El Vardır El Üstüne: Meyer’in Ayar Gerektirmeyen Ezânî Saati

Şinasi ACAR

Ezânî Saat

Ezânî saat, güneşin battığı ânı, yeni günün başlangıcı kabul eder. Güneşin battığı anda saat tam 12’dir ve aynı anda sıfırdan yeni gün başlar. Bir sonraki güneş batışına değin geçen süre iki tane 12 saate ayrılır; yani gün, iki kez 12 saatlik çevrim yaptıktan sonra ertesi gün günbatımında sona erer. Güneşin batış ânının ya da gurup vaktinin esas alınması “yerel” bir durum ortaya çıkarır; çünkü güneşin batış ânı, aynı boylam (meridyen dairesi) üzerinde olmayan her yerde farklıdır. Öte yandan gün süresi, yıl boyunca mevsimden mevsime uzayıp kısalır; güneşin batışı belli bir yer için dahî günden güne değişir. Ve bu durum, doğal olarak saatin her gün ayar edilmesi zorunluluğunu doğurur. Bu saate “gurûbî saat” veya “alaturka saat” (Türk usûlü saat) de denir.

Bu saat tanımında günün başlangıcı değişmekte, ancak gün boyunca 1 saatlik süre aynı kalmaktadır. Yılda iki kez (21 Mart ve 21 Eylül’de) gece ve gündüz süreleri birbirine eşit ve 12 saattir. Gündüzler yaz aylarında uzamakta, kış aylarında kısalmaktadır. Günler mevsime göre uzayıp kısaldığı için alaturka günün, bugün kullanmakta olduğumuz (alafranga) saatle belli bir saat başlangıcı yoktur. Ancak belli bir yerde, yılın her günü için, alaturka saati alafranga saate çevirme çizelgeleri düzenlenebilir. İstanbul için hazırlanmış böyle bir çizelge, metin içinde verilmektedir.

Zevâlî Saat

Günümüzde kullanılan saat, ortalama güneş gününün 24’te biridir. 1 saat 60 dakika ve 1 dakika 60 saniyedir. Yani, saat sistemi birimlerinde (Babilliler gibi) 60’lık sayı sistemi kullanıyoruz. Yeni günün başlangıcı, ezanî saatte güneşin battığı an olduğu halde, günümüz saat sisteminde gece yarısıdır. Bu saate “vasatî (ortalama) saat” veya “alafranga saat” (Avrupa usûlü saat) de denir. Bu sistemde gün 24 saat sürer ve biri gece yarısından öğleye, öteki öğleden gece yarısına kadar olan iki takım 12 saat vardır. Bu takımlardan birincisine “öğleden önce”, ikincisine “öğleden sonra” denir. Arapça “zeval” sözcüğü “yok olma, ortadan kalkma” anlamındadır. Öğleden önce (AM - ante meridiem) saatleriyle öğleden sonra (PM - post meridiem) saatlerini ayıran “öğle”ye, güneşin gölgesinin neredeyse ortadan kalkmasından kinâye olarak eskiden “zeval vakti” denirdi. “Zevâlî saat” deyimi buradan gelmektedir.

Gökküresindeki belirli bir noktayla kutuplardan geçen büyük daire, bu noktanın “saat dairesi”dir. Çünkü bu daireyle, doğrultusu sabit meridyen dairesi arasındaki açı, yerin ekseni etrafında dönmesi nedeniyle zamanla değişmektedir. Meridyenle ekvator dairesi sabit iki noktada kesiştikleri için, bu noktalardan biri saat açılarının başlangıcı alınır. Batıya doğru (yani gökküresinin görünen günlük hareketi yönünde) sıfır dereceden 360 dereceye değin, sıfır saatle 24 saat arası ölçülür. Buna göre her 15 derecelik yay, 1 zaman saatine karşılık gelir. Örneğin, bir kentte saat 12 ise, bu kentin 15 derece batısındaki bir yerde saat 11 ve 30 derece batısındaki bir yerde saat 10’dur.

Uluslararası ticaret ve taşımacılığın hızla büyümesi, dünya üzerinde standart bir saat sisteminin kurulması zorunluluğunu doğurmuştur. 1884 yılında, İngiltere’deki Greenwich Rasathanesi’nin üstünden geçen meridyen çizgisi “başmeridyen” olarak kabul edilmiş; Greenwich’ten başlamak üzere dünya 15 derece arayla 24 saat dilimine (boylam kuşağına) ayrılmış ve belirli bir coğrafî bölgeyi içine alacak biçimde yapılan kimi ayarlamalarla (bu meridyene göre) ülke saatleri saptanmıştır. Bu nedenle alafranga saate “uluslararası saat” de denir. Örneğin Türkiye’de uluslararası saat, Greenwich’e göre iki saat ileridir.

Osmanlı Devleti’nde alafranga saat, 1912 yılı Mayıs ayından başlayarak orduda, devlet dairelerinde ve resmî işlerde kullanılmaya başlanmıştır. Ancak, toplumun her kesiminde kullanma zorunluluğu, Cumhuriyet’in ilânından sonra 26.12.1925 tarihli yasayla getirilmiş ve bu tarihten itibaren alaturka saat tarihe karışmıştır. Eskilerin anlattığına göre, bu değişim pek de kolay olmamış; yeni saatlerin ibreleri, eskiden gece olan saatleri aydınlık, gündüz olan saatleri karanlık göstermekle, insanlarda sanki başka bir dünyanın vakitlerini gösteriyor izlenimi yaratmıştır. Özellikle “akşamın onikisi”, en çok özlemle anımsanan saat olarak eksikliğini uzun süre hissettirmiştir..

Muvakkithaneler

Ezanî saat kullanımı, saatin her gün ayar edilmesi zorunluluğunu doğurmaktaydı. Geçmişte radyo, televizyon gibi kitle iletişim araçlarının bulunmaması, halkın önünden geçerken saatini ayar edebileceği veya saati yoksa vaktini öğrenebileceği birtakım yerlerin bulunması gereksinmesini ortaya çıkarmış ve bu amaçla, kent nüfusunun yoğun olduğu yerlerde muvakkithaneler açılmıştır. Muvakkithane, içinde vakti doğru olarak belirlemekle görevli bir veya birkaç memurun çalıştığı ve onların kullandıkları çeşitli araçların ve saatlerin bulunduğu yerin adıdır. Genellikle tek katlı ve tek odalı bir yapı olarak merkezî camilerin girişine inşa edilmişlerdir. Burada çalışan, zaman tayini yapan ve bu konuda eğitimli olan uzman kişilere “muvakkit” (vakti belirleyen) denir. Muvakkitler, kullandıkları araçları da çoklukla kendileri imal eden, saatlerin ayarını yapan ve namaz vakitlerini belirleyerek müezzine bildiren kişilerdir. Muvakkit ve muvakkithaneler, Osmanlı Devleti’nin sonuna dek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ne hazindir ki İstanbul halkına 500 yıla yakın hizmet vermiş 150’yi aşkın muvakkithaneden, bir teki bile müze olarak muhafaza edilmemiştir. Buna ne denli üzülsek yeridir.

Mekanik saatlerin iyice dakik hale getirildikleri 18. yüzyıldan başlayarak Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi Osmanlılar olmuştur. Müslümanların ibadet zamanlarını tayin için saat taşıması, konak ve evlerinde saat bulundurması doğal bir gereksinmeydi. En acele işi olanlar bile, muvakkithanelerin önünden geçerken, penceresi önünde durarak saatlerini çıkarırlar, dikkatle bakarlar ve sayacağı zamanın hayırlı olmasına dua ederek muvakkithane saatine göre ayarlarlardı.

Kuşkusuz o dönemlerde, saatlere ilgi duyan pek çok kişi, her gün ayar edilmeye gereksinme duymayan bir alaturka saate sahip olmayı aklından geçirmiştir. Herhalde buna kafa yoranlar da olmuştur. Ama saray saatçisi Johann Meyer’in, bu düşünceyi kuvveden fiile çıkardığı, yani böyle bir saati imal ederek padişaha sunduğu, Dolmabahçe Sarayı Arşivi’nde bulunan bir belgeden anlaşılmaktadır.

Johann Meyer’in Ayar Gerektirmeyen Alaturka Saati

Dolmabahçe Sarayı Arşivi’nde MS.HHA-E.II/1501 numarada (1) kayıtlı bulunan belge, “Almanyalı Sâ’atçi Meyer” tarafından Sultan 2. Abdülhamid’e (1876-1909) sunulan tarihsiz bir takrirdir ve bu önergesinde Johann Meyer, “nice fedakârlık ve meşakkatle vücûda getirüp ezânî saat nâmıyle yâdettiği sâ’atin …… bir örneğini resim ve ta’rifnâmesiyle …… nâçizâne arz ü takdîme cesaret eylediği”nden söz etmektedir. Ekinde, imal edilen saatin önden ve arkadan görünüşleri ile nasıl çalıştırılacağına ilişkin kısa bir açıklama notu verilmiştir. Resmi verilen saat, bir cep saatidir. Açıklama metnini, üslûbuna dokunmadan, yalnızca anlaşılması zor kimi sözcükler yerine yenilerini yerleştirerek veriyoruz:
“Avrupa’daki saat fabrikatörleri zamanı alaturka olarak göstermek için kendi kendine ayar edilir bir saat imalinin olanaksız olduğunu beyan etmişler iken, bendeniz sekiz sene bu husus hakkında düşünüp uğraştıktan sonra, haddim olmayarak sorunu çözüp her gün güneşin batışına bağlı olarak kendi kendine ayar edilir bir saat imaline muvaffak oldum. Kendi icadım olan işbu saatin başlıca bölümleri, yüksek makamınıza incelenmek üzere ilişikte arz ve takdim kılınan resimlerde gösterilmiştir. Şöyle ki:

Şekil 1’de gösterilen saat minesinin (kadranının) üst tarafında iki küçük daire bulunup bunlardan sol tarafta bulunan daire ayları ve diğeri günleri gösterir. Saatin kenarında tertip edilmiş olan A küçük tetiği, adı geçen küçük dairelerin iğnelerini hareket ettirerek günlere göre saati ayar etmeye hizmet eyler. Bu halde saat birkaç gün işlemiyerek bırakılmış ise, kurulduğu gün, ayı ve ayın gününü dahî ayar etmek şarttır. Diğer B tetiği ise, büyük mine üzerinde saat ve dakikaları ayar ve göstermek üzere kullanılır.

Şekil 2’de gösterilen S çarkı, senede bir kere devredip şu hareket işbu çark üzerinde tertip edilmiş olan ve rakkasın helezonî yayına benzer bulunan M sürmesi üzerine tesir icrâ eden taksim çarkına sirayet eder. Gerektiğinde kullanılmak üzere tertip edilmiş ikinci L sürmesi dahî, M sürmesinin çekilmesiyle saatin alafranga olarak işlemesine hizmet eder. Adı geçen M sürmesi esas konumunda bulunduğu sırada taksim çarkını helezonî yaya temas ettirmekte olduğundan, ayları ve günleri gösteren çarkların tesir icra etmesiyle her gün işbu çarkın durumunda meydana getirilen değişiklik, maşanın salınımlarını çabuklaştırmaya veya yavaşlatmaya ve dolayısıyle saatin hareketini ayar etmeye hizmet eylediğinden, her gün güneşin batışı saat onikiye tesadüf eder”.

Ne yazık ki günümüzde, Dolmabahçe Sarayı demirbaşları arasında böyle bir cep saati mevcut değildir.

Saatin, Türk bilim tarihi açısından önem taşıdığı kuşkusuzdur. J. Meyer’in açıklama notunu ve ekindeki iki çizimi inceleyen Prof. Atilla Bir dostumuz, saatin çalışma sistemine ilişkin aşağıdaki yorumu yapmıştır:

“Şekil 1’de saatin ön görünümü verilmektedir. Saatin sol kenarındaki A tetiği, saati ay ve günlere göre ayar etmeye yarar. Bu işlem, büyük bir olasılıkla A tetiği ilkin bir kademe çekilerek içinde bulunulan ay ve sonra ikinci kademe çekilerek içinde bulunulan gün ayarlanarak gerçekleştirilmektedir. Bulunulan ay, saat kadranının sol tarafında 1-12 ve bulunulan gün, sağ tarafında 1-31 rakamlarından okunabilir. Saat birkaç gün işlemeden bırakılmış ise, kurulduğu gün bu işlemi yapmak gerekir. Bu takdirde, 30 gün çeken aylar ve şubat ayı dışında, ayrıca bir ayar yapmak gerekmez. Saatin sağ tarafındaki B tetiği, kadran üzerindeki saat ve dakikaları ayarlamada kullanılır.

Şekil 2’de saatin arka yüzü, kapağı açık bir şekilde görülüyor. Yukarıda A tetiği ile yapılan (kaba) ay ve (ince) gün ayarları, üzerinde aylar (JAN-DEC) yazılı bulunan S çarkına aktarılır. Eksantrik bir kam mili biçimindeki bu çark, yazı içeriğinde verilen J. Tolayan’ın çizelgesinde belirtilen zaman farklarıyla orantılı olarak, çarkın kenarında kayan M çubuğuyla saatin helezonî yay ayarını ya da saniye ayarını değiştirir. Böylece kış aylarında saat biraz daha yavaş, yaz aylarında ise biraz daha hızlı çalışır. Diğer bir deyişle saat maşasının salınımlarını değiştirir.

Eğer saatin alafranga olarak çalışması isteniyorsa, mahfazanın solundaki L sürmesi itilerek M çubuğunun işlevi iptal edilir.”

Bilindiği üzere, teorik olarak 21 Aralık’ta en kısa gün (dolayısıyle en uzun gece) yaşanır ve bu günden başlayarak gündüzler her gün genelde bir, bazen iki dakika uzamaya başlar. J. Tolayan’ın çizelgesinde, örneğin ocak ayı başından sonuna toplam uzama 31 dakikadır (2). S çarkının rakete etkisiyle, ocak ayı içinde saatin her gün bir dakika geç kalarak, ay boyunca toplam 31 dakika geri kalması sağlanmaktadır.

J. Meyer’in ayar gerektirmeyen ezanî saati, özel olarak imal edilmiş bir saat değil, normal bir saat üzerinde yapılan tadilatla gerçekleştirilmiş bir saattir. Bilindiği gibi, her saatin arkasında, bir tarafında A (ileri), bir tarafında R (geri) harfleri bulunan küçük bir ibre bulunur. Saat geri kalıyorsa ibre birazcık A’ya doğru, ileri gidiyorsa azıcık R’ye doğru itilerek deneme-yanılma yöntemiyle saatin tam doğru gitmesi sağlanır. İşte J. Meyer’in saat üzerinde yaptığı ana tadilat, ona, bu ibreye tesir ederek kış aylarında geri kalmasını, yaz aylarında ise ileri gitmesini sağlayan bir “kam” (3) (resimdeki S çarkı) eklemiş olmasıdır. Resimde görüldüğü gibi, S çarkı profilinin merkeze olan mesafesi ocak-haziran arasında kısa, Temmuz-Aralık arasında uzundur. Bunun sonucu, 21 Aralık’la 21 Haziran arasında raket R’ye doğru itilmekte ve saatin bu dönemde her gün genelde bir, bazen iki dakika geri kalması (21 Haziran’la 21 Aralık arasında ise A’ya doğru itilerek her gün genelde bir, bazen iki dakika ileri gitmesi) sağlanmaktadır.

J. Meyer’in tasarlayıp uyguladığı bu tadil mekanizmasının doğru sonuç vermesi, kuşkusuz saatin orjinalinin hiç şaşmamasına, yani tam doğru gitmesine bağlıdır. Yıl boyunca bu hassasiyetin gerçekleştirilmesi pratikte pek mümkün olmaz; çünkü, ortam sıcaklığının değişimi bile saatin doğruluğunu etkiler (4). Bu nedenle J. Meyer bu saati seri olarak imal edip piyasaya sürmemiştir. Bu amaçla, daha basit bir saat olan “Hamidiye Saati”ni tasarlamış, üretmiş ve piyasaya sunmuştur. Bu saatin özellikleri ve çalışma prensibi, fotoğrafı altında verilmektedir.

W. Meyer, 24 Ocak 1981 tarihinde Beyoğlu 2. Noterliği’nde düzenlediği vasiyetnamesi içeriğinde (5), “dedesinden miras yoluyla intikal etmiş olan iki ferman, nişanlar, (söz konusu) saat makinası ve (niteliklerini açıkladığı) oturtma saat”in, öldüğünde, ikinci eşi Bayan Ingetraut (Hunger) Meyer’e teslim edilmesini vasiyet etmiştir (6). Ancak, halen Almanya’nın Detmold kentinde ikamet eden Bayan Meyer, Mayıs 2005’te İstanbul’a gelişinde, söz konusu cep saatinin kendisinde bulunmadığını, W. Meyer’in ilk eşinden doğan ve Kanada’ya yerleşmiş bulunan kızlarından birinde olabileceğini ifade etmiştir.
Böyle bir saatin mevcudiyetinin ilk kez bu yazıyla gün ışığına çıkarıldığını sanıyoruz. Belli olmaz, belki bir gün saatin kendisine de ulaşır, dahası onu Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi’nde sergileme olanağına bile kavuşuruz..

Notlar

1. Millî Saraylar Hazine-i Hassa Arşivi,
Evrak II/1501.
2. Ezanî saatte, her gün, akşam tam 1200’dedir. Örneğin, 1 Ocak’ta öğle, 714’te, 31 Ocak’ta 643’te olmaktadır. Demek ki bugün kullandığımız uluslararası saatle akşam 1 Ocak’ta 1200 - 714 = 446 PM’de, 31 Ocak’ta 1200 - 643 = 517 PM’de olmakta; dolayısıyle gündüzler ay boyunca toplam 517 - 446 = 31 dakika uzamaktadır. Yani, ocak ayı boyunca otomatik ayar için, saatin her gün 1 dakika geri kalması yeterlidir.
3. Kam, genellikle üzerine hareketli bir parçanın dayandığı dairesel olmayan bir diskten meydana gelir ve dönerek bu hareketli parçaya bir doğrusal hareket verir. Kamın profili, bu parçayla meydana getirilecek hareketle belirlenir.
4. Az da olsa, sıcaklık düşünce saat ileri gider, yükselince geri kalır.
5. Vasiyet, 24.1.1981 günü elyazısıyla Almanca olarak düzenlenmiş ve Beyoğlu 2. Noterliği’nce 23.11.1981 günü 45914 numarayla Türkçe’ye çevrilmiştir. Almanca Meyer sözcüğü, Mayer olarak telaffuz edilir. Bu nedenle Meyerler’in adı, Türkçe metinlerde kimi zaman
(söylendiği şekilde) Mayer olarak geçmektedir.
6. Oturtma saat halen, Bn. Meyer’in arzusuyla ve müessesenin bir simgesi olarak, emaneten Karaköy’deki dükkânda bulunmaktadır. Büyük, ayaklı, çalışır durumda ve çok değerli bir saattir.
7. Katkıları için değerli dostlar Recep Gürgen, Şule Gürbüz, Nahsen Bayındır, Talip Mert, Cengiz Göncü ve Atilla Bir’e içtenlikle teşekkür ederim.

Kaynaklar

• Acar, Şinasi; “Rub’u Tahtaları”, YAPI dergisi,
S. 232, s.84-94, Mart 2001.
• Acar, Şinasi; “Eski Saatler ve Osmanlı Koyun Saatleri”, YAPI dergisi, S. 248, s.94-102, Temmuz 2002.
• Günergun, Feza ve İhsanoğlu, Ekmeleddin; “Osmanlı Türkiyesi’nde ‘Alaturka Saat’ten ‘Alafranga Saat’e Geçiş”, X. Ulusal Astronomi Kongresi tebliği, İstanbul, 2-6 Eylül 1996.
• Meyer, Wolfgang;
- ”Topkapı Sarayı Müzesindeki Saatlerin Kataloğu”, İstanbul, 1971.
- ”İstanbuldaki Güneş Saatleri”, Sandoz Kültür Yayınları 7, İstanbul, 1985.

Yapı Dergisi, Sayı 287, (10/2005)

Zamanın aracı onun ömrünün amacı



Halime Çelikel

"Mümkün olsa da sarayda bir gün geçirebilsek. O dönemin kıyafetlerini giysek, yemeklerini yesek, müziklerini dinleyip eğlensek." Topkapı Sarayı'na ilk kez gittiğimde böyle düşünmüştüm. Bu fikir beni o kadar heyecanlandırmıştı ki gece rüyama bile girdi. Hayal ettiğim elbiseleri giymiş sarayda arz-ı endam ediyordum ki birden "Yakalayın şunu" diye bir ses duydum. Peşimde bir dolu asker. Ben önde kaftanın eteklerini toplayıp kaçmaya çalışıyorum. Böyle bir kaçmak görülmemiştir. Kan ter içinde uyandığımda bu hayali kurduğuma bin pişman olma kıvamına gelmiştim.

Huzur dolu bir vaha

Saat Müzesi'ne Şule Gürbüz'le röportaj yapmaya giderken Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesini boydan boya geçmem gerekti. Rüyamı hatırlayıp nöbet yerlerine giden askerleri İPeşime düşerler mi' kaygısıyla göz ucuyla süzmeden edemedim. Sarayın güzelim manzaralı bahçesini bu gerilimli duygularla (!) adımladım. Şule Gürbüz'ün çalıştığı saat atölyesi tam bir vaha gibiydi. Hayatın koşuşturmasından uzak,
kahve kokan, inceden Bekir Sıtkı Sezgin'in nağmelerinin duyulduğu, dışarıdaki sıcağa inat serin. Masanın üzerine kurulmuş kedinin mırıl mırıl uyuması da huzur manzarasını tamamlıyordu. Tamir edilmeyi bekleyen saatler vardı etrafta. Tıkır tıkır çalışanlar da vakti geldiğinde ahenkle gonkluyordu. Tabii tüm bu ortamı yaratan kadın da dingin. Hani insanlarla eşanlamlı kelimeler olsa Şule Gürbüz'ünki ‘sükûnet' olurdu.

Felsefe yapamadık

Şule Gürbüz, Türkiye'de sanat tarihi, Londra'da felsefe okumuş. Konservatuarda müzik eğitimi alan, viyolonsel ve kilise orgu çalan Şule Gürbüz'ün yayımlanmış 3 kitabı var. Bu konularla dolaylı ilgisi olan soruları bile yanıtlamak istemiyor. "Felsefe okumuş, saatler konusunda uzmanlaşmış biriyle konuşunca zaman kavramı üzerine bir soru sormadan olmaz" diyorum, aldığım cevap "Eğitimim ve yaptığım iş düşünüldüğünde klip çekimine uygun bir görüntü verdiğimin farkındayım ama saat tamir ederken öyle sanatçı elinden çıkma felsefi düşüncelere saplanmıyorum. Sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum" oluyor.

Aklına değil başına gelmiş

Dolmabahçe Sarayı'na araştırmacı olarak giren Şule Gürbüz'ün depolardaki hepsi de çalışmaz durumda olan saatler ilgisini çekmiş. Nedenini kendisi de bilmiyor. "Ben müstakil olmayı, yalnız başıma kalmayı, buna yönelik bir ortam kurmayı seven biriyim. Sarayda bir saat atölyesi kurarak böyle bir ortamı yaratabileceğimi, bir ustanın beni yetiştirebileceğini düşündüm. Bu kadar başka eğitimlerden sonra hayalim saatçi olmaktı diyemem. Benim arzum böyle asude, sükûnet içinde bir işi yapabilmekti. Saatçiliğin kendi içinde çok zarif başka bir işte olmayan bir yapısı var. Bu da beni cezbetti. Saatçilik aklıma değil başıma
gelen bir şeydi" diyor.

Son saraylının öğrencisi

Şule Gürbüz, bu ayarda saatleri tamir etmeyi öğretebilecek kim var diye araştırıp saray saatleri danışmanı Recep Usta'yı bulmuş. Kendisini eğitmesi için Recep Gürgen'i ikna etmesi kolay olmamış. Şule Gürbüz'le röportajımızın sürpriz konuğu Recep Gürgen, Osmanlı'nın son saray saatçisi Wolfgang Meyer'in öğrencisi. Kartında ‘Tamiri imkansız saat yoktur' yazan bir usta. Bugüne dek 30 binin üzerinde saati tamir etmiş. Haftanın bir günü Recep Usta saraya gelmiş, bir gün de Şule Gürbüz onun atölyesine gitmiş. İşi öğrenmek için çok çalışan Şule Gürbüz hocasının gözüne girmek için elini amonyaktan, benzinden çıkarmamış. 1 yıl sonra Dolmabahçe Sarayı'nın içindeki saat atölyesini kurmuşlar. 50 yıldan daha uzun süredir yok olmuş saray saatçiliği geleneğini de böylece yeniden canlandırmışlar. Atölyede Dolmabahçe Sarayı'na ait 193 saatin 169'unu tamir etmişler. 26 Eylül 2003'te sarayın iç hazine binasında bulunan Türkiye'nin ilk ve tek saat müzesini açmışlar. Müzede saatlerin 64 tanesi sergileniyor. Ayrıca Beylerbeyi Sarayı, Yıldız Şale, Ihlamur Kasrı, Aynalıkavak Kasrı, Küçüksu Kasrı, Florya Atatürk Köşkü gibi diğer köşk ve kasırlara camilere ve azınlık okullarına ait saatleri de onarmışlar. Recep Gürgen'e ait atölyede de müzayedelere çıkan, kişilerin özel koleksiyonlarında yer alan binlerce saati tamir etmişler.

Saat kulesinden düşmüş

Yetişme süresince birçok bilmediği alet edevatla, kimyasalla, saat kuleleriyle uğraşırken Şule Gürbüz'ün başına çeşitli kazalar da gelmiş. Örneğin saat kulesinden düşerek omzunu kırmış ama "Bunun yaptığım işle tek bağlantısı düştüğüm yerin tesadüfen bir saat kulesi olması. Düşmemin nedeni sakarlığım" diyor. Şule Gürbüz mesleğe çıraklıktan değil kalfalıktan başlamış. Recep Usta'nın atölyesinde işi öğrenirken de normal bir tamircinin hayatında görmeyeceği çok kıymetli saatlerle çalışmış. "Kötü, değersiz, mekanik yönden kıymeti olmayan bir saatle zaman kaybetmedim. Piyasa tipi saatleri hiç elime almadım. O yüzden kısa zamanda bir zevk, üslup, iyinin kıymetine dair fikir sahibi oldum" diyor. Türkiye'deki hatta dünyadaki tek kadın mekanik saat tamircisi Şule Gürbüz saray saatlerini tamir edecek ehil ellere işte böyle sahip olmuş.

Yüzlerce yıllık tik taklar

"19. yüzyıl sonu Osmanlı'nın zayıf bir dönemi olduğu için saraya çok fazla hediye gelmiyormuş. Dolmabahçe Sarayı'ndaki objelerin çoğu kataloglardan seçilerek satın alınmış. O dönemde zengin olan herkesin sahip olabileceği türden saatler var sarayda. En eskisi 1500'lerde yapılmış bir İtalyan Rönesans saati" diyerek Dolmabahçe'deki saat koleksiyonu ile ilgili bilgi veriyor Şule Gürbüz.

En değerliler Topkapı'da

Oysa Topkapı Sarayı'ndakiler dünyanın en değerli saat koleksiyonlarından biriymiş. "Fatih döneminden başlayan bu koleksiyon, mekanik saatin tarihçesi gibi de algılanabilir. Politik ve tarihi değer kazanmış saatler var" diyen Recep Gürgen, 70'li yıllarda ustası Wolfgang Meyer'le birlikte Topkapı Sarayı'ndaki saatlerin restorasyonunu yapıp bir sergi oluşturmuş. Şimdi orası kapalı tutuluyormuş. "Topkapı Sarayı Kültür Bakanlığı'na, Dolmabahçe Meclis'e bağlı. Bizim Topkapı'daki saatler için bir çalışmamız yok. Bir mekanikçi olarak ülkemizdeki kıymetli saatlerin kötü durumda olmasını elbette istemeyiz. Tamir edebilecek durumda olup da el atmamak kötü. Onun da sırası gelirse yaparız" diyor Şule Gürbüz. Topkapı Sarayı'ndaki saatlerle ilgili projelerinden henüz sonuçlanmadığı için daha fazla bahsetmiyorlar.

Başka türlü bir maya

Dolmabahçe Sarayı'ndaki saatler arasında Şule Gürbüz'ün en değer verdikleri Mevlevi ustaların eserleri. "Bir mekanik saatçilik geleneği yokken, öncülü ve ardılı olmadan doğmuş, kendi paralarıyla olağanüstü işler yapmış az sayıda usta var. Onlar mayaları başka türlü kabaran nadide insanlar. Hayatları boyunca bir ya da en çok iki saat yapmışlar. Dünyanın hayranlık duyacağı eserler ortaya koymuşlar. Onların çalışmaları gelmiş geçmiş en büyük saatçilerden sayılan Fransız Abraham Louis Breguet'nin yaptıklarından daha kıymetli. Çünkü Breguet'nin saatleri yaptığı dönemin öncesinde 200-300 yıllık bir gelenek vardı. Bu müstesna insanların yaptıklarını sergileyebilmek de başlı başına bir iş diye düşünüyorum" diyor.

Torna başında bir kadın

Eşi benzeri olmayan saatler üzerinde çalışan iki üstada zorlu tamir sürecini soruyorum. "Önce eksik parçaları belirliyoruz. İsviçre'den bir saat tornası getirttik. İhtiyacımız olan parçaları teker teker kendimiz üretiyoruz. Saat çok fonksiyonlu bir şey. Takvimi, çalar tertibatı, müzik aksamı hepsi çalışır hale getirilmeli. Tamiratı, saati yapan ustanın düşüncelerine, arzusuna uygun şekilde tamamlamak gerekir" diye yanıtlıyorlar.

Ömrü ustanın elinde

"Saat Allah'ın verdiği ömürle yaşamıyor. Onun dünya döndükçe sürecek bir ömrü var ve bu, ustaların elinde. Tamir etmek için 1 yıla yakın zaman harcadığımız saatler oldu. Bunlar yaşlı mekanik objeler. Yaşlı bir insan gibi her an eliniz üzerinde olmalı. Tamir edilince onun artık bir daha ah uh etmeden bir ömür süreceğini düşünemeyiz. Periyodik olarak bakımlarını yapmak gerekiyor" diyor Şule Gürbüz.

Kötü de, iyi de sonsuz

Evinde 70 civarında saati olan Şule Gürbüz "İnsan tamir edebileceğini bildiği ne güzellikte, ne kıymette olduğunu anlayabildiği bir saati gördüğünde almadan edemiyor. İlk zamanlarda daha çok saat alıyordum. Şimdi güzel şeyler bulmakta da güçlük çekiyorum. O yüzden son zamanlarda fazla bir şey almıyorum" diyor. Peki sizden sonra bu eserlere hak ettikleri değeri verecek, sahip çıkacak insanlar gelecek mi? Diye soruyorum. "Kötünün arkası kesilmiyorsa iyinin de kesilmeyecektir. Az sayıda da olsa bu işle ilgilenecekler çıkacaktır" diyorlar.

Kaynak: Posta Pazar Postası, 17.06.2007, s.6, Fotoğraf: Muzaffer Kantarcıoğlu (c)

Sarayın saat ustası





Milli Saraylar’da araştırma görevlisi olarak çalışan sanat tarihçisi Şule Gürbüz, Türkiye’nin ilk kadın saat tamircisi oldu. Beş yıldır saat ustası Recep Gürgen’in yanında çalışan Gürbüz, ustasından bu yıl icazet aldı

MEHMET KENAN KAYA

Şule Gürbüz, Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın "saat bölümü"nden sorumlu genç bir sanat tarihçisi. Ama bana kalırsa bu tanım onu pek anlatmıyor. Çünkü duyduğu ilgiden dolayı beş yıldır saatlerle uğraşan Gürbüz aynı zamanda bir saat ustası da. Yani onun hikayesi, okumuş yazmış bir kadının portresinin yanı sıra; torna, tesviye kullanan, elini kezzaplara sokan, saat kulesinden düşüp omzunu kıran bir saat tamircisinin portresini de içeriyor. Üstelik Türkiye’nin tek kadın saat tamircisinin.
Aslında itiraf etmeliyim: Bu benim için zor bir röportaj oldu. Çünkü sanat tarihi eğitiminin ardından konservatuvarda müzik eğitimi alan, viyolonsel ve kilise orgu çalan; Londra’da felsefe okuyan Gürbüz, bütün bu özelliklerinden röportaj boyunca hiç söz etmedi. Ben sorunca da "Saat üzerine yapılan bir röportajda kendimi anlatmak, birçok kişinin yaptığı gibi eteğimde ne varsa dökmek bana yakışıksız geliyor" dedi. Fotoğraf çektirirken kendini objektiften öylesine gizledi ve bunu öylesine bir nezaketle yaptı ki, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin fotoğrafını çekebilmek için Şah’a "Şişşşt" demeyi göze alan Garbis Abi bile Gürbüz’ün nezaketini pek zorlamadı. (Ama nasılsa ikna da etti.)
Sonunda Gürbüz’le Türkiye’nin son mekanik saat ustalarından Recep Gürgen’in yetiştirdiği bir saat ustası olarak "saatler üzerine" ama belki de daha çok "Bir işi iyi yapabilmek için emek vermek gerektiği" üzerine konuştuk. Üstelik "Ben şuyum, buyum" demeyen bir profesyonelle. Bu da bir gazeteci için az nimet olmasa gerek sanırım.

5 yıldır Milli Saraylar’daki saatlerden sorumlusunuz. Siz mi istediniz bu bölümü?
Ben Milli Saraylar’a sanat tarihçisi olarak girdim. Başladığımda bana çalışabileceğim bölümleri sıraladılar ve hangisini istediğimi sordular. Ben de saat bölümünü seçtim. Ötekilerin yanında daha cazip geldi. Aslında benim işim başta bir araştırmacı olarak saatlerin envanterini falan çıkarmaktı ama onlara yakından bakınca mekanizmalarını çok merak ettim. Bu yüzden bir dönem saraydaki saatleri de tamir etmiş olan Recep Usta’yı yalvar yakar ikna ederek onun çırağı olmak istedim. Ama bu, öyle böyle bir istemek değil. İşten bile ayrılacaktım ikna edemeseydim. Neyse ki sonunda kabul etti.

Bir sanat tarihçisi olarak siz de o bildigimiz geleneksel metotlarla, çırak olarak mı başladınız saatçiliğe?
Öyle ama benimki normal bir çıraklık olmadı. Geleneksel çıraklıkta çırak bir ustanın yanına verilir. 5-10 yılı dükkan süpürmekle, Karaköy’e gidip parça almakla falan geçer. Çünkü geçirdikleri o evreler, aslında onlara saate el sürdürtmeden tahammüllerini ölçmek içindir. "Ben böyle bir evreden geçmedim" dedim ama ustam yokken hiçbir saate el sürmezdim ben de. Onlara bir zarar vermekten çekinirdim.

Bol diplomalı tamirci
Recep Usta’ya "bol diplomalı" bir kadın çırak adayı olarak gittiğinizde şaşırdı mı?
Aslında ben çok "kadın kadın" biri değilim. Hani tırnaklarım manikürlü, ojeli olur. Öyle olmadığım için kadın gibi görmemiştir belki.

Saatçilik sadece masa başında yapılan bir iş değil. Birçok makina kullandığınız için fiziksel güç de gerektiyor. Türkiye’de sizden başka kadın saat ustası var mı?
Türkiye’de ve dünyada benim bildiğim yok. Zaten kadınlar genel olarak bir şeyi yapan olmaktan çok "yapanınki" olmayı tercih ediyorlar. Saatçi değil de saat satan birinin karısı olmayı istiyorlar mesela. Sonunda saatçilik de fiziksel olarak yorucu; tornalarla, taş motorlarıyla, kimyasal malzemelerle yapılan zahmetli bir iş. Dış kasalarını da tamir ettiğimiz düşünülürse ahşap onarımından bağa tamirine kadar birçok şey giriyor işin içine.

İyi bir usta olmak için çok çaba harcadığınız anlaşılıyor. Oysa zanaatkar olmak önemsenen bir şey değil Türkiye’de...
Evet ama bize has bir şey bu. Bu tarz şeyleri küçümsüyorlar. Tamirci olmak kötü bir şey onlar için. O nedenle okumuş yazmış kişiler bu işlere yönelmiyor. Oysa sadece çekirdekten yetişenler de her şeye cevap veremiyor.

"Bugüne kadar 147 saray saati tamir ettim"
Milli Saraylar’da kaç saat var?
193’ü Dolmabahçe’de, 287 saat var.

Kaçı çalışıyor bu saatlerin?
Ben başladığımda hiçbiri çalışmıyordu. Bugüne kadar 147’sini tamir ettim. Ama saatler yaşlı insanlara benziyor; sürekli elin üzerinde olacak. Sabah evde iyi bırakıyorsun, akşam bakıyorsun ıh-tıs bir şey olmuş. Ben "Hepsini tamir ettim" deyip buradan gidemem yani. Çünkü bir hafta sonra ne olacağını tahmin ediyorum.

Yalnızca mekanik saatler üzerine mi çalışıyorsunuz?
Evet, hatta sadece 17’nci,18’inci ve 19’uncu yüzyıl saatleri üzerine çalışıyorum. Saraydaki en yeni saat 19’uncu yüzyıl işi. Zaten ben de saray saatçisiyim.

Şimdiki saatleri nasıl buluyorsunuz?
Elektronik hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bilgisayar kullanmayı bile bilmiyorum. Hiç ilgimi çekmiyor böyle aletler. Dokunasım gelmiyor. (Kayıt cihazını göstererek) Şunun şu siyah rengi bile çok itici. Bir tek arabaları seviyorum, onlar da mekanik zaten.

Saray size yetiyor mu, gözünüzü diktiğiniz başka koleksiyonlar da var mı?
Gözüm hep saatlerde zaten. İnsanların koluna bile bakıyorum. Utanıyorum, başımı geri çeviriyorum ama elimde değil. Bu zaman zarfında kendim de bir koleksiyon sahibi oldum. Müzayedelerden hoşuma giden 35 kadar saat aldım. İnsan bir şeyin içine girince bakıp geçemiyor. Almak arzusu da duyuyorsunuz. Bir de hiçbir saati kimseye layık göremiyorum. "Şunu da kim alacakmış" diyorum. Ona birisi sahip olursa ona karşı kin duyuyorum.

Saat tamir etmeden de mutlu olabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Ustanın bana karşı sorumluluk duyduğu gibi ben de ustaya bir sorumluluk duyuyorum. Bana 5 yılını verdi. Hani bazı müzisyenlerin "Müzik olmazsa sağırım, kötürümüm" jargonuna girmem ama "tamir edilemez" diye bırakılmış saatleri gördüğüm zaman kendime de bir anlam yükleyebiliyorum. İnsanın hayatının başka şeyler için de önemli olması güzel bir şey.


"Saat Kulesi’nden düştüm, omzum kırıldı"
Beş yıldır saat tamiri yapan Şule Gürbüz zorlu çıraklık günlerini "Çıraklığımda ustamın gözüne girmek için elimi amonyaktan, benzinden çıkarmadım, kezzaplara batırdım. Saat Kulesi’nden düştüm, omzum kırıldı. Başıma gelmeyen kalmadı. Bir de her şeyi okuyarak öğrenmeye alışkın olduğum için bir şeyi yaparak öğrenmeye hemen adapte olamadım. Her şey elimin altından kaçıyor duygusuyla bir yandan elimde defter kalem, bir yandan görmeye çalışarak hep uğraştım" diye anlatıyor.

Kaynak: Milliyet Pazar, 26.05.2002, s.5 Fotoğraf: Garbis Özatay (c)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...