"Horoloji bence anlamını kaybetmiş"

 RD01 Double Flying Tourbillon © Roger Dubuis
Bu sıralar bloga yeni bir yazı ekleyemesem de e-posta trafiği devam ediyor. Biraz geciksem dahi bütün e-postalara kısa veya uzun mutlaka bir yanıt vermeye çalışıyorum. Geçenlerde bir okurumdan aldığım (bir kısım saatçokseverin zihninde oluşan bazı fikirleri açıkyüreklilikle dile getiren) bir mektubu paylaşmak istiyorum.

"Mehmet Bey merhaba,

Horoloji bence anlamını kaybetmiş. Horoloji zaman ölçme zanaati ve sanatından ziyade pazarlama, arzu nesnesi yaratma, mal fetişi oluşturma aracı durumunda. Büyük firmaların CEO’ları yeni modellerini tanıtırken (mesela AP firması asla çizilmeyen yüksek karbon oranlı yeni altın alaşımını tanıtırken) ağızlarından sular akıyor, büyük bir gazla “this watch will never ever stratch” diyorlar, mallarının üzerine yerleştirdikleri kocaman logolarıyla gurur duyuyorlar, çünkü o logo zenginliği, başarıyı, yüksek karı, başarılı bir firmayı temsil ediyor. Oysa, madem konu horoloji, o zaman ideayı, zamanı, neden ömrü kısacık olan markayla ilişkilendirip anlamsızlaştırıyorlar? Çok ama çok pahalı saat markalarının çocuk oyuncağı gibi, şekerlemeye benzeyen tasarımlarına evrensellik katma çabaları çok komik. Bence gerçek bir saat, ustası kim olursa olsun, üzerinde logo, isim vs. barındırmamalı, zamanı bizim algılayacağımız biçimde göstermesi de önemli değil. Sadece salınan bir nesne yeterli. Hatta kola takılan deri bir bilekliği bile istersek saat olarak düşünebiliriz ve bence bu bileklik horolojiye Rolex’den daha yakın olur. Gök cisimlerine bakınız, üzerinde herhangi bir isim yazıyor mu?

Fırat Yıldırım,"
 Benim bu mektuba cevabımı da aşağıda okuyabilirsiniz:

"Merhaba Fırat Bey,

Düşündürücü şeyler yazmışsınız.

Fırat Bey, bana kalırsa saatçilikte 2 ayrı yol var:
Birisi dediğiniz gibi gösterişe ve görünür olana dönük saatçilik, diğeri de zanaat ve sanatla birlikte derinden ilerleyen daha az bilinen saatçilik.

Belki çelişki gibi gelecek ama eskiden dervişlerin bir hücreye kapanıp senelerce bir saat üzerine çalışmaları ne kadar ruhani ve ne kadar kalbe dokunsa da (üstelik bu dervişler saatlerinin üzerine ism yazmıyorlardı) aynı şekilde işte bu tevekkül dolu görünmeyen saatçilik aynı zamanda piyasanın gösterişli/yüzeysel ama görünen saatçiliğe sıkı sıkıya bağlı.

Şöyle düşünüyorum, bütün o kaymak tabaka, milyonluk saatler üreten ve satabilen maharetli satıcıların eline bakıyor. Bu maharetli hünerli pazarlamacı insanlar da çoğunlukla adlarını pek bilmediğimiz insanlara saat yaptırıyorlar ve satıyorlar. Yani eski tarz üretim yine geçerli. Ustanın adı çoğunlukla saatin üzerinde yazmıyor ki! Onun yerine bir marka var, eskiden pazarlamacıların da adları saatin bir köşesinde yer alırmış. Yani demek istediğim, böylesi çok daha iyi. Çünkü ustalar saat üretmeye devam ediyor, yeni ustalar da yetişiyor. Masaların başında büyüteçlerle santimetrekareye 100-200 parçayı sıkıştıran ölümsüz eller lonca tarzı çalışma sistemi sürüyor.

Yüzlerce yıllık geçmişi olan pek çok sanat artık ölmüşken saatçilik yaşıyor. Bu inanılmaz durum, işte pek  beğendiğimiz ve gösterişte epeyce aşırıya kaçan 'şekerlemeler' sayesinde oluyor. Çünkü bir şekilde sistemin işlemesi, çarkların dönmesi gerek. Yoksa günümüzde pırıl pırıl zihinler kendilerine gelecek olarak bu yüzyılda saatçiliği seçebilir miydi? Can çekişen bir meslek olsaydı kimse saatçi olmak istemezdi. Bugün Almanya'daki, İsviçre'deki saatçilik okullarına dünyanın çeşitli ülkelerinden gelenler var, okuyanlar var. Küçük atölyelerde yaratıcılıklarını konuşturmak isteyen, fiziğin ve mekanik mühendisliğinin sınırlarını zorlayan bağımsız saatçiler de var. Bütün bunların hepsini ultra zenginlerin gözünü kamaştıran o rüküş saatlerden gelen paralar sağlıyor aslında.Ben alabildiğine pahalı ve çirkin saatleri gördükçe, bir yandan nefes kesen mekanizmalar ve mütevazı saatlerin de üretildiğini anlıyorum. Çünkü yapı yekpare aslında. Ön yüze bakanlar başka bir şey görüyor olsa da, arkada gölgeler arasında çok değişik gelişmeler yaşanıyor.

Saat bilimi, bugün her zamankinden daha anlamlı.

Belki inanmayacaksınız ama bence saatçilik altın çağını yaşıyor.

Geçtiğmiz yüzyıllar içinde hiç bu kadar fazla sayıda özgün mekanizma yaratılmamıştı. Saatçilik alanında hiç bu kadar çok patent alınmamıştı. Her gün yeni  bir mekanizma ve yeni bir fikir ile karşılaşıyoruz. Rekabet ve ilerleme hiç bu denli yoğun olmamıştı.

Rolex'ten nefret etmeyin derim. Halen saat dünyasındaki en dirayetli saatleri onlar üretiyor. Ben üretilen çoğu Rolex'i (Milgauss hariç) çirkin bulurum, ancak bu durum Rolex'i takdir etmemi engellemez. Kara mizah örneği olsa da doğru bir söz var, "saatler ikiye ayrılır, Rolex ve diğerleri!" Ben 'diğerleri' bölümünde yaşıyorum. Ama Rolex olmasaydı 'yüksek saatçilik' diye bir şey olmayacaktı belki. Rolex bir başarı öyküsüdür. Üstelik diğer saatleri öldürmeden, sadece kendini daha fazla parlatarak böylesine popüler olmuştur.

Yıldızlara gelirsek, çok haklısınız.

Geceye, gökyüzündeki yıldızlara, devasa bir saatin kadranına bakar gibi bakıyorum ben de. Ayrıca saat bir fikir, bir duygudur esasen, mutlaka zamanı göstermesi gerekmez, bizi, yahut sevdiğimizi göstersin yeter.

Sevgiler"

Glashütte Original ve kadran rengine dair yüzeysel düşünceler

Glashütte Original_Senator Observer _100-14-02-02-04_schwAllig_pr4_red
Glashütte Original Senator Observer 1911 Julius Assmann


Kadranın değişmesi, saati de değiştiriyor.

Nedense beyaz kadranlı saatlerl bana hiç sevimli gelmiyor.

Kar beyazı bir kadran saatte çok çiğ duruyor sanki.

İki saat aynı, sadece kadran farklı.

Oysa gri kadranlı olan daha sıcak ve çok daha gizemli görünüyor gözüme.

Pürüzlü yüzeyine dalıp gidiyorum. Kim düşünmüşse çok iyi etmiş.

Işıkta renk değiştiren, her daim farklı görünen menevişli kadranları seviyorum.

Keşke böyle güzel ve rafine bir zevkin ürünü olan saatler daha ucuz olsaydı.

Glashütte Original_Senator Observer _100-14-05-02-04_schwAllig_pr1_red
Glashütte Original Senator Observer 1911 Julius Assmann


Kaynak: http://www.zeiteisen.at/

Ayrıca bakınız: http://www.monochrome.nl/

RGM




İşte çok temiz tasarıma sahip otomatik bir saat. Tacı da üst sınıf saatlerde görülen güzellikte. Kadran, ibreler ve rakamların sade yapısı da saatin görünümüne çok uygun.

RGM’nin açılımı ise kurucusunun adının ilk harflerinden oluşuyor: Roland G. Murphy. 1992 yılında ABD’de kurulan şirket güzel saatler üretmeye devam ediyor.

RGM bu yıl 20. yaşını kutluyor.

Düşündüm de, benzer bir saati kendi öz kaynaklarıyla üretemeyen ne çok ülke var!

Ayrıntılı bilgi: http://www.rgmwatches.com
 Photo/foto: via http://ninanet.net/watches

Saat gibi hüzünlü

Hand Watch, by Ralph Gibson
Zaman herkes için aynı şekilde geçmiyor. Kimine iyi, kimine kötü davranıyor. Bir yılın daha son günündeyiz. Belki bir şeylerin sonundayız, belki de başında. Belki de bugünün yarından bir farkı yok.

Sabahları kahve eşliğinde gazete okumak en büyük keyfim. Gazete, yaşadığımız zamanın göstergelerinden biri. Yarın sabah yine 3 gazete alacağım. Neler olacağını da biliyorum aslında. Ama her defasında beni şaşırtan bir haber mutlaka oluyor. Olmadığını zannettiğim zamanlarda bile oluyor, sonradan farkediyorum.

Bir günü kitap okumadan bitirmek, kurmalı bir saatin tacına dokunmadan olmaz. Öyle güzel kitaplar okudum ki bu sene, sanırım benden daha mutlusu azdır bu acılı dünyada. Hayatımızı incelikli cümleleriyle tamir eden saat ustası ve en sevdiğim yazar Şule Gürbüz'ün 'Zamanın Farkında' kitabı yılın en güzel armağanıydı. Beni Longines'in kronometreli bir saatiyle şahsen tanıştırdığı için, macerasını da anlattığı için kendisine müteşekkirim.

Ustaların ustası Recep Gürgen'e teşekkür etmeden geçemem. Bana İsviçre ve Rus saatlerini yeniden ve daha yakından tanıma fırsatı tanıdı. Ömer Aydın Bey'e de, hem  http://www.ustasaati.com/ isimli güzel bir site hazırladığı için hem de tanıdığım en bilgili, en efendi, en hoşsohbet ve kitap meraklısı saat satıcılarından biri olduğu için çok teşekkür ederim. Kosova Saat'ten Ali Aydın Ustaya da teşekkür ederim, akıllı ve bilgili torunlarına da. Hem sohbetleri hem pratik zekalarıyla bana çok yardımcı oldular. Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler, muhteşem fotoğraf kütüphanelerini benim 'Fotoğrafta insan, eşya ve zaman' araştırmam için açtılar, sofralarında bana da yer verdiler, filte kahveleriyle içimi ısıttılar, onlara da kalpten müteşekkirim.

Bu blogu okuyanlara da çok teşekkür ederim. Benim güzel okurlarımdan kimi sadece okumakla yetindi, kimileri de  bilgilerini, görgülerini ve fikirlerini paylaştı. Onlarla bazen hemfikir olduk, bazen farklı şeyler düşündük. Ama hep saatleri sevdik. Bu açıdan kendimi hiç yalnız hissetmedim. Hiç beklemediğim kadar e-posta geldi bu yıl. Elimden geldiğince hepsine cevap vermeye çalıştım. Cevap veremediklerim olduysa kusuruma bakılmasın lütfen.

Benim için de, yeryüzündeki bütün insanlar için de tezatlarla dolu bir yıl oldu sanıyorum. Hiç bu kadar çok yazmak isteyip de, böylesine az yazdığım bir yıl hatırlamıyorum. Hiç tahmin etmediğim kadar çok kitap okudum. (Kitaplığım hiç bu kadar genişlememişti.) Çok güzel, çok akıllı insanlarla tanıştım. Birbirinden muhteşem saatler ve mekanizmalar gördüm. Eski ve büyük saatleri hayranlıkla izledim. Yüzyıllık saatlere dokunma, onların sesini duyabilme onuruna da eriştim.


Fakat en güzeli insanın kendi kolundaki, kendi masasındaki saat galiba.

Ne demek istediğimi, büyük fotoğraf ustası Ralph Gibson, bir fotoğrafla anlatmış.

Zaman ellerimizde.

Bir saate baktığımızda gördüğümüz şey, belki de bir saatin bize baktığıdır.

İyi seneler.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...