ZAMANIN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ: HATIRALAR (2)
Dün sabah, önceden kararlaştırıldığı gibi saatinde Dolmabahçe Sarayı önündeydim. Saat Kulesi'nde hummalı bir faaliyet vardı. Fotoğrafını çektim. Sahilden yürümeye başladım. Atölyede Şule Hanım beni bekliyordu. Klasik Türk Musikisi eşliğinde sohbet ettik, çok sevdiğim Meral Uğurlu'dan söz açtım, elbette onda cd ve kasetleri varmış, ancak tam sohbetin en güzel yerinde soruları yarılamışken, acil bir iş çıkınca söyleşi yarım kaldı. Bu söyleşi bitince ayrıca yazacağım -belki bitmeden olduğu kadarıyla yazmak gerek, bilmiyorum- fakat bir de şu var: Hepsinde önce benim dinlediğim bilgileri önce hazmetmem gerek, ondan sonra söyleşiyi yazabilirim belki.
Fakat akşam yazdıklarıma bakınca, pek fazla bir şey de yazmadığımı gördüm, kalemi bırakıp Şule Hanım'ı dinlemek daha hoş geldi kimi zaman. Lakin dinlediklerim karşısında utanıp kendimi çok çiğ hissettiğimi itiraf etmem gerek. Bir yandan Şule Hanım'ı dinlemek hayata bakış zaviyesi ile ilgili olarak benim için ufuk açıcı bir deneyim oldu, bir başka açıdan da saatler hakkında hele hele Türk saatleri hakkında bildiklerimin denizde bir damla olduğunu acıyla öğrendiğim bir gündü diyebilirim. Nafile bir çaba, bilgiden kaçmak mümkün değil, mıknatıs gibi, öğrenmenin kapıları açıldı mı bir kere insan kendini her daim küçümen hissediyor. Bunu bir kere daha anladım.
Şule Hanım acilen saat müzesine gidince ben de Vedat Nedim Tör müzesine doğru kafamda türlü türlü düşüncelerle yola çıktım. Gümüşsuyu tarafına yönelip parkın içinden geçtim, biri beni çevirip "Nedir bu saat meselesi, niçin daha fazla merak merak içindesin?" dese, cevabım hazır artık: "Pişmek için, adam olmak için..."
Müzeye gitmeden önce yemek vaktidir Selahattin Özpalabıyıklar yerinde yoktur deyip önce Aslıhan'daki sahaflara uğrayıp oradan müzeye geçmeye niyetlendim, Selahattin Bey'i arayınca onun da yakınlarda olduğunu öğrendim ve nitekim dakikalar sonra birlikte yürüyorduk. Müzeye döndük sonra, Recep Gürgen usta ve Şule Gürbüz'le de hoş bir tesadüf yine orada karşılaştık. Bu anı kaçırmamak için bir fotoğraf çekmeyi düşündüm, sağ olsunlar kabul ettiler, fotoğrafa dikkatle bakılınca saatçiliğimizin en önemli isimlerinden Ahmed Eflaki Dede'yi de görmek mümkündür:
Konuştuğumuz sıralarda içli bir saat ezgisi salona yayılmaya başladı, bunu daha evvel de duymuş ve konuşmuştuk fakat insan bu ezgiyi her duyduğunda durup düşünmek ve konuşmak ihtiyacını hissediyor. Şule Hanım kendisinde bulunan bir saatin çok daha buruk bir müziği olduğunu söyledi. Tuhaftır kimi saatlerin sesleri bazen doğrudan kulaktan önce kalbe yol alıyor.
Recep Ustamız kimi saatleri kurdu, kimilerini sevdi, kimilerine şöyle bir "Nen var kuzum?" der gibi baktı. Neden sonra müzeden çıkıp atölyeye kadar yürüdük, yolda Recep Gürgen Usta kolumdaki saatlerden birini (Tissot'yu) beğenince çocuklar gibi sevindim.
Akşama doğru Recep Gürgen ustanın atölyesine misafir olduğum vakit adeta beynim boşalmış gibiydi, evvela sergi kitabını imzalattım kendisine, sonra yazdıklarını okudu, saatlere olan sevgimin sürmesini dilemiş, ben o sırada yüzlerce saatin arasında şaşkınlıktan ve heyecandan neredeyse "Ağacın kabuğu yenir mi?" gibi sorular soracaktım -ki benzeri saçmalıkta sorular da sordum aslında ve cevabını da afiyetle aldım, düşünmeden konuşmamak gerektiğini, istiab haddine dikkat etmeyi öğrendim. Fani bir insan için önemli dersler bunlar...
Recep Gürgen Usta ben oradayken işine devam edemedi, sonra birden hasta saatleri duyar gibi oldum, tedaviye ihtiyaçları vardı ve ben de fotoğraf çekerek fuzuli şeyler sorarak Usta'yı oyalıyordum, aynı duyguyu Şule Hanım'ın atölyesinde de hissetmiştim, hiç ayrılmak istemesem de hemencecik ayrılmak hem saatler için hem de ustanın rahat rahat çalışması için daha doğru dedim ve saatlerin ülkesinden sokağın kalabalığına karıştım.
Sergi kitabını da yazmak gerek, fakat bu kitaba müstakil bir yazı yetiştirmek istiyorum. Bir de dürüstçe söylemek gerekirse kitapta Şule Hanım'ın ustası Recep Gürgen ile yaptığı sohbeti görünce, sabah kendi yaptığım söyleşinin notlarına utanarak baktım. Kitapta öyle güzel yazılar var ki, saat hakkında, zaman hakkında, kültür tarihimiz hakkında azıcık merakı olanları bile şaşırtabilecek bilgilerle dolu dolu. Saatseverlerin ne yapıp edip bu kitabı kütüphanelerine katmaları şart diyorum.
ZAMANIN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ: HATIRALAR (1)
"Zamanın görünen yüzü: Saatler" sergisinin açılış gününü heyecanla bekliyordum, nihayet 12 Mart günü geldi ve daha bir gün öncesinden başlayan telefon trafiği gün içinde iyice arttı. Hem çizgi romanlardan hem de hâlden anlayan Nurtap Hanım'ın Anabala Pasajı'ndaki dükkanında kadim dostum bb'yi bekledim. Nihayet geldiğinde yanında bir de sürpriz taşıyordu. 19 yıllık bu dünya güzeli arkadaşım, rahmetli babasına ait olan saati çıkartıp hediye etti, gözlerim dolmuş bir halde çok sevdiğim Yavuz Bey'in saatini hürmetle sağ koluma taktım, artık 2 saatle yaşayacağım. Bu saat öyle alengirli markalardan değil, yorgun kadranıyla tam da sevdiğim gibi, tarzıyla da mütevazı bir saat, saate ilişkin düşüncelerimi ayrı bir yazıya saklayayım da konu dağılmasın.
Vakit dolunca Vedat Nedim Tör Müzesi'ne gitmek üzere Nurtap Hanım'a ve dağ gibi yığılan çizgi romanları arkamızda bırakarak ayrıldık pasajdan. Gitmeden önce Nurtap Hanım'a "içinde zamanla ilgili, saatlerle ilgili bir çizgi roman varsa ayırmasını" tembih etmeyi unutmadım. Umarım saatlere, zamana ve takvimlere ayırdığım kitaplığımın en sevdiğim köşelerinden birini şenlendirecek bir şeyler çıkar. Martin Mystere'dan çok umutluyum, bir de hayranı olduğum Ken Parker'lardan birinde benim şimdi hatırlamadığım veya okuyamadığım bir öyküsünden belki bir ganimet çıkar, bilinmez böyle şeyler.
Yapı Kredi'nın Tünel ile Taksim'i bağlayan hattın tam ortasında bir mabet gibi duran binasına yürüdük. Önce sergi kataloğunun editörü olan Selahattin Özpalabıyıklar'a uğradık. Kendisi en sevdiğim çevirmenlerden, en sevdiğim fotoğrafçılardan ve en sevdiğim dilbazlardan bir insandır. Kitaplığım yarısının YKY kitaplarından olmasının müsebbiplerinden biridir kendisi. Saatlerden, şiirden, edebiyatın kokulu bahçelerinde dolanan tadına doyulmayan sohbetimize bir süre sonra Robb Report dergisinden Burcu Sever hanımefendi de katıldı. Bir insanı yazdıklarından tanımak mümkün müdür bilmem, daha tanımadan sadece yazdıklarından yola çıkarak şahane bir kadın olduğuna karar vermiştim ve yanılmadığımı görünce çok sevindim. Üstüne bir de çok sevdiğimiz ortak bir arkadaşımız da çıkınca bu tanışma daha bir güzel oldu.
Söyleşimizi fazla uzatmadan saat 18 sularında artık zamanın görünen yüzüne bakalım dedik. Davetlilerin çoktan geldiğini görünce şaşırdım biraz, tenha bir sergi açılışı olacak gibi düşündüydüm nedense. Aralardan sıyrılarak bir o saatten bir bu saate koşturduk. Selahattin Bey'den beni Şule Gürbüz ve Recep Gürgen ile tanıştırmasını rica etmiştim. Fakat Şule Hanım'ı yalnız yakalamak mümkün olamadı bir süre. Ya telaşla salonun bir ucuna koşturuyordu, ya da bir davetli ile sonunun bir türlü gelmeyeceğini düşündüğüm bir sohbete başlıyordu. Bir aralık nasıl oldu bilmiyorum Recep Gürgen bizden tarafa gelince Selahattin Bey fırsatı kaçırmayıp tanıştırdı bizi. Pek fazla konuşamadık ancak zaten dükkanına uğramak için bir bahanem daha olmuş oldu elimde.
Nihayet Şule Gürbüz ile tanışmak kısmet oldu. Ben onun Dolmabahçe ve Topkapı Sarayı'ndaki saatleri tamir edenlerden biri olduğunu bilmiyordum bir vakitler. Benim için unutulmaz bir kitap olan Kambur'un yazarıydı ('ağrıyınca kar yağıyor'u da unutmayalım). Kendisinden yeni bir kitap beklerken -yazarları beklemenin zamanı yoktur- bir pazar günü Milliyet'in ekinde Şule Gürbüz adını görünce, acaba deyip dikkatle okumuştum fakat yazarlığından söz bir cümleyi bırakın bir kelime dahi yoktu. Aynı adı taşıyan bir başka Şule Gürbüz diye düşünmüştüm çoğu edebiyatsever gibi.
Kambur'dan, bu kitabı ne kadar çok sevdiğimden söz edince "gençlik heyecanıyla ve cahil cesaretiyle yazılmış" bir kitap olduğunu söyleyip kalbimi kırıverdi Şule Hanım, bu yanıttan başka bir şey yazmayayacağı gibi bir sonuç çıkarmak istemiyorum aslında, ancak konuyu bir kez daha düşünmesini istedim kendisinden. Elbette benim dememle olacak işler değil bunlar, yine de zihnimden geçen bu dileği söylemeden geçemezdim. Bu arada çektiğim çoğu fotoğrafın iyi olmadığını farkettim, gündüz çekim yaptığım zamanki ayarda bırakınca makineyi açılışta çekilen fotoğrafların bir kısmının bulanık çıkması da kaçınılmaz oldu, fakat yine de arada bazı güzel fotoğraflar çektiğimi gururla söyleyebilirim:
Sergiye gelince harika bir sergi olmuş bence. Sergi salonunda gezinirken "Bazı saatler niye çalışmıyor?" dendiğini de duydum ama hiç aldırmıyorum, elbette saatin çalışanı makbuldur, fakat bunca saat, onca badireyi atlatıp ayağıma kadar gelmiş güzelim saatlere hiç nankörlük etmem. Bence Topkapı ve Dolmabahçe Sarayı'ndaki saatleri bilenler dahi şaşıracaklardır. Seçilmiş güzel örneklerden oluşan böyle bir koleksiyonu ailecek bir arada görmek meraklı gözlere her zaman nasip olmaz, saraylar dışında Vakıflar'dan ve özel koleksiyonlardan gelen saatler var ki hepsi muhteşem ve benzersiz eserler. Cep saatlerine rahat rahat bakamadım, buna karşın büyük saatlerin bir kısmının mekanizması açık olduğu için çarkların dönüşü çok rahat gözlemlenebiliyor, aslında çoluk çocuk maaile gitmek lazım. Beni asıl ilgilendiren şey bunca saatin ardındaki fikirler ve emek. Sadece saatler yok orada, o saatleri yapan insanlar, eski zamanların hatıraları da var. Ne yazık ki fotoğraf makineleri bu tür şeyleri kaydedemediği için özellikle bazı saatleri zihnime kaydetmek üzere 28 Haziran'a kadar defalarca gitmem gerekecek sergiye.
Saat 19:00 sıralarında ayrılma zamanının geldiğine kanaat getirince vedalaşıp yola çıktık. Yapı Kredi Kitabevine uğradık. Gonca Özmen'in "Belki Sessiz" kitabını bb için aradık, bulamadık, sorunca da "kalmadı" dediler önce, sonra güzel görevlilerden biri gidip ücra köşelerden birinden -galiba vitrinden- kitabı getirdi. Şair, 20 Mart Cuma günü okuma etkinliğinde kendi şiirlerinden örnekler okuyacakmış, bu bilgiyi de bir kenara yazdım. Ben de bu arada ilk sayılarından itibaren biriktirdiğim kitap-lık dergisinin Mart sayısına gecikmeli de olsa kavuştum. 'Ağaca Tüneyen Baron'un resimli güzel kağıda basılmış çok özen gösterilmiş bir nüshasına da sahip olma arzusuna daha fazla dayanamayıp onu da edindim (eve gidene kadar da kitabı sevip durdum). Gümüşsuyu yakınlarına gelince yağmur, artık yetti bu kadar hafif yağmak deyip iyice hızlanıverdi.
Bu yazı "Zamanın görünen yüzü: Saatler" sergisi izlenimleriyle ilgili -ve ilgisiz konulara da değinen- ilk yazı, çok uzun olmamıştır umarım, günün son görüntüsüyle 2. yazıya kadar veda edeyim şimdilik.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)