve tacı yokmuş o zaman. Nacar yazısı da epeyce yıprandığından artık okunmuyor. Sonra diğer saatlerini de gösterdi.





İçlerinde Revue ve Falcon da olan küçümen fakat hoş bir koleksiyonu var.

Oradan ayrılırken çoğu insanın ne kadar düz bir yaşantısı olduğunu düşündüm, ne yazık ki saatlerin ve dolayısıyla zamanın, şiirin, öykülerin veya Gülten Akın'ın söylediği gibi durup ince şeylerin farkına varmadan yaşayıp gidiyoruz.



bizans@gmail.com
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...