Şule Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şule Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

The Big Watch Book 2



İlk sayının ardından koca bir yıl geçti. Bu arada daha önce Çölde Gitar Çalmak yazısında sözünü ettiğim ve editörlerinden biri olduğum The Big Watch Book'un saat tasarımı temalı ikinci sayısı hazırlandı. Bir süre önce de kitabevlerine dağıtıldı. Dergide zaman ölçümünün tarihinden ünlü saat tasarımcılarına kadar çeşitli konular var.

Meraklısı için; Zamanın Yaşlı Bir Kaplumbağa Olarak Portresi, JS Watch, Bir Rönesans İnsanı: Giuliano Mazzuoli, Zamanı Arayan Saatler, Girard-Perregaux, Saatlerin Mekanizma Tasarımına Övgü, Efsane Saatler 2, Nebra Yıldız Haritasından Mekanik Bir Saat Yapmak: ochs und junior başlıklı yazılarımı bir kenara bırakıyorum ve ikinci sayının en güzel tarafı içinde Şule Gürbüz ile bir söyleşi olmasıdır diyorum. 

Şule Hanım, söyleşimizde kitaplarından aşina olduğumuz üslubu ile önemli şeyler söyledi. Mesela: 
"İnsan hangi bulutun altında ise onun yağmuru üzerinize yağıyor. Temiz ve sükûn dolu, çok çalışarak az bir işin bin meşakkatle ortaya çıkarılabildiği bir atölye ömür sürenle bin hayhuyun döndüğü yerde nefes alan insanın benzi aynı olmaz elbet. Oraya oranın tesiri yağar buraya buranın. Herkes bulunduğu yerin rahmeti ya da illeti altında kalır. Ben kendine fazla emniyet ederek kalabalığa karışanın, o sözler, yaşantılar ve telakkiler arasında kalanın belki burun kıvırdığı herkesten nihayette farklı olabileceğine inanmıyorum."

Pera Müzesi'nde sergilenen, Mustafa Şem'i Pek yapımı saat
Söyleşi uzun, toplam 6 sayfa ama söyleşinin bir yerinde Şule Gürbüz'ün çok sevdiğim usta Mustafa Şem'i Pek hakkında anlattıklarını alıntılamadan geçemeyeceğim:



"Çemberlitaşlı Mustafa Şem’i Bey son büyük ustalarımızdan, Selim Bil’i de yetiştirmiştir. Bütün saatlerini ve bazı koleksiyonlardaki masa saatlerini de tamir ettik, 19.yy sonu Fransız ustalarının yolundan gitmiş, Atatürk döneminde gelen Alman teknisyenlerle çalışmış, çok çalışkan ve mahir bir usta. İstanbul’un eski meslek liselerinden Sultanahmet Meslek Lisesinde mekanik dersleri verirmiş. Kule saatçiliği gibi tam o dönemde açılan bir kapıdan girmiş ve kendi döneminde başka mekanik kule saati makinesi yapan yoktur. Ayrıca kule saatleri ve mabeyn saatleri için büyük ölçekli barometreler termometreler de yapmıştır. Unutmadan Boğaziçi Üniversitesi kule saati de onun yapımıdır. Bilinmeyen, bence de en önemli eseri Karaköy’deki Denizcilik İşletmelerinin, bilinen adı ile Liman Lokantası'nın üstündeki İstanbul’un en büyük cephe saatini o yapmıştır. Bu saat bir ilk olarak yaz-kış farkı ile mekanik olarak kendini ayarlayan bir aydınlatma sistemine sahipti. Bu saatin periyodik bakımını yıllarca Recep Usta yapmış. Ancak maalesef bir gün denizcilik işletmeleri bu kıymetli saati hiç sebepsiz söküp depoya kaldırmış yerine de uyduruk bir dijital saat koymuşlar. Saat sökülürken de o kadar hoyratça sökülmüş ki daha sonraları ben de ayniyat depolarında saatin halini gördüğümde dert sahibi olmuştum. Tamir ettirmek, yerine tekrar koydurmak mümkün olmadı, şimdi nerede olduğunu da bilemiyorum. Mustafa Şemi'i'nin de kadrini bilen muhakkak vardır ama biz bu uğultuda onun ya da onların sesini duyamıyoruz. Gerçek iş ve oluş sahipleri kadirlerinin kıymetlerinin bilinmesini pek umursamazlar, bunun olamayacağını da bilirler, bu bir denklik meselesidir çünkü. Başkasının kolayca kadrini vereceği birinin zaten kolay hesaba gelir, kolay anlaşılır ve düşükçe bir kadri vardır. Hiç bilinmeyen, bilinmemiş, tümden gözden ve dilden uzağa düşmüş nice kimseler de varken hakkını burada teslim almaya çalışmakta hiçbir büyük ruh ya da sahici insan gayret göstermez. Onun yeri burası değil, hele bir etraf boşalsın, sakinleşsin biz bize kalalım, orada zaten herkes birbirini tanır bilir."
 
Not: Utangaç okurlardan gelen sitem dolu e-postalar için teşekkür ederim. İkinci sayı çıktığı için şimdi blog ile daha fazla ilgilenme fırsatı bulacağım. Bir kenarda biriken yazıları da yavaş yavaş paylaşırım.

Başkasının Saatine Bakmak

Zenith, Şule Gürbüz koleksiyonu.


Kişi saate meraklı olunca başkalarının saatlerine de aşırı bir ilgi duyuyor. Yolda, kütüphanede, işyerinde veya bir sahaf dükkanında ister istemez gözüm başkalarının kolundaki saate gidiyor. Çoğunluk bir hayal kırıklığı yaşarım. Metroda, otobüste gördüğüm saatlerin çoğu sahte olduğu için sahipleriyle konuşmayı bile düşünmeden uzaklaşıyorum.

Kimi zaman da enfes saatler takanlara rastlıyorum. Onlar da zaten sıradan insanlar olmuyor.


Catherine Pinguet ve babasının saati.


Mesela 2009'da saat meraklısı arkadaşlarla Beyoğlu'nda yürürken sokakta bir kadınla karşılaştık, daha doğrusu kolunda çok güzel bir saat olan bir kadınla karşılaştık. Hemen heyecanla sorular sorduk. Meğer babasının saatiymiş. Babası bu saati II. Dünya Savaşı yıllarında Paris'te satın almış. Biz o sırada konuştuğumuz insanın bir yazar olduğunu, kitaplarından birinin imza günü ve röportaj için o saatte tesadüfen orada olduğunu bilmiyorduk.

Galiba saatler insanların hikayelerini üzerinde taşıyor.

“Parçalanmış Zaman”

Michal Rovner’ın 1 ton ağırlığındaki “Parçalanmış Zaman” isimli çalışması. (Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu, Yer: Rumeli Hisarı Perili Köşk)
Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek kitabının 141. sayfasında; "Anlamak bir, sezmek bindir, anlamak bir müddet içinizde yürür, anladığınızda bir amorf da olsa şekil alırsınız. Sezmek şekilsiz ve hep sancılıdır, her gün yeni bir sancı doğurur." diye yazmış.

Saatlere baktığımızda saatin kaç olduğunu anlıyoruz, öğreniyoruz ama daha çok zamanın ne olduğuna ve nereye gittiğimize ilişkin biçimi olmayan, zehirli bir hisse de kapılıyoruz sanki.

Şimdi saat kaç?

Aynı kitabın 120. sayfasında ise şöyle bir cümle çıkıyor karşımıza: "Önümde sayısız zaman ve ben bütün perişanlığımla bu zamanların arasında vardım."


Şairin mekanik saati

Ahmed Eflaki Dede mahsülü masa saati, 1839

Mekanik saat, evvela şiire benzer; bir zanaat olarak el, emek ve sabır sanatıdır. 

Mekanik saat, sonra yine şiire benzer; akıl, yaratıcı düşünce ve düşlerin eseridir. 

Ahmed Eflaki Dede bir şairdir, saati tamir eden Şule Gürbüz de öyle. 

Kadın ve saat

Fotoğraf © Şahan Nuhoğlu


Başlık aslında 'Longines ve kadın' olabilirdi. Daha önce 'Erkek saati seven kadınlar' başlıklı bir yazı yazmıştım. Fotoğrafta görülen mekanik bir Longines (ender bulunur bir kronograf) ve erkek saati değil. Fakat düşündüm de, çoğu saat en zarif ellere sahip bir erkeğin bileğinde bile hiçbir zaman kadınlarda olduğu gibi böyle güzel görünmeyecek. 

Longines, 1832'ye kadar uzanan tarihiyle en eski saat üreticilerinden biri. Bilindiği gibi Longines ayrıntılara önem veren zarif zaman makineleriyle ünlüdür. Bir vakitler reklamlarında zarafeti vurgulamak için Audrey Hepburn ile çalıştıklarından, çoğu kişi için Longines demek biraz da Audrey Hepburn demektir. 

Ama benim için Longines, Şule Gürbüz demektir. Şule Gürbüz demek, saatlerden edebiyata uzanan zarif bir insan demektir. Saatler sadece saat olmadıkları gibi edebiyat da sadece edebiyat değildir. Coşkuyla okunan iyi bir kitap, bileğimizde tıkır tıkır çalışan bir saat gibidir.

Çelikten imal edilmiş zarif bir saat ise kendini bilen kadınlara envai çeşit elmaslı-altınlı bilezikten daha çok yakışıyor. 

Yukarıdaki görüntü, Bir+Bir dergisi için yapılan söyleşi sırasında, Şahan Nuhoğlu tarafından çekilmiş bir fotoğrafın detayı. Şule Gürbüz'ün diğer fotoğrafları ve gönülleri şenlendiren söyleşisi için lütfen Bir+Bir dergisini okuyun derim.

"Ne İçindeyim Zamanın"


Aşağıda okuyacağınz metin TRT'nin internet sitesinden alınmıştır:

"Tarihi saatlerin dünyasında yaşayan dört saat ustası “Ne İçindeyim Zamanın” adlı programla ekrana geliyor: 

Sungutay Şerafettinoğlu, Şule Gürbüz, Recep Gürgen ve Şükran Lişesivdin.

Onların ki, telaştan uzak; sakin, zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında oldukları bir yaşam. Mazbut biraz da münzevi duruşları onların tercihi olmuş. Zamanı sıradan insanlara göre farklı algılamış farklı yaşamışlar.

Geçen zamanla değil, doğrudan doğruya tamir ettikleri saatle bir bağ kuruyorlar. Saatler onlar için sadece bir zaman ölçer değil. 
Bu farklı dünyanın insanlarıyla karşılaştığınızda, sanki zaman sizin için de faklılaşıyor; yavaşlıyor… 

Onlarla alışkın olduğunuz hızlı yaşamın dışına çıkıp, sakin akan bir nehrin akıntısına kapılıveriyorsunuz.


(...)

Bütün bunların yanında bir zorluk daha bekliyor sizi; münzevi kişilikleri. Onları dünyalarından çıkarıp konuşturabilmek, sözcüklere dökmeden yaşayageldiklerini anlatmalarını istemek çok zor. Çünkü onlar konuşmamışlar, sadece yaşamışlar. 

Röportajlar onların zaman ve saatle ilişkilerini vermekten uzaklaşıyor; ifadelendirebildikleri birkaç sözcükle sınırlanıyor… Kayda alabildikleriniz bu işe nasıl başladıkları ve saatlere olan sevgileri…" 

Meraklılar lütfen yayın programını bir kenara not etsin:

  • TRTHABER 26 Nisan 2012 Perşembe 23:10
  • TRTHABER 28 Nisan 2012 Cumartesi 04:15
  • TRTHABER 29 Nisan 2012 Pazar 15:20

Not: Elbette "Ne İçindeyim Zamanın" isimli yapım çok şey (belki de hiçbir şey) beklenmemesi gereken bir belgesel. Neticede, program, derinliği olmayan, önemli konulara odaklanamayan bir yapım olmaktan öteye gitmiyor. Konuyla ilgili yeterinvce bilgisi olanlan izlemese de olur. Çünkü bu program bilenlere bir şey katmıyor.. Yine de, Şule Gürbüz ve Recep Gürgen usta hürmetine seyretmeye değer.

Saat gibi hüzünlü

Hand Watch, by Ralph Gibson
Zaman herkes için aynı şekilde geçmiyor. Kimine iyi, kimine kötü davranıyor. Bir yılın daha son günündeyiz. Belki bir şeylerin sonundayız, belki de başında. Belki de bugünün yarından bir farkı yok.

Sabahları kahve eşliğinde gazete okumak en büyük keyfim. Gazete, yaşadığımız zamanın göstergelerinden biri. Yarın sabah yine 3 gazete alacağım. Neler olacağını da biliyorum aslında. Ama her defasında beni şaşırtan bir haber mutlaka oluyor. Olmadığını zannettiğim zamanlarda bile oluyor, sonradan farkediyorum.

Bir günü kitap okumadan bitirmek, kurmalı bir saatin tacına dokunmadan olmaz. Öyle güzel kitaplar okudum ki bu sene, sanırım benden daha mutlusu azdır bu acılı dünyada. Hayatımızı incelikli cümleleriyle tamir eden saat ustası ve en sevdiğim yazar Şule Gürbüz'ün 'Zamanın Farkında' kitabı yılın en güzel armağanıydı. Beni Longines'in kronometreli bir saatiyle şahsen tanıştırdığı için, macerasını da anlattığı için kendisine müteşekkirim.

Ustaların ustası Recep Gürgen'e teşekkür etmeden geçemem. Bana İsviçre ve Rus saatlerini yeniden ve daha yakından tanıma fırsatı tanıdı. Ömer Aydın Bey'e de, hem  http://www.ustasaati.com/ isimli güzel bir site hazırladığı için hem de tanıdığım en bilgili, en efendi, en hoşsohbet ve kitap meraklısı saat satıcılarından biri olduğu için çok teşekkür ederim. Kosova Saat'ten Ali Aydın Ustaya da teşekkür ederim, akıllı ve bilgili torunlarına da. Hem sohbetleri hem pratik zekalarıyla bana çok yardımcı oldular. Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler, muhteşem fotoğraf kütüphanelerini benim 'Fotoğrafta insan, eşya ve zaman' araştırmam için açtılar, sofralarında bana da yer verdiler, filte kahveleriyle içimi ısıttılar, onlara da kalpten müteşekkirim.

Bu blogu okuyanlara da çok teşekkür ederim. Benim güzel okurlarımdan kimi sadece okumakla yetindi, kimileri de  bilgilerini, görgülerini ve fikirlerini paylaştı. Onlarla bazen hemfikir olduk, bazen farklı şeyler düşündük. Ama hep saatleri sevdik. Bu açıdan kendimi hiç yalnız hissetmedim. Hiç beklemediğim kadar e-posta geldi bu yıl. Elimden geldiğince hepsine cevap vermeye çalıştım. Cevap veremediklerim olduysa kusuruma bakılmasın lütfen.

Benim için de, yeryüzündeki bütün insanlar için de tezatlarla dolu bir yıl oldu sanıyorum. Hiç bu kadar çok yazmak isteyip de, böylesine az yazdığım bir yıl hatırlamıyorum. Hiç tahmin etmediğim kadar çok kitap okudum. (Kitaplığım hiç bu kadar genişlememişti.) Çok güzel, çok akıllı insanlarla tanıştım. Birbirinden muhteşem saatler ve mekanizmalar gördüm. Eski ve büyük saatleri hayranlıkla izledim. Yüzyıllık saatlere dokunma, onların sesini duyabilme onuruna da eriştim.


Fakat en güzeli insanın kendi kolundaki, kendi masasındaki saat galiba.

Ne demek istediğimi, büyük fotoğraf ustası Ralph Gibson, bir fotoğrafla anlatmış.

Zaman ellerimizde.

Bir saate baktığımızda gördüğümüz şey, belki de bir saatin bize baktığıdır.

İyi seneler.

Şule Gürbüz saati


H. Moser & Cie Monard


Çağımızda çok kitap basılıyor, hızla çoğalan bu yığına bir de internet üzerinden eklenen okunacaklar eklenince ortaya çıkan son derece abartılı manzara, sanki okunacak o kadar çok şey varmış, yüzlerce yıl yaşasak okumakla bitmeyecek kitap çıkmış gibi bir yanılsama oluşuyor. Bence hakikat böyle göründüğü gibi değil. Her zaman olduğu gibi okunacak çok şey var, doğru, fakat okunması gereken iyi ve üstün nitelikli kitap sayısı aslında yine her zaman olduğu gibi (kadim zamanlardan beri değişmeyen bir ölçü var zannediyorum) son derece az. Bu açıdan saat dünyası ile edebiyat dünyası benzeşiyor. Gündemdeki yığının görünen yüzüne baktığınızda bilindik, kimi çevrelerin yapay olarak parlattığı isimler görülüyor. Saatler için de böyle, sıradan bir saat dükkanına girin gerçek bir saat üreticisinin ürettiği saati bulmanız zor olur. Çok satılan, harcıalem saatler var. İyi saate ulaşmak iyi kitaba ulaşmak gibidir, zordur.

Kimi iyi kitapları da saatlere benzetiyorum. Saat tamircisi, şair ve yazar Şule Gürbüz'ün bu ay yayımlanan öykü kitabı "Zamanın Farkında" ise gözümde kurmalı bir saat gibi kendine mahsus ve müstesna bir yerde duruyor.


Kurmalı saatler otomatik saatlere benzemiyor, otomatik saatler geçtiğimiz yüzyılın başlarında icat edilmiş ve insanın zamanı daha 'kolay' elde etme/uğraşmadan öğrenme hırsının bir ürünü, gün içinde ellerin kolların hareket etmesi neticesinde genellikle yarım daire benzeri metal bir parçanın (rotor) zembereği kurması ilkesine dayanıyor. Elbette otomatik saatlerin mekanizması üst düzey bir zeka göstergesi fakat kurmalı saatlerin insanın aklını her daim tetikte tutması ve unutkanlığa yer bırakmayan yapısı nedeniyle küçük bir azınlığın gözünde halen en sevilen saat türü.

Okumak için dikkat ve özen isteyen, bunun karşılığında okuyanın da zihnini fersah fersah açan kitaplardan biri olan 'Zamanın Farkında' zaman ve insan üzerine düşünmüş olan/düşünen herkes için önemli bir eser. Özellikle senelerdir saatlerle ilgilenen, ömrünü saatlere adamış bir insanın elinden çıkmış olması bu kitabı saatseverlerin gözünde bence kurmalı bir saatin saygınlığına taşıyor.

Şule Gürbüz'ün ustası Recep Gürgen'e ithaf ettiği "Zamanın Farkında" çabucak bitirmemek için her gün azar okuduğum nadir kitaplardan biri oldu. Kitapta 5 öykü var. İlk öykü, "Müzik Hocası" isimli uzun bir öykü ve küçümen bir roman hüviyetinde (novella).  Diğer öyküler sırasıyla, 'Cansın', 'Mezarlıktan Geçiş', 'Mutfak' ve kitaba adını veren 'Zamanın Farkında'.

'Zamanın Farkında' çocuklar için değil, yetişkin insanlar için yazılmış bir kitap. Kadranın altında nasıl bir mekanizma olduğunu merak edenler için, kimi insanların karanlık yüzünü, kimi insanların kırık kalplerini görmek, okumak isteyenler için, zihnini açmak isteyenler için, kendimizin farkında olmak için, zamanın farkında olmak için okunacak bir kitap.

Elbette kitabın kapağı böyle değil, kitap yıpranmasın diye bir a3 kağıdıyla kaplayıp üzerine bir dergiden kestiğim Bizans dönemi sanatına ait bir ikonanın resmini (Cebrail olabilir) yapıştırıp kendi alternatif kapağımı yaptım.

“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Mekanik saat meraklılarına 30 Ekim 2010 tarihinde Milliyet Cumartesi'de sadece bir bölümü yayımlanan söyleşinin tamamını aşağıda sunmaktan gurur duyuyorum. Söyleşi uzun olduğu için gazetenin ekinde ancak bir kısmı yayımlanmıştı, bütün halinde okumak daha doyurucu olacaktır diye düşünerek ve ayrıca Gürbüz'ün söylediği her sözün mekanik saat ve edebiyat meraklılarına ışık tutacağını bilerek söyleşinin yarım yamalak değil de bütün olarak okunmasını istedim. Beni kırmayan Şule Gürbüz'e, fotoğraflar için Hüseyin Özdemir'e ve söyleşi için Yasemin Bay'a çok teşekkür ederim.

Meraklıların hemen dikkatini çekecektir: Sorular, 2003 senesinden beri Şule Hanım'a sorulan soruların hemen hemen aynısı veya başka bir şekilde söylersek; bugüne kadar Şule Gürbüz'e sorulan bütün sorular bu söyleşide var! Şule Hanım yaradılışından ötürü senelerdir sabırla, bıkmadan usanmadan aynı soruları yanıtlayıp duruyor. Belki bu söyleşinin bir faydası olur da muhabirler değişik sorular sormaya başlar! Yine de bu durum sadece bir durum değerlendirmesidir sadece ve söyleşinin değerini kesinlikle azaltmıyor, aksine Şule Hanım'ın söylediklerine canı gönülden kulak verirsek, mekanik saatlere olan sevgimizin daha da artacağını düşünüyorum. Sözü uzatmadan söyleşiye geçelim:




“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Yasemin Bay

Ömrü boyunca sadece 9 saat yapmış, Türk saatçiliğinin en önemli ustalarından Ahmet Eflaki Dede'nin şaheseri, Es Seyid Süleyman Leziz'in Nil sularının azalmasından ekim dikim vakitlerine, hayvanların kış uykusuna yatmasından kutsal günlere kadar pek çok bilgiyi de gösteren saati, ünlü İngiliz saat ustası George Pior'un Türk pazarı için yaptığı müzikli saati ve daha pek çoğu Dolmabahçe Sarayı'ndaki Saat Müzesi'ne 6 Kasım itibariyle izleyiciyle buluşacaklar. 18 ve 19. yüzyıla tarihlenen bu saatlerin bugün çalışıyor olmalarını sağlayan iki isimden biri ise Şule Gürbüz.
Saray saatçiliği geleneğini bilen son isim olan Wolfgang Mayer'in -Mayer'in dedesi Abdülhamit'in saatçisiydi- yetiştirdiği Recep Gürgen'den bu mesleği öğrenen Şule Gürbüz, her ne kadar "Başkalarının yanında ustayımdır ama ustamın yanında elbette usta olamam" dese de, bugün Dolmabahçe Sarayı'nın tek saat ustası. Üstelik sadece Dolmabahçe'de değil, Türkiye'de de saray saatlerini tamir edebilen, Recep Gürgen'den sonra, tek isim. İstanbul Üniversitesi'ndeki sanat tarihi eğitiminin ardından Cambridge Üniversitesi'nde felsefe eğitimi alan Gürbüz ile hem saatlerin dünyasıyla tanışma hikayesini hem de Saat Müzesi'ni konuştuk...

Dolmabahçe Sarayı’nda ne zaman çalışmaya başladınız?

1997 yılında saat seksiyonunda araştırmacı olarak görevlendirildim. Saatlerin hepsinin bozuk, göze görünmez olduğunu fark ettim. Saat tamiratıyla da ilgili bir atölye yoktu. 80’li yıllarda Wolfgang Mayer'in kalfası Recep Gürgen’in zaman zaman gelip saatleri tamir ettiğini öğrendim Recep usta buraya gelmeye devam etmiş ama kadrolu değil dışarıdan destek veriyormuş. Recep ustadan beni yetiştirmesini talep ettim. Haftanın bir günü o buraya geldi, bir günü de ben onun atölyesine gittim. Çünkü burada kurulu düzenimiz yoktu. 98’de saat atölyemiz kuruldu.

Sizi saat tamirciliğine iten neydi?

Evet zahmetli bir iş. Ne kadar açıklanabilir bilmiyorum çünkü bazı şeyler insanın şahsıyla ilgilidir. Bu da biraz öyle. Ben daha kendi kendimle olmayı, müstakil bir hayatımın olmasını, çok insanlarla dirsek temasımın olmasını sevmeyen birisiydim. Tahsil hayatımda bir şey olma, bir mesleği amaç edinmek gibi bir şeyim yoktu. Sadece okumak, anlamak, farkına varmak bana yetiyordu. Sarayda araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca ben de atölyede tek başıma kalsam istediğim hayatı inşa edebilir miyim, kabuğumu bulmuş gibi olur muyum diye düşünce geçti içimden. Başka biri bana bakıp tek başına bütün gün atölyede ne yapıyor diye vahlanabilir. Ama ben birinin böyle bir hayatı olduğunu görsem çok imrenirim. Bu biraz şahsi bir şey. Sarayın içerisinde bir saat ustası olmayı, elinin ürettiğiyle yaşamayı kendi adıma şık ve güzel buldum. Onun dışında mesleğin tabii ki iş çok zor ve çileli yanları var.

Nelerdir bunlar?

Zanaat, sanat eseri oluşturmak gibi kendi kimliğinizin, isminizin ön planda olduğu bir şey değil. Yaptığınızı bir anlamda kendinizi örterek yapıyorsunuz. Bir eseri tamir ettiğimizde ona elimizin bile değdiğini belli etmemek bizim başarımız oluyor. Egoyla yapılmış bir şeyi tevazuuyla diriltmek gibi bir durumumuz var. Daha mistik bir yanı var saatçiliğin özellikle. Çok sabır ve dinginlik, çok uzun saatler kendi başınıza kalmak istiyor. Ne kadar yüksek düşünceleriniz olsa da size sadece bir saatçi, tamirci gözüyle bakılmasına tahammül etmenizi gerekli kılıyor. Bunlar herkesin altından kalkabileceği şeyler değil.

Mekanik saat tamiri başka zanaatler gibi değil. Bir koltuk, kanepeyi tamir edersiniz köşeye koyarsınız. Saat kendi söyler tamam ben oldum diye. Şu saati yaptım ama üç dakika geri kalıyor diyemezsiniz. Doğru yapmadığım müddetçe beni kaçtığım yere kadar kovalar. Saatin demesi lazım oldu diye. O da zor diyen bir obje. Demez de demez, demez de demez.


Böyle bir eğitimin ardından neden bu meslek diyenler oluyor mu?

Zaman zaman bana bir tamirci için tahsilimin fazla ve gereksiz olduğunu söyleyenler oluyor. Ama aslında insanın aleladelikten sıyrılıp fevkaladeliğe kendisini yaklaştırması lazım. Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım. Başka yabancı diller bilseydim matematiği daha da iyi bilseydim, fizik de bilseydim inanın daha iyi tamirci olurdum. Öte yandan bu işin kişiliğinize kattığı sizi başkalaştıran tatlılaştıran yanları da oluyor.

Nelerdir onlar?

Daha tahammüllü, sabırlı olmak. Bir şeyin direncini daha kuvvetli olarak kırmaya çalışmak ve insanın nasıl olduğunu bilemediği ama zamanla kendisine yapışan şeyler bunlar… Zaman içinde edinilen kazançlar. Durup baktığımda benim kazancımın verdiklerime göre çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Recep Gürgen ile ne kadar çalıştınız?

Hala bir aradayız. Onun kalfasıyım. ‘97’den beri bir aradayız. Saraylar restorasyon adına çalışması zor yerler. Siz çırak olarak işinizi saray objesi üzerinde öğrenemezsiniz. Ben ilk elime saray saatini almadım tabii ki. Ustanın atölyesindeki bozuk harap yüzlerce saatlerce saati elden geçirdikten sonra sarayın objelerine el sürebilmeye başladım. Saray saatlerini sokup takıyorduk. Ama ustam yoksa kendi başıma saray saatlerine dokunamıyordum. Dört yılın sonunda saatlere dokunabilmeye başladım.

Siz Türkiye’de tek isimsiniz bu alanda.

Evet, ustam ile beraber. Panda gibi kaldık biz; bambu filizleriyle beslemeleri lazım aslında. Ben başkalarının yanında ustayımdır ama kendi ustamın yanında elbette usta olamam.

Müze fikri nasıl oluştu?

Tamir ettiğimiz saatler elimizde birikti. Onları tekrar göze görülmez yerlere, kapalı odalara koymak istemedik. Şimdi sarayın büyük çoğunluğu, pek çok odası açık, eskisi gibi değil. Kalıcı bir müze oluşturalım saatler göze görülsün istedik. Açık odalarda bile birçok obje olduğu için o saatler bazen fark edilemeyebiliyor bir de. Öte yandan yurtdışında da pek çok müzenin, saat, mücevher gibi yan müzeleri vardır.



Nasıl bir müze peki?

74 saat yer alıyor. Üç bölümden oluşuyor. Birincisinde Fransız saatleri, ikinci bölümde 18. yy İngiliz saatleri 3. bölümde ise Osmanlı özellikle Mevlevi ustaların yaptığı saatler var. İçlerinde çok harap durumda olan da vardı sadece bakımdan geçenler de. Şimdi hepsi çalışır halde.

Bu saatleri ne kadarlık bir zamanda tamir ettiniz?

Diyebilirim ki 98’den beri tamir ettiğimiz saatler var. Hummalı çalıştığımız dönemler oldu. Bugün bakınca bu işin üstesinden nasıl gelinmiş dediğim zamanlar oldu. Tek bir saatin tamiratı günde sekiz saat çalışarak sekiz ayda bitti. Saray saatleri çok ağır saatlerdir, hayal edemeyeceğiniz objelerdir. Onların çalışma sistemini anlamak, aynı hassasiyetle çalışır hale getirmek kolay işler değil. Mekanik saatin hep eliniz üstünde olması gerekir. Aksırır öksürür, şikayeti bitmez, üzerinde merhametli bir ele her an muhtaç.

Türkiye’de saatçilik hakkında neler söylersiniz? Mesela müzede özellikle Mevlevi ustaların saatlerinin bulunduğundan bahsettiniz.

Bizde mekanik saat geleneği yok. Avrupa’da ilk mekanik saat 1300’lü yılların ortalarında çıkıyor. Orada her saatin her parçası ayrı bir usta tarafından yapılıyor. Sadece akrep yelkovan ya da zemberek yapan ustalar var. Bizimse maalesef Fatih döneminden beri devlet büyüklerine ve halka acentalar vasıtasıyla gelen saatler var. Sadece Türk pazarı için üretilen saatler de var içlerinde. Özellikle Mevlevihanelerde hücrenişin olmak için belli bir zanaatta uzmanlaşmak gerekiyor; hat, tezhip ya neyzen ya da el sanatları... Özellikle saatçilik hassas ve biraz batıdaki mistiklerin karşılığı olduğu için, orada da Pascal, Spinoza gibi filozoflar nasıl bu işle ilgilenmişlerse bizde de Mevlevi ustalar saatçilik yapmışlar. Mesela Ahmet Eflaki Dede, Mehmet Şükrü… Bunlar hep Yenikapı Mevlevihanesi’nin dedeleri, dervişleri. Hücrelerinde otururken, tabii vakitleri de çok, saat yapmışlar. Bizde zanaattan ziyade sanata yakın bir seviye olmuş saatler bu nedenle. Saatin bütün malzemelerini tek tek kendileri yapmışlar, dışının süslemesini bile. Düşündüğünüzde bu akıl alır gibi değil. Çünkü gelenek yok, öğrendiği bir yer yok, öncesi, arkası yok. Kendiyle başlıyor kendiyle bitiyor. Kendisinden doğan ve kendi parıltısıyla başlayıp onunla biten bir şey. Batılı uzmanların hayretlerini uyandıran saatler bunlar. Bu ustayı kim yetiştirmiş diye sorduklarında kendi kendine dediğimizde inanamıyorlar. Batılı usta aldığı geleneğin devamı bir şey yapıyor; İngiliz saati, şu üslupta diyorsunuz baktığınızda. Bizimkilerin yaptığı saatlerin ise dünyada başka örneği yok, hepsi tek.


Siz de vakti geldiğinde saat atölyesinde çırak yetiştirmeyi düşünüyor musunuz?


Olması gereken bir şey elbette. Ama bu bir şekilde kendiliğinden olacak. Bu iş hassas, ince, farklı özellikler de istiyor. Mesela benim ustama getiriyorlar “Bu koca kafalı okumadı bari senin yanında çırak olsun” diye. Hâlbuki biz burada en nitelikli insana ihtiyaç duyuyoruz. Ama en nitelikli insan da tamirci olmak istemiyor. En nitelikli insan klip tadında bir hayat istiyor. Zengin daha zengini güzel daha güzeli bulayım istiyor bugün. Olmayan bir şeyleri tutayım da kolundan kaldırayım denmiyor. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey iyi. İyi de bu işlere talip değil; böyle bir cehennemimiz var. Ben nelere layığım da nerdeyim gibi bir illet var bizde maalesef. Ben kimim de bu saatlere el sürerim diyebildikten sonra o saatler sizi kucaklıyor neticede.

Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi 5 Kasım'da açılıyor



Sabahları gazete okumayı çok seviyorum. Kitap eklerinden dolayı bu sabah epeyce gazete aldım ancak sürpriz kitap eklerinden çıkmadı, bu sabahın en güzel haberi ve röportajı Milliyet gazetesinin Cumartesi ekinde bulunuyormuş meğer.

Gazetedeki haber yukarıda görüldüğü gibidir, internetteki hâline ise yüz vermeyiniz, gazetede başka türlü duruyor, dokunuyor, ışığa tutup fotoğrafları daha ayrıntılı inceleyebiliyorsunuz, üstelik haberi kesip saklayabilirsiniz, 'sil' tuşuna basınca da silinmez öyle, üstelik virüslere karşı da çok dayanıklıdır gazeteler, virüs nedir bilmezler çünkü, bilgisayar çökünce uçup giden hatıralar gibi kanat çırpmaz, kaçıp saklanmaz, istediğiniz an elinizin altındadır, dakikalarca saatlerce aynı cümleyi, değişik şekillerde okuyabilirsiniz. Zaten dijital ile analog bilgi arasındaki farklardan biri de budur, analog bilgiye daha güvenilir, dijital bilgi ise şüphe uyandırır. "Hem "Taşa yazılan bilgiler duruyor da cd'lere yazılan veriler neden uçuyor?" diye hep yeni olanın peşinden koşan ama hiç yakalayamayanların kulağına fısıldamak isterim. :)

Neyse yine sözü uzatmayalım, Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ne bakalım, epeydir kapalıydı, bu arada boş durulmamış bütün saatler elden geçmiş ve yeniden bakımları yapılmış. Zaten Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ndeki saatlerin çoğu türlerinin nadide örnekleri arasında.

Çiçek saati de saat müzesinin önüne alınmış, pek güzel olmuş.

Yasemin Bay'ın röportajı çok güzel ama Şule Gürbüz ile yapılan her röportajında muhakkak sorulan soruları bu kez de o sormuş! Muhabirler değişiyor ama sorular hiç değişmiyor.

Not: Bu gece 1 saat kadar zamanı geriye almayı unutmayınız.

Bir saat dergisi hayali



Watch Plus dergisinin Yaz 2010 sayısı çıkmış! Akşam eve geldiğimde beni bekleyen yeni bir derginin olduğunu öğrenince bütün yorgunluğum gitti, hemen dergiyi karıştırmaya başladım, elbette önce Şule Hanım'ın yazısını okudum.

Keşke saatlere ilişkin daha fazla sayıda Türkçe dergi ve kitap olsa, bu blogun sayfalarından güç sahibi belli kesimleri hep eleştirdim, ancak tekraren söylemek zorundayım 'yüksek saatçiler' sadece konunun ekonomik yönüne odaklandıklarından kültürel alanları boş bırakıyorlar maalesef. Neyse bu tür konularda çok söyleniyorum ardından eleştiri postaları geliyor kraldan çok kralcı olanlardan, fazla da uzatmak istemiyorum konuyu, sonra beni dükkanlarda saatlere bakarken tanıyıp kovarlar neme lazım!

Fakat düşünmeden de edemiyorum, türlü türlü fikirler geliyor aklıma, mesela sadece eski antika saatlere ilişkin bir dergi olsa güzel olmaz mıydı? Bir süre bunun hayalini kurdum. Tabii hayalimdeki derginin kapağında bu ay Pendule Sympathique olurdu muhtemelen :) Neyse konuya dönelim...

Okuma notları:

Yaz 2010 sayısının kapağında Girard Perregaux var.

Yıldız Hamidiye Saat Kulesi ile ilgili Şule Gürbüz'ün kendine has üslubuyla yazdığı yazı mükemmel (s.72-73).

Breguet şaheserleri Topkapı Sarayı'nda başlıklı yazı Topkapı Sarayı'ndaki halen devam eden sergi ile ilgili. Breguet'nin icatları ve getirdiği yenilikler sayfası da şahane olmuş, hemen arşıve bir kopyasını aldım (s.24-29).

Oris'in Oscar Peterson adına çıkardığı yeni caz saati çok hoşmuş (s.43).

Özel dosya: Büyük kadranlı saatler, bazı saatlerin boyutlarına çok şaşırdım (s.64-71).

Yine güzel bir dergi olmuş, meraklılar kaçırmasın derim...

Topkapı Sarayı'nda Breguet saatleri sergisi



İlber Ortaylı'nın Milliyet Pazar'daki köşesini kaçırmamaya çalışırım. Geçtiğimiz pazar günü yine güzel bir yazısı vardı, değinmeden geçmek olmaz. Yazının önemli bir kısmı Osmanlı-Roma bağlantısıyla ilgiliydi, bu bölüm de ilgi çekiciydi elbette fakat gözüm sayfanın sağ tarafında bütün haşmetiyle göz kırpan Breguet'nin Topkapı Sarayı'nda bulunan ünlü “Pendule Sympathique” saatine takıldı bir kere. Bu saatin benzerleri var, fakat Topkapı Sarayı'ndaki gibisi yok. İlber Ortaylı'nın güzel Türkçe'sinden okuyalım:

"Topkapı Sarayı Müzesi dört yüze yakın nadide saatlere sahiptir. Bu koleksiyon geçmiş senelerde İstanbul’un unutamadığı saatçi Johann Meyer’in soyundan olan Wolfgang Meyer’in kontrolünden ve onarımından geçmişti. Şu sıralar bu koleksiyonumuzu yine Dolmabahçe Müzesi’nin saat uzmanları Receb Gürgen ve Şule Gürbüz elden geçiriyor ve onarıyorlar. Maalesef tarihi mekanik saatlerimizi özellikle Osmanlı dönemi Türk ustalarının eserlerini onaracak uzman pek azdır.

Saray, nadide saatler satın alırdı

Hiç şüphesiz Topkapı Sarayı bir imparatorluk merkezi olarak hem bu tip nadide saatlerin satın alındığı hem de diplomatik ilişkilerde hediye olarak geldiği bir mekândır. Elimizde Napoleon’nun hediye ettiği dahi saat ustası Breguet’in yaptığı bir başyapıt olan saat mevcuttur. Bu nedenledir ki; Topkapı Saray-Müzemiz Breguet saatleri gibi saatçilik tarihinde haklı bir şöhreti ve yeri olan ve bugün de bu vakfın kurduğu bir müze ile mekanik saatler medeniyetini yaşatan bir sergiye ev sahipliği yapacaktır. Bu sergiyi isteyen Breguet saatleri firması ve müzeciler; çünkü bizdeki nadide parçaları ellerindeki ile birlikte sergilemek istediler. Topkapı Sarayı, Sevres Porselen Fabrikasını imrendirecek Sevres porselenlerine, Çinlileri kıskandıracak Çin porselenlerine sahiptir. Burada da sergilenen baş eser Sultan II. Mahmud’a hediye edilen ve Breguet’in elinden çıkan “Pendule Sympathique” denen masa saatidir.

Zaman insan şuurunun eseridir ve insanın şuuruyla dilimlediği varlığımızı ve hayatımızı betimleyen en önemli boyuttur. Saatlerin bilhassa mekanik saatlerin saat olmanın ötesinde derin bir anlamı olduğu açıktır.

Müzemizin zenginliğini teşkil eden bu eserlerin düzenlenmesi, tanıtımı, teşhir ve korunması için bir birim kurulacaktır. Bu sergi 30 Ağustos’a kadar devam edecek, serginin sponsorluğunu Tektaş A.Ş. yapıyor."

İlber Ortaylı, Milliyet Pazar, 6 Haziran 2010, s.5

Sergi Topkapı Sarayı Divit Odası'nda, kaçırmayalım derim.

____________________________________________
Ek okumalar:

Breguet and the Ottoman Empire exhibition - Topkapi Palace Museum – Istanbul

Feyzan Ersinan Breguet sadece bir saat değil, bir "farklılık" simgesi, Dünya gazetesi, 7.6.2010

Watch Plus dergisi ilkbahar sayısı çıktı



Daha önce Watch Plus dergisini çok beğendiğimi yazmıştım. Sonraki yazı derginin yeni sayısının gecikmesiyle ilgiliydi.

Fakat nihayet hasretle beklediğim derginin yeni sayısı elime geçti ve üzerimdeki kasvetli havayı dağıttı. Beklediğimden, düşündüğümden daha iyi bir dergi olduğunu gördüm. Kapakta Audemars Piguet var (Odemağ Pigey diye mi okunuyor, söyleyemiyorum, bir de Jaeger LeCoulte var, onu da bir türlü telaffuz edemiyorum).

Başlangıçta derginin haberler kısmı var, dergilerdeki bu bölümler çok güzel oluyor, mesela Sanat Dünyamız dergisinin bu bölüme verdiği isim "Rüzgar Gülü" adını taşıyordu, yeni Sanat Dünyamız dergilerinde bu bölümü kaldırdılar, neyse bu bölümü keyifle okudum, şaşırdığım yeni şeyler öğrendiğim haberler oldu bu bölümde. Sonra Audemars Piguet Millenary Carbon One incelemesi var, ardından Parmigiani Fleurier’in icra kurulu başkanı Jean-Marc Jacot ile yapılmış güzel bir söyleşi var. Jacot kendine ve Parmigiani Fleurier'e çok güveniyor, söyleşinin bir yerinde şöyle diyor:
"Herkes iyi, kaliteli saatler takmak istiyor. Hem çok pahalı olmayıp, çok güzel ve prestijli saatler de var. Bu tıpkı kıyafet gibi gelişir ve insanın kişisel gelişimi ile paralellik gösterir. Örneğin önce Omega alırsınız, bir süre sonra Rolex takmaya başlarsınız, hala yenilik aradığınızı düşünüyorsanız Jaeger LeColtre'a geçersiniz. En son mu? Tabii ki bize gelirsiniz!"


Sonra SIHH 2010 ile sayfalar süren bir bölüm var, arkasından Futbol ve Saat başlıklı bir dosya konusu geliyor. Bunlardan sonra "Bir Stern mucizesi" başlıklı ve Philippe Stern'in şahsi koleksiyonunun bir müzeye dönüşmesiyle ilgili bir yazı var ki dergiyi alanların önce bu yazıyı okumalarını tavsiye ederim. Keşke bu müzeden daha daha fazla fotoğraf olsaydı diye düşünmemek elde değil.

Bu yazıdan sonra benim bir yazım var, aynı ay içinde iki dergiye birden küçük de olsa katkım olmuş oldu (diğeri Saat Dünyası dergisindeki "Bunları biliyor muydunuz?" başlıklı sayfa: "Zaman makinelerine övgü" başlıklı bu yazının peşinden Şule Gürbüz ile yapılmış bir söyleşi var. Şule Gürbüz'e hep aynı sorular soruluyor, fakat bu söyleşi küçük maddi hatalar (kedisinin adı İnci, III. Mehmet değil II. Mehmet olacak) dışında benzerlerinden daha iyi, zaten Şule Hanım tatlı diliyle öyle bir anlatıyor ki aynı konuyu farklı sözcüklerle yeniden dinlemek insana klasik bir edebiyat yapıtını yeniden okuyormuş gibi geliyor.

GMT koleksiyonu, Vacheron Constantin Patrimony koleksiyonu, yeni modellerin olduğu kısımlardan sonra yazı dizisi “Saat Kuleleri ve Türkiye”, Şule Gürbüz’ün kaleminden bu sayıda yapılan girişle beraber başlıyor…

Eleştirim ise derginin fiyatıın 8 TL olması. Benzeri dergiler en az 10-15 TL'ye satılıyor çünkü.

Bir de şu var, "ben saat meraklısıyım" diyenin bir kitaplığı olmalı, bu kitaplıkta da dergiler kesinlikle yer almalıdır. (Gerçi "Ben fotoğraf sanatına çok meraklıyım" diyenlerin evlerinde fotoğrafla ilgili hiç kitap/dergi olmadığını da gördük, "Ben şiir yazıyorum" diyenlerin şiir okumadığını da, büyük şairlerden haberi olmadığını da gördük ama bu döngünün dışında yer alan güzel insanların da varlığını biliyorum. Bu koşullar altında dergi lüks mü sayılır bilmem. Fakat insan zihnini zenginleştirecek herşeye ihtiyaç gözüyle bakmalıdır diye düşünüyorum.)

Abone olmak isteyenler için e-posta linki.

Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi

santralistanbul şehirdeki en yaratıcı mekanlardan biri, İstanbul'un unutulmuş bir köşesine renk, yaratıcılık ve heyecan getirmesi takdire şayan. Ben santralistanbul yakınlarında oturduğum için kendimi şanslı sayanlardanım. Özellikle müzedeki sergileri kaçırmamaya çalışıyorum, Martin Parr sergisi unutulmazdı mesela, hem Martin Bey'le tanışmak ve tarzım olmadığı halde onun fotoğraflarını çok önemsediğim için fotoğraflarını sevdiğimi doğrudan ona söylemek harikaydı.

Neyse, söylemek istediğim başka; santralistanbul Yetişkin Atölyeleri Bahar Dönemi için eğitim programı 8 Nisan 2010 tarihinde başlıyormuş. Mine Dikbaş tarafından hazırlanan programda “Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi” seminerleri bu konuları ustalarından öğrenmek isteyen meraklılar için biçilmiş kaftan sayılır.

"Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi; 4 hafta boyunca Cumartesi günleri 14:00-17:00 arası santralatölye’de gerçekleşecek."

"Zaman içinde Zamanı algılama" ana başlığı içinde dört haftadan oluşan programda ilk iki hafta Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi ve Sanat Koleksiyonu Sorumlusu Şule Gürbüz ile zaman algısı ve zaman algı aletleri üzerine bilgi verilecek:



"Zaman algısı, Toplumların zaman algısı, Zaman algı aletleri, güneş saatleri, usturlablar, rub’u tahtaları, Osmanlı’da zaman ve saat, Cumhuriyet’den günümüze zaman ve saat, Mekanik saatin ortaya çıkışı ve gelişmesi, Kule, Meydan, Cephe saatleri, Cep, masa, kol saatleri’nin anlatılacak."

Üçüncü hafta ise Recep Gürgen’in saat atölyesinde uygulama çalışması düzenlenmesi planlanmış.

Hiçbir saat atılacak kadar kıymetsiz değildir. Her saat bir dönemi, bir aileyi, bir evi, bir tercihi yanısıtır. Saati kullanmayacaksanız bile, o saatin size hatırlatacağı bir şeyler mutlaka vardır” demiş olan Recep Gürgen’in 50 yıllık bilgi birikimiyle birbirinden değerli saatlerin bulunduğu atölyesinde katılımcılar artık neyi merak ediyorlarsa anlatılacak.



Recep Gürgen'in atölyesi zaten canlı bir müze, buradaki saatleri görmek ve o havayı solumak bile değerli, farkında olmadan nice şeyler öğreniyor insan.

Dördüncü hafta ise Feng-Shui felsefesine göre Zamanın mekana etkisini Işıl Güner Alfar ve Ferda Ünsal’dan öğrenilecekmiş.

Not: Bana gelen bu seminer davetiye metnini kırptım biraz ve kendimce eklemeler de yaptım. Sonuçta bu tür etkinlikler konu hakkında bir şeyler öğrenmek isteyenlere yeni ufuklar açar mı bilinmez, fakat bir işi ustasından dinlemek, bir işin inceliklerini o işi en iyi yapanlardan duymak zor bulunur fırsatlardandır demek isterim.

İlgilenenler ayrıntılı bilgi ve kayıt için, Selime Büyükgöze'yi 0212 311 73 46 numaralı telefondan arayabilir ve info@santralatolye.com adresine e-posta gönderebilir.

Fotoğraflar (c) Muzaffer Kantarcıoğlu

SAATTEN FAZLASINI GÖSTEREN KULELER

Bugün yayımlanan Radikal gazetesinin Cumartesi ekinde "Saatten fazlasını gösteren kuleler" başlıklı Pınar Öğünç imzalı tam sayfa bir haber var. Haber (aslında söyleşiler desek daha iyi) NTV Yayınları’ndan çıkan ‘100 Saat Kulesi’ isimli kitaptan söz ediyor.

(NTV Yayınları'nın kitaplarını herkes çok beğeniyor, ancak ben yüzeysel ve basit olduklarını düşünüyorum orası ayrı. Yani ele aldıkları konular güzel fakat derinlikli olmayan ve çok emek harcanmayan, kısa sürede kotarıldığı fazlasıyla belli olan kitaplar 'üretiyorlar' maalesef. Bu cicili bicili yöntem televizyon yayıncılığına uygun fakat kitaplar için hiç uygun değil bence -en azından referans kaynağı olacak kitaplar için.)

Haberin en sevdiğim bölümünü aşağıya alıyorum:

‘Rikkat için kocaman kuleler bile yetersiz kalabilir’

Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın saat bölümünden sorumlu sanat tarihçisi Şule Gürbüz, pek kadınlara mahsus görülmeyen bir işe, saat tamirciliğine, lafın gelişi değil, sahiden gönül vermiş bir insan. ‘100 Saat Kulesi’ için kaleme aldığı giriş yazısı, her anlamda içeriden malumat aktarıyor.

- Anadolu saat kuleleri, türlü badirelerden dik kurtulanı yahut yeni tasarlananları, kendi başlarına Anadolu’ya dair bilgi vermeye muktedirler mi bize? Onlara bakarak neyi anlayabiliriz?

- Anadolu saat kuleleri her tarihi anıt ya da mekanik gibi zamanın, özensizliğin hırpalamasına maruz. Önemli olan bu hırpalanmalara nasıl mukabele edildiği ve bu hallerin önüne neyle geçilmeye çalışıldığı... Avrupa’da bizim kulelerimizden 300 sene daha yaşlı ancak bakımlı, çalışır halde, ilgi ve itibar görür onlarca kule var. Bizimkiler yapılış, inşa ediliş şekillerinde olduğu gibi şehirlerde çok benimsenmemiş. İhtiyaçları göz ardı edilmiş, bir saat kulesi olmanın dışında minare, dükkân vs. gibi yan işlerle çirkinleştirilmişler. Bu halleriyle ve bu hallere rağmen naiflikleri, ıssızlıkları, gösterişsiz ama şiirsel duruşları, bakanı ezmeyen mimarileri, kendi halinde yaşayıp kendi halinde yok olmalarıyla Anadolu’ya dair bilgiden öte özet vermeye muktedirler. Onlara bakarak çok keskin hatlarıyla sonluluğu, bir şeylerin sadece birilerinin hayali olduğunu, duyuş, düşünce, rikkat için upuzun, ipince, kocaman kulelerin bile yetersiz kaldığını görebiliriz.

- Mekanik aksamı korunmuş kaç kule var? Sizin en fazla içinizi titreteni hangisi mesela?

- Anadolu’da saat kulelerinin bazıları yerel yönetimlerin kontrolünde, bazıları özel idarelerin mülkünde. Restorasyonları, mekanik olarak hiçbir kontrolde değil. Bu nedenle bozulan, yıpranan, aksayan mekanizmalar hep modern, kolay kullanılan, en ucuz ve basit tadilatlarla yerel saatçilere yaptırılmış.Yerel saatçinin dükkânı ne o saati alacak büyüklükte, ne o saatçi saatin orijinal mekaniğini mekanik tamiratla tamir edecek bilgi, donanım ve güçte... Kontrolsüz yönetimlerin ucuza mal edeceğim diye kule kule dolaşıp orijinal 100 senelik mekanizmaları atıp yerine üç kuruşluk, altı ay sonra da çalışmaz olacak elektrikli makineleri takan kimselere sonsuz müsamahası yüzünden, çok kıymetli onlarca kule mekaniği kaybolmuş, zarif kulelerin içi bu perişanlıklarla dolmuş. Nereye ne vakit ne yapıldığını bilemiyoruz. Tesadüfen gittiğimizde gördüklerimiz maalesef hep bu kalem şeyler. Kule olarak benim en sevdiğim, Dolmabahçe ve Yıldız Saat Kulelerini müstesna tutarsak fevkalade bir makinesi olan ve hâlâ tam mekanik olarak çalışan Erzurum Saat Kulesi. Çanakkale ve Bursa Yenişehir Saat Kuleleri ile Mustafa Şem’i yapımı olması ve çok zarif mimarisiyle İzmit Saat Kulesi de en sevdiklerim arasında.

İzmit Saat Kulesi

- Sizin saatlere ilginiz nasıl başladı? Her şey çok mekanik ve teknikken, saatlerin neden mitoloji üreten bir yanı var sizce? Sadece zaman kavramıyla ilişkimiz mi buna neden?

- Benim ilgimin ve mesleğe girişimin başlangıcı çok benimle alakalı olduğundan pek aktarılabilir değil gibi. Saatlerin mitoloji üreten yanından değil de, mitolojiye ihtiyaç duyan insanlardan söz edebiliriz. Yüksek bir tepede, incecik, yalnız başına yükselmiş, zamanı ölçen ve bunu sesli olarak da duyuran bir saat kulesi elbette böyle bir mit için biçilmiş kaftan. Ancak bunlar genelde sathi ve cılız mitolojiler. Şiirde daha güzel yer ve duyuş bulabiliyor. Zaman kavramının bizzat objesi oluşuyla da çok söyletmek, heyacanlandırmak ve düşündürtmenin ipuçlarını veriyor. Ama bununla beraber, insanın bu hususlardaki tıknefesliği yüzünden, yine pek bir şey söylenemeden, hisler ağır-dil hafif, sezgi derin-düşünce sisli, öylece kalıyor.


ZAMANIN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ: HATIRALAR (2)



Dün sabah, önceden kararlaştırıldığı gibi saatinde Dolmabahçe Sarayı önündeydim. Saat Kulesi'nde hummalı bir faaliyet vardı. Fotoğrafını çektim. Sahilden yürümeye başladım. Atölyede Şule Hanım beni bekliyordu. Klasik Türk Musikisi eşliğinde sohbet ettik, çok sevdiğim Meral Uğurlu'dan söz açtım, elbette onda cd ve kasetleri varmış, ancak tam sohbetin en güzel yerinde soruları yarılamışken, acil bir iş çıkınca söyleşi yarım kaldı. Bu söyleşi bitince ayrıca yazacağım -belki bitmeden olduğu kadarıyla yazmak gerek, bilmiyorum- fakat bir de şu var: Hepsinde önce benim dinlediğim bilgileri önce hazmetmem gerek, ondan sonra söyleşiyi yazabilirim belki.

Fakat akşam yazdıklarıma bakınca, pek fazla bir şey de yazmadığımı gördüm, kalemi bırakıp Şule Hanım'ı dinlemek daha hoş geldi kimi zaman. Lakin dinlediklerim karşısında utanıp kendimi çok çiğ hissettiğimi itiraf etmem gerek. Bir yandan Şule Hanım'ı dinlemek hayata bakış zaviyesi ile ilgili olarak benim için ufuk açıcı bir deneyim oldu, bir başka açıdan da saatler hakkında hele hele Türk saatleri hakkında bildiklerimin denizde bir damla olduğunu acıyla öğrendiğim bir gündü diyebilirim. Nafile bir çaba, bilgiden kaçmak mümkün değil, mıknatıs gibi, öğrenmenin kapıları açıldı mı bir kere insan kendini her daim küçümen hissediyor. Bunu bir kere daha anladım.

Şule Hanım acilen saat müzesine gidince ben de Vedat Nedim Tör müzesine doğru kafamda türlü türlü düşüncelerle yola çıktım. Gümüşsuyu tarafına yönelip parkın içinden geçtim, biri beni çevirip "Nedir bu saat meselesi, niçin daha fazla merak merak içindesin?" dese, cevabım hazır artık: "Pişmek için, adam olmak için..."

Müzeye gitmeden önce yemek vaktidir Selahattin Özpalabıyıklar yerinde yoktur deyip önce Aslıhan'daki sahaflara uğrayıp oradan müzeye geçmeye niyetlendim, Selahattin Bey'i arayınca onun da yakınlarda olduğunu öğrendim ve nitekim dakikalar sonra birlikte yürüyorduk. Müzeye döndük sonra, Recep Gürgen usta ve Şule Gürbüz'le de hoş bir tesadüf yine orada karşılaştık. Bu anı kaçırmamak için bir fotoğraf çekmeyi düşündüm, sağ olsunlar kabul ettiler, fotoğrafa dikkatle bakılınca saatçiliğimizin en önemli isimlerinden Ahmed Eflaki Dede'yi de görmek mümkündür:



Konuştuğumuz sıralarda içli bir saat ezgisi salona yayılmaya başladı, bunu daha evvel de duymuş ve konuşmuştuk fakat insan bu ezgiyi her duyduğunda durup düşünmek ve konuşmak ihtiyacını hissediyor. Şule Hanım kendisinde bulunan bir saatin çok daha buruk bir müziği olduğunu söyledi. Tuhaftır kimi saatlerin sesleri bazen doğrudan kulaktan önce kalbe yol alıyor.

Recep Ustamız kimi saatleri kurdu, kimilerini sevdi, kimilerine şöyle bir "Nen var kuzum?" der gibi baktı. Neden sonra müzeden çıkıp atölyeye kadar yürüdük, yolda Recep Gürgen Usta kolumdaki saatlerden birini (Tissot'yu) beğenince çocuklar gibi sevindim.

Akşama doğru Recep Gürgen ustanın atölyesine misafir olduğum vakit adeta beynim boşalmış gibiydi, evvela sergi kitabını imzalattım kendisine, sonra yazdıklarını okudu, saatlere olan sevgimin sürmesini dilemiş, ben o sırada yüzlerce saatin arasında şaşkınlıktan ve heyecandan neredeyse "Ağacın kabuğu yenir mi?" gibi sorular soracaktım -ki benzeri saçmalıkta sorular da sordum aslında ve cevabını da afiyetle aldım, düşünmeden konuşmamak gerektiğini, istiab haddine dikkat etmeyi öğrendim. Fani bir insan için önemli dersler bunlar...

Recep Gürgen Usta ben oradayken işine devam edemedi, sonra birden hasta saatleri duyar gibi oldum, tedaviye ihtiyaçları vardı ve ben de fotoğraf çekerek fuzuli şeyler sorarak Usta'yı oyalıyordum, aynı duyguyu Şule Hanım'ın atölyesinde de hissetmiştim, hiç ayrılmak istemesem de hemencecik ayrılmak hem saatler için hem de ustanın rahat rahat çalışması için daha doğru dedim ve saatlerin ülkesinden sokağın kalabalığına karıştım.

Sergi kitabını da yazmak gerek, fakat bu kitaba müstakil bir yazı yetiştirmek istiyorum. Bir de dürüstçe söylemek gerekirse kitapta Şule Hanım'ın ustası Recep Gürgen ile yaptığı sohbeti görünce, sabah kendi yaptığım söyleşinin notlarına utanarak baktım. Kitapta öyle güzel yazılar var ki, saat hakkında, zaman hakkında, kültür tarihimiz hakkında azıcık merakı olanları bile şaşırtabilecek bilgilerle dolu dolu. Saatseverlerin ne yapıp edip bu kitabı kütüphanelerine katmaları şart diyorum.

Saatin söylediği şey



Dergi biriktirmenin güzelliklerinden biri de zaman içinde daha önce okumadan geçtiğiniz veya o an için gözünüze/dimağınıza çarpmayan bir yazının veya söyleşinin daha sonra başka bir şey ararken pat diye karşınıza çıkması. Evdeki dergileri karıştırırken yine böyle oldu. Mesela P dergilerindeki müthiş saat reklamlarını gördüğüm zamanki gibi Portreler dergisini de karıştırırken yine böyle sevindim, çünkü bir Şule Gürbüz söyleşisi vardı. Ama asıl önemlisi söyleşinin bir yerinde hoş bir sözü vardı Şule Hanım'ın, hemen blog için not alıyorum:

"Elektronik saatler çıktı ama mekanik saatin yerini almadı. Mekanik saat her zaman için daha pahalıdır. Elde etmesi daha zordur. Ona ulaşmak daha görgü, daha kültür ister başka türlü bir insan ister."

Portreler, yıl: 2, sayı: 4, Ocak-Mart 2005, s.55

Zamanın aracı onun ömrünün amacı



Halime Çelikel

"Mümkün olsa da sarayda bir gün geçirebilsek. O dönemin kıyafetlerini giysek, yemeklerini yesek, müziklerini dinleyip eğlensek." Topkapı Sarayı'na ilk kez gittiğimde böyle düşünmüştüm. Bu fikir beni o kadar heyecanlandırmıştı ki gece rüyama bile girdi. Hayal ettiğim elbiseleri giymiş sarayda arz-ı endam ediyordum ki birden "Yakalayın şunu" diye bir ses duydum. Peşimde bir dolu asker. Ben önde kaftanın eteklerini toplayıp kaçmaya çalışıyorum. Böyle bir kaçmak görülmemiştir. Kan ter içinde uyandığımda bu hayali kurduğuma bin pişman olma kıvamına gelmiştim.

Huzur dolu bir vaha

Saat Müzesi'ne Şule Gürbüz'le röportaj yapmaya giderken Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesini boydan boya geçmem gerekti. Rüyamı hatırlayıp nöbet yerlerine giden askerleri İPeşime düşerler mi' kaygısıyla göz ucuyla süzmeden edemedim. Sarayın güzelim manzaralı bahçesini bu gerilimli duygularla (!) adımladım. Şule Gürbüz'ün çalıştığı saat atölyesi tam bir vaha gibiydi. Hayatın koşuşturmasından uzak,
kahve kokan, inceden Bekir Sıtkı Sezgin'in nağmelerinin duyulduğu, dışarıdaki sıcağa inat serin. Masanın üzerine kurulmuş kedinin mırıl mırıl uyuması da huzur manzarasını tamamlıyordu. Tamir edilmeyi bekleyen saatler vardı etrafta. Tıkır tıkır çalışanlar da vakti geldiğinde ahenkle gonkluyordu. Tabii tüm bu ortamı yaratan kadın da dingin. Hani insanlarla eşanlamlı kelimeler olsa Şule Gürbüz'ünki ‘sükûnet' olurdu.

Felsefe yapamadık

Şule Gürbüz, Türkiye'de sanat tarihi, Londra'da felsefe okumuş. Konservatuarda müzik eğitimi alan, viyolonsel ve kilise orgu çalan Şule Gürbüz'ün yayımlanmış 3 kitabı var. Bu konularla dolaylı ilgisi olan soruları bile yanıtlamak istemiyor. "Felsefe okumuş, saatler konusunda uzmanlaşmış biriyle konuşunca zaman kavramı üzerine bir soru sormadan olmaz" diyorum, aldığım cevap "Eğitimim ve yaptığım iş düşünüldüğünde klip çekimine uygun bir görüntü verdiğimin farkındayım ama saat tamir ederken öyle sanatçı elinden çıkma felsefi düşüncelere saplanmıyorum. Sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum" oluyor.

Aklına değil başına gelmiş

Dolmabahçe Sarayı'na araştırmacı olarak giren Şule Gürbüz'ün depolardaki hepsi de çalışmaz durumda olan saatler ilgisini çekmiş. Nedenini kendisi de bilmiyor. "Ben müstakil olmayı, yalnız başıma kalmayı, buna yönelik bir ortam kurmayı seven biriyim. Sarayda bir saat atölyesi kurarak böyle bir ortamı yaratabileceğimi, bir ustanın beni yetiştirebileceğini düşündüm. Bu kadar başka eğitimlerden sonra hayalim saatçi olmaktı diyemem. Benim arzum böyle asude, sükûnet içinde bir işi yapabilmekti. Saatçiliğin kendi içinde çok zarif başka bir işte olmayan bir yapısı var. Bu da beni cezbetti. Saatçilik aklıma değil başıma
gelen bir şeydi" diyor.

Son saraylının öğrencisi

Şule Gürbüz, bu ayarda saatleri tamir etmeyi öğretebilecek kim var diye araştırıp saray saatleri danışmanı Recep Usta'yı bulmuş. Kendisini eğitmesi için Recep Gürgen'i ikna etmesi kolay olmamış. Şule Gürbüz'le röportajımızın sürpriz konuğu Recep Gürgen, Osmanlı'nın son saray saatçisi Wolfgang Meyer'in öğrencisi. Kartında ‘Tamiri imkansız saat yoktur' yazan bir usta. Bugüne dek 30 binin üzerinde saati tamir etmiş. Haftanın bir günü Recep Usta saraya gelmiş, bir gün de Şule Gürbüz onun atölyesine gitmiş. İşi öğrenmek için çok çalışan Şule Gürbüz hocasının gözüne girmek için elini amonyaktan, benzinden çıkarmamış. 1 yıl sonra Dolmabahçe Sarayı'nın içindeki saat atölyesini kurmuşlar. 50 yıldan daha uzun süredir yok olmuş saray saatçiliği geleneğini de böylece yeniden canlandırmışlar. Atölyede Dolmabahçe Sarayı'na ait 193 saatin 169'unu tamir etmişler. 26 Eylül 2003'te sarayın iç hazine binasında bulunan Türkiye'nin ilk ve tek saat müzesini açmışlar. Müzede saatlerin 64 tanesi sergileniyor. Ayrıca Beylerbeyi Sarayı, Yıldız Şale, Ihlamur Kasrı, Aynalıkavak Kasrı, Küçüksu Kasrı, Florya Atatürk Köşkü gibi diğer köşk ve kasırlara camilere ve azınlık okullarına ait saatleri de onarmışlar. Recep Gürgen'e ait atölyede de müzayedelere çıkan, kişilerin özel koleksiyonlarında yer alan binlerce saati tamir etmişler.

Saat kulesinden düşmüş

Yetişme süresince birçok bilmediği alet edevatla, kimyasalla, saat kuleleriyle uğraşırken Şule Gürbüz'ün başına çeşitli kazalar da gelmiş. Örneğin saat kulesinden düşerek omzunu kırmış ama "Bunun yaptığım işle tek bağlantısı düştüğüm yerin tesadüfen bir saat kulesi olması. Düşmemin nedeni sakarlığım" diyor. Şule Gürbüz mesleğe çıraklıktan değil kalfalıktan başlamış. Recep Usta'nın atölyesinde işi öğrenirken de normal bir tamircinin hayatında görmeyeceği çok kıymetli saatlerle çalışmış. "Kötü, değersiz, mekanik yönden kıymeti olmayan bir saatle zaman kaybetmedim. Piyasa tipi saatleri hiç elime almadım. O yüzden kısa zamanda bir zevk, üslup, iyinin kıymetine dair fikir sahibi oldum" diyor. Türkiye'deki hatta dünyadaki tek kadın mekanik saat tamircisi Şule Gürbüz saray saatlerini tamir edecek ehil ellere işte böyle sahip olmuş.

Yüzlerce yıllık tik taklar

"19. yüzyıl sonu Osmanlı'nın zayıf bir dönemi olduğu için saraya çok fazla hediye gelmiyormuş. Dolmabahçe Sarayı'ndaki objelerin çoğu kataloglardan seçilerek satın alınmış. O dönemde zengin olan herkesin sahip olabileceği türden saatler var sarayda. En eskisi 1500'lerde yapılmış bir İtalyan Rönesans saati" diyerek Dolmabahçe'deki saat koleksiyonu ile ilgili bilgi veriyor Şule Gürbüz.

En değerliler Topkapı'da

Oysa Topkapı Sarayı'ndakiler dünyanın en değerli saat koleksiyonlarından biriymiş. "Fatih döneminden başlayan bu koleksiyon, mekanik saatin tarihçesi gibi de algılanabilir. Politik ve tarihi değer kazanmış saatler var" diyen Recep Gürgen, 70'li yıllarda ustası Wolfgang Meyer'le birlikte Topkapı Sarayı'ndaki saatlerin restorasyonunu yapıp bir sergi oluşturmuş. Şimdi orası kapalı tutuluyormuş. "Topkapı Sarayı Kültür Bakanlığı'na, Dolmabahçe Meclis'e bağlı. Bizim Topkapı'daki saatler için bir çalışmamız yok. Bir mekanikçi olarak ülkemizdeki kıymetli saatlerin kötü durumda olmasını elbette istemeyiz. Tamir edebilecek durumda olup da el atmamak kötü. Onun da sırası gelirse yaparız" diyor Şule Gürbüz. Topkapı Sarayı'ndaki saatlerle ilgili projelerinden henüz sonuçlanmadığı için daha fazla bahsetmiyorlar.

Başka türlü bir maya

Dolmabahçe Sarayı'ndaki saatler arasında Şule Gürbüz'ün en değer verdikleri Mevlevi ustaların eserleri. "Bir mekanik saatçilik geleneği yokken, öncülü ve ardılı olmadan doğmuş, kendi paralarıyla olağanüstü işler yapmış az sayıda usta var. Onlar mayaları başka türlü kabaran nadide insanlar. Hayatları boyunca bir ya da en çok iki saat yapmışlar. Dünyanın hayranlık duyacağı eserler ortaya koymuşlar. Onların çalışmaları gelmiş geçmiş en büyük saatçilerden sayılan Fransız Abraham Louis Breguet'nin yaptıklarından daha kıymetli. Çünkü Breguet'nin saatleri yaptığı dönemin öncesinde 200-300 yıllık bir gelenek vardı. Bu müstesna insanların yaptıklarını sergileyebilmek de başlı başına bir iş diye düşünüyorum" diyor.

Torna başında bir kadın

Eşi benzeri olmayan saatler üzerinde çalışan iki üstada zorlu tamir sürecini soruyorum. "Önce eksik parçaları belirliyoruz. İsviçre'den bir saat tornası getirttik. İhtiyacımız olan parçaları teker teker kendimiz üretiyoruz. Saat çok fonksiyonlu bir şey. Takvimi, çalar tertibatı, müzik aksamı hepsi çalışır hale getirilmeli. Tamiratı, saati yapan ustanın düşüncelerine, arzusuna uygun şekilde tamamlamak gerekir" diye yanıtlıyorlar.

Ömrü ustanın elinde

"Saat Allah'ın verdiği ömürle yaşamıyor. Onun dünya döndükçe sürecek bir ömrü var ve bu, ustaların elinde. Tamir etmek için 1 yıla yakın zaman harcadığımız saatler oldu. Bunlar yaşlı mekanik objeler. Yaşlı bir insan gibi her an eliniz üzerinde olmalı. Tamir edilince onun artık bir daha ah uh etmeden bir ömür süreceğini düşünemeyiz. Periyodik olarak bakımlarını yapmak gerekiyor" diyor Şule Gürbüz.

Kötü de, iyi de sonsuz

Evinde 70 civarında saati olan Şule Gürbüz "İnsan tamir edebileceğini bildiği ne güzellikte, ne kıymette olduğunu anlayabildiği bir saati gördüğünde almadan edemiyor. İlk zamanlarda daha çok saat alıyordum. Şimdi güzel şeyler bulmakta da güçlük çekiyorum. O yüzden son zamanlarda fazla bir şey almıyorum" diyor. Peki sizden sonra bu eserlere hak ettikleri değeri verecek, sahip çıkacak insanlar gelecek mi? Diye soruyorum. "Kötünün arkası kesilmiyorsa iyinin de kesilmeyecektir. Az sayıda da olsa bu işle ilgilenecekler çıkacaktır" diyorlar.

Kaynak: Posta Pazar Postası, 17.06.2007, s.6, Fotoğraf: Muzaffer Kantarcıoğlu (c)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...