İfrit teferruatta mahfuzdur*



Kimi zaman bileğinde 45mm çapında süt danası büyüklüğünde pilot saati taşıyan insanları görüyorum da şaşırıyorum.

Pilot değil, o akşam uçuracak bir uçağı yok, gözleri de şahin gibi, benden iyi görüyor, elinde şöyle babayani deri bir eldiven de yok ki saatin tacına hunharca asılıp ferahfeza ayarını yapsın.

Fakat masa saati büyüklüğünde bir pilot saatini yanında gezdirmekte bir sakınca görmüyor.

Zenith Aéronef Type 20 -2012

Şanlı geçmişine, zekice düşünülmüş tasarımlarına hayran olduğumuz Zenith, bu tür insanlar için özene bezene, üstelik geçmişe de şık bir atıfla Aeronef Type 20 adında bir saat yapmış. Ancak tacın başka bir dünyadan gelmiş gibi olması, kadrandaki kırmızı ibrenin baş ağrısı yapması ve nihayet yelkovanın çirkinliği beni yoruyor.

Evet pilotlar için tacın iri olması gerekli. Evet şu gerekli, bu gerekli. Hepsini anlıyorum, fakat zevksizliği anlamıyorum. Eski tasarımın da yenisinden aşağı kalır yok, ilkel bir duruşu var. Yine de çirkinlikte, torunu kadar aşırıya kaçmayan bir yanı olduğu görülüyor.

Zenith Aéronef Type 20 - 1939

Gözlere daha fazla eza için işkencenin fazlası:

1. http://www.lacotedesmontres.com/No_9044.htm
2. http://chronos24.pl/basel-2012-zenith-montre-d-aeronef-type-20/
3. http://www.zenith-watches.com/pilot/fr/plan-de-vol-numero-1/montres-et-compteurs-historiques

*Şeytan ayrıntıda gizlidir.

Ahtapot saati

Romain Jerome * The Octopus


Zamanın kollarına uzanmak mümkündür bazen.

Azıcık geri çekilmek gerekir, ki yavaşlayalım.

Bir tarih kitabı yeterlidir bazen. Kolundaki saat tıkır tıkır işlerken, aklına, kalbine akan zamanlar, kelimeler, isimler, yerler, ahtapotun karanlık sularda gezinmesine benzer.

Sevdiğini öpmek, ona sarılmak, elini tutmak yeterlidir bazen: Kolundaki saat, akrebin ağırbaşlı hüznünü taşırken, yelkovanın acele etmeden, kadifemsi ilerlemesi gibi, bütün güzel zamanlar, ahtapotun ışıklı sularda yıkanmasına benzer.

Kitapların, dergilerin uyukladığı bir odaya girmek gerekir bazen: Masanın üzerinde, Refik Halit Karay'ın gözlerinin gezindiği bir saat uyanır. Ahtapotun kollarından biri dokunmuştur, zaman uzayıp gider.

Bir şehre, başka bir şehirden bakmak gerekir bazen: Bir anne yaramaz çocuğunu çağırır. Kız kardeşinin saçlarını örgü yapar ablası. O zamanlar, ahtapotun kolları eskimiş bir şarkı gibidir, bazen duyulur, bazen duyulmaz olur şehrin loş sokaklarında.

Bazen saatin durması iyidir. Öfke, isyan damarlarında duramayan, geçtiği yerlerden hiç çıkmayan bir mürekkep gibi yayılır. Ahtapotun kolları devrimcidir, zamanı izlerken yumruğunu kaldırmak istersin, gökyüzündeki güneş, inançların toplamı gibi terletir insanı.

Saatini koparmak istersin bazen. Yahut ahtapot alır, denize götürür haksızlıklara dayanamayan saatini, karanlık sulara atar, sen de kaybolursun, birlikte yürüdüğün arkadaşların da.

Ne de olsa ölüm hakikattır.

Vakit geçer, gazetelerin sayfalarındaki mürekkep kurur, kağıt sararır.

Geriye kum kalır.

YENİ BİR SAAT, ESKİ BİR ZAMAN: SEIKO 6139





Daha doğrusu tam adı Seiko 6139-7070. Daha birkaç günlük. Hemen alır almaz yazmak istemedim.

Kronograf özelliği olan saatlere ilgim yoktur aslında.  Fakat nasıl olduysa ikinci el saatler satan bir dükkanda bu saati görür görmez sevdim.    

'Bakalım anlaşabilecek miyiz, ısınabilecek miyiz birbirimize?' diyerek son birkaç gündür inceleyip duruyorum.

Yeni bir saat dediğime bakmayın. Benim için yeni. Yoksa, güngörmüş bir saat 6139-7070, 1970'lerde üretilmiş. 6139 serisi ilk üretilen otomatik kronograflardan biri (1969). ('İlk otomatik kronograf' konusunda çeşitli tartışmalar var. Kimi Zenith El Primero diyor, kimi Heuer'den Brietling ve Buren'e kadar çeşitli markalar tarafından kullanılan Chronomatic mekanizmasıdır diyor. Rivayet muhtelif.)

Ama benim ilk kronografım oluyor kendileri.

Seiko 6139 bilekte güzel, tok görünümlü bir saat. Kasa klasik yapısına rağmen tacın gömülü olması nedeniyle değişik bir görünüme sahip.

Seiko 6139, aslında büyük bir saat değil fakat boyutları dolayısıyla (yüksekliği 14 mm, uzunluğu 45 mm, genişlik 39,5 mm) olduğundan daha büyük görünüyor.


Kronografı sağlam, güven verici, dakik.

Bu güzel saatte tek yadırgadığım nokta, elle kurulamıyor oluşu. Elle kurulma özelliği, bence kaliteli bütün otomatik saatlerde olmalı. Otomatik saatler elbette saatçilikte devrimci bir adım. Fakat kurmalı saatlerin de papucu dama atılmadı. Otomatik saatlerin bir süre el kol hareketiyle güç toplaması gerekirken, kurmalı bir saatin tacını yakalayıp şöyle bir iki tur çevirmekle hemen çalışmaya başlıyor olması büyük bir rahatlık.

Tissot'mu sakladım bir yere. Her gün dışarıya çıkarmayacağım. Günlük saat olarak Seiko 6139'u kullanacağım şimdilik.

Kardeş saatler, kardeş kalemler...

Mekanik sanat: Hautlence HL2.0


Bir başka Hautlence harikası: HL 05

Bazı saatler hareketli heykellere benzeyen yapılarıyla sanatın iyileştirici gücüyle donatılmıştır. 

Butik üretim yapan, bağımsız Hautlence firmasının HL2.0 modeli mikromekanik sanatının eşi az bulunur en güzel örneklerinden biri. Hautlence firması tasarımlarıyla hem geçmişe referans veren hem de kendine özgü buluşlarından dolayı patentli yenilikler içeren saatler üretiyor.

Elbette mikromekanik sanatı, hiç ucuz değil. Zaten 552 parçadan oluşan bu şaheserden sadece 28 tane üretilmiş. Herkes için erişilebir bir saat değil. Ama bu durum çoğunluk için bence o kadar önemli değil. Çünkü HL2.0 modeli fizik, mühendislik, tarih, yaratıcılık gibi birbirine destek olan bilim ve sanat bağlantıları kuvvetli, çok güzel bir örnek. Böyle üretimleri takdir etmeli insan. 

Kurucular marka adını İsviçre'nin en önemli saat merkezlerinden biri olan Neuchatel'den anagram (harflerini yerini değiştirerek yeni bir kelime üretme) tekniğiyle türetmişler.

Güzel saatlerin fotoğraflarına veya videolarına bakmak, Louvre Müzesi'nde nadide bir tabloya bakmak gibi, çok keyif verici, evet.


Ek okuma:  

Hautlence: A time check for style

Kavuşma saati




Çok sevdiğim Tissot'ma kavuşalı günler geçti. Doğrusu emektar saatimden ayrılmak zor olmuştu. Fakat daha önce de yazdığım gibi ciddi bir bakıma ihtiyacı vardı. Hayırlı bir ayrılık oldu diye düşünüyorum.

Galiba saatlere düşkün olan insanların en önemli ortak özelliği,  saatlerindeki en küçük bir değişime dahi kafayı takmaları. Arkadaşlarla sohbet ederken bunu çok sık gözlemliyorum. Bir çizik veya en küçük sapma saatine düşkün insanın kederlenmesi için yeterli bir neden.

İçinde minnacık yığınla parçanın ritmik hareketlerle bileğimin üzerindeki küçük evde dans etmesi benim için yeterli aslında. Mekanik saatler doğaları gereği çok çalışkandırlar, durmaksızın, hiç yılmadan çalışmaya eğilimlidirler.

Normal şartlar altında mekanik saatlerin ömürleri çok uzundur, sağlam ve dayanıklıdırlar. Ama bu güzelim zaman makinelerinin pek çok düşmanı vardır. En başta zamanın kendisi, sonra su (nem) ve toz gibi unsurlar saatlerimize çok zarar verir.

Oysa mekanik saatlerin ciddiye alınması gereken en büyük düşmanı insandır. Ben de mesela, o kadar çok sevmeme rağmen -elbette hiç istemeden- saatimin sağa sola çarpmasına neden oldum. Saatime yeterli özeni göstermedim. Sonra da camdaki, kasadaki çiziklere bakıp üzüldüm.

Tissot'mun tamirde olduğu günlerde çoğunlukla bir Zenith ile idare ettim. Fakat hiçbir saat güzelim Tissot'mun yerini tutamaz gibi geliyor bana. O günlerde sevgili saatime daha iyi bakmaya karar verdim.

Yüzüklerin Efendisi, Gollum, Tissot. Tevfik Aydın

"KIYMETLİ SAATLERİNİZİN TAMİRİ ORİJİNAL PARÇALARI İLE İTİNALI OLARAK YAPILIR"


6 Haziran Çarşamba günü Tevfik Aydın'ın Sirkeci'deki mağazasına gittim. Şanslıymışım ki Ömer Aydın da mağazadaydı. 

Elbette mekanik saatlerden söz ettik. Ömer Aydın'ın kızı ve ailenin yeni kuşak temsilcisi Canan Hanım da mağazadaydı. Böyle kuşaktan kuşağa geçen bir yapının içinde misafir olmak çok güzel. 

Aklıma Ekşi Sözlük'teki Tevfik Aydın maddesinin altındaki en güzel tanımlardan biri geldi: 
"Anneannemin annemi, annemin beni götürdüğü saatçi." 
Sevgili Tissot'um da bakıma ihtiyacı vardı. Güngörmüş saatler arada sırada bakımdan geçmelidir. Aslında Tissot'mu aylardır bakıma vermeyi düşünüyordum. Fakat aramızda nasıl bir bağ oluştuysa artık bir türlü Tissot'mdan ayrılamıyordum. 

Saati verirken, kendimi efsanevi kitap 'Yüzüklerin Efendisi'ndeki, esiri olduğu güç yüzüğünü kaptıran Gollum gibi hissettim. Elim titreyerek Ömer Bey'e uzattım saatimi (kıymetlimisss). 

Ömer Aydın da benim bu durumumu hemen anladı ve saati birkaç gün sonra alabileceğimi belirtti. Ardından yukarıda görülen fişi doldurdu. 

Daha önce de çeşitli saatçilere tamir ve bakım için saatlerimi vermiştim. Fakat böyle bir fiş vermemişlerdi bana.

Şimdi bileğimde bir Zenith var. Ama karanlık diyar Mordor'da yaşıyor gibiyim, hiç keyifli değilim.

Topkapı Sarayı'nın zamanı durduran yeni hazineleri 2

1800, Breguet et fils imzalı cep saati.


Gölgelerle dolu sarayın üzerine yağmur yağarken müzik başladı.

Yağmura rağmen iki martı avluda dönüp durdular.

Yıllardır, gönüllü olarak, bir karşılık beklemeden Topkapı Sarayı'nın saatlerini tamir eden Şule Gürbüz ve Recep Gürgen'i aradı gözlerim.


Sonra İlber Ortaylı bir konuşma yaptı.

Ardında 'Buyurun sergiye' diyerek kapıları açtı.

Divit Odası'nın hemen girişinde Osmanlı saatleri karşılıyor insanı.

Bir adım atmak bile zor. Yürüdükçe yeni ayrıntılar keşfediyor insan.

Osmanlı ustaların incelikli yorumları karşısında coşkuya kapılmamak elde değil.

Hem bir sevinç halinde geziyorum, hem de bir anda parlayıp sönen saatçiliğimiz için üzülüyorum.

Fakat çok da üzülmemeli, dünya dönüp duruyor.

Şule Gürbüz ile Özge Dinç'i tanıştırıyorum. Şule Hanım yorgun görünüyor. Hele son bir ay Recep Gürgen usta ile birlikte dervişler gibi çile çekerek  adeta tamir ettikleri saatlere benzediler. Yılmadan usanmadan çalıştılar.

Serginin Divit Odası'nda açılması da çok manidar.

Yazı ve Zaman, birlikte.

Sergiyi uzaktan gezmek için EkavArtTv'ye bakınız.

Topkapı Sarayı'nın zamanı durduran yeni hazineleri 1

Muhteşem koleksiyondaki en güzel Osmanlı saatlerden biri Süleyman Leziz imzalı pirinç masa saati, 1850.

25 Mayıs 2012, Cuma günü, akşam suları. Hava puslu ve yağmurlu. Saat dünyamızın tarihi günlerinden birini yaşadığımı düşünerek yürüyorum. Topkapı Sarayı Müzesi'nde hazırlıkları senelerdir süren bir açılış var. Yüzyılların en güzel, en nadide saatlerini göreceğim birazdan. Nice ustanın emekleri sonucu görünür olmuş, nice kederli-sevinçli gözlerin bakışlarının ardından günümüze kadar gelebilmiş o güzel saatleri görebileceğim artık.

Saat 18.20. Osman Hamdi Bey Yokuşu'nun başındayım. Havanın tadını çıkararak acele etmeden Topkapı Sarayı'na doğru ilerliyorum. Ben bu yokuşu çok severim. İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin önünden Topkapı Sarayı'na kıvrılan giden hoş bir eğimi var. 

Ne zaman bu yokuşu tırmanışa geçsem aklıma Ayasofya Müzesi'nin üst katına ulaşmak için çıkılan basamaksız merdivenler geliyor. Adım atılan her yerde, gözün görebildiği her alanda tarih ile sanat kendini sürekli hatırlatıyor.

Bugün büyük bir gün. Ama havanın yağmurlu oluşundan dolayı davet ettiğim güzel insanların gelip gelmeyeceklerini merak ediyorum. Aniki defterimi çıkarıp bir iki cümle karalıyorum. Minik bir iki yağmur damlası mürekkebe karışıyor. 

Zaman tamircileri


Saraydan çıkan son turistler de usul usul yanımdan geçip gidiyorlar. Aslında gündüz saat 15.00 gibi resmi bir açılış vardı. Fakat sadece devlet erkanının katıldığı (TBMM Başkanı Cemil Çiçek gibi) bir açılıştı bu. Daha sonra basına dağıtılan görüntülerin bir tanesi var ki paylaşmadan geçmem mümkün değil.




Bu fotoğrafta kurdeleyi kesen kişilerin hepsi önemli. Fakat iki kişi var ki onlar olmasaydı günün bu diğer önemli kişileri orada olamazdı. Fotoğrafta ömürlerini saat tamirine vakfeden, Topkapı Sarayı'nın muhteşem saatlerini senelerce maddi bir karşılık beklemeden tamir eden iki usta görüyoruz. 

İşte onlar, kurdeleyi kesmeye ilk önce hak kazananlar, tatil günlerini dahi sarayda saatleri tamir ederek geçiren büyük usta Recep Gürgen (en sağda) ve hemen yanında şair, yazar ve Dolmabahçe Sarayı saat tamircisi Şule Gürbüz. 

Saat 18.30. Bu açılış töreninden saatler sonra, ben de kapıdayım. Akşam saat 19.00'da yapılacak daha geniş katılımlı ikinci açılış bir başka olmalı diyerek sarayın kapısına, ikinci avlunun girişine doğru ilerliyorum. Kapılar açılıyor, Adalet Kulesi'ne bakarak, yüce ağaçların arasından Divit Odası'na gidiyorum. 

Tektaş ile tarihin mekanizmaları

Tektaş Saatçilik'ten İbrahim Taçkin karşılıyor beni. Saygı duyduğum Tektaş Saatçilik, günün bir başka kahramanı. Çünkü sarayın saat bölümü Tektaş Saatçilik sponsorluğunda hayat bulmuş durumda. İbrahim Taçkin ile sohbete başlıyorum hemen. İbrahim Taçkin meraklı, kültürlü, saatleri canı gönülden seven bir satış sorumlusu. (Tuhaf gelecek belki ama böylesi kişilere saatçiler arasında fazla rastlanmıyor. Saatçilerin çoğu saatlerden, saatlerin ruhundan konuşmuyor artık, konuştukları zaman da maddi konular manevi konuları ezip geçiyor her zaman.) 

Bu arada İbrahim Bey beni Konyalı Saat'ten Haluk Güngör ile tanıştırdı. Haluk Güngör'ün kartındaki Zenith markasını görünce günün anlam ve öneminden başka konuşacak bir konu daha çıkmış oldu. Zenith denince efsane El Primero mekanizmasından söz etmek elzemdir, bir de öyle yaptık. 

Sonra Haluk Güngör bir dostunu görüp ayrıldı, ardından İbrahim Taçkin diğer konuklarla ilgilenmek üzere gidince kendimi yalnız hissettim biraz. Çevreye bakınırken birinin seslendiğini duydum. Gülümseyerek gelen kişi ne müze görevlilerinin ne de Tektaş Saatçilik'in konuğu değildi. Benim konuğumdu. 


(Devam edecek)

Ali Aydınoğlu geçti bu dünyadan

Ali Aydınoğlu ustamız yine bir başka saatin kırık kalbini tamir ederken, 20 Ocak 2010.


Yahya Kemal Beyatlı, çok önceden söylemiş:

"Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter."


Priştine'de 1929 yılında dünyaya gelen Ali Aydınoğlu ustayı geçtiğimiz hafta başı, pazartesi günü akşamı kaybettik. Torunları ve benim gibi Ali Aydınoğlu'nu sevip sayanlar çok yalnız artık.

Ali Aydınoğlu, üst düzey bir saat tamircisi olmanın ötesinde, dervişane yaşam tarzıyla da örnek bir insandı. Hiç büyüklük taslamazdı. İşini çok severdi. Ben de onu çalışırken izlemeyi severdim. Çalışırken bir anda yüzü değişir, çok uzaklara bakıyormuş gibi olurdu.

Hiç acele etmez, hep şükrederdi. Öfkelendiğini de görmedim hiç. Oysa dükkana insanı çileden çıkaracak kimseler de uğrardı bazen. Fakat Ali Aydınoğlu, sakin ve dik dururdu hep. Onu tanıdığım için, ondan insanlık dersleri aldığım için kendimi şanslı sayıyorum.

Şimdi Ali Aydınoğlu'nun ilk kez 1963 yılında kapısını açtığı dükkanı saat ustası iki torununa emanet.

Mehmet Ali Birand ile 5 dakika


http://www.burclar.net/images/haberler/Magazin/Mehmet_Mehmet_Ali_Birand__Kanal_D_1.jpg


Akşamları Kanal D ana haberi izliyorum bazen. (Elbette eve zamanında gidebildiysem bu mümkün olabiliyor.) Haberleri izlediğim zamanlarda ise gözlerim ister istemez Mehmet Ali Birand'ın saatine takılıyor. 'Acaba kaç saati var?' diye bir soru aklımda dönüp duruyordu.

Saat sayısı ile saat sevgisinin doğrudan bir ilgisi olmadığına inananlardanım. Fakat yine de 'merak' denen şey insanın içine bir kere düşmeyegörsün, öğrenmeden rahat etmek zor. Merak akıl, fikir dinlemeyen bir mevhum.

Bugün çalıştığım kuruma gelince ayaküstü bir soru sorma fırsatı buldum. Aslında saatlerinin sayısını sormak değil de saatler üzerine sohbet etmek isterdim. 

Fakat Mehmet Ali Birand saatlerden çok futbol ile ilgiliydi. Arkadaşlarla futboldan konuştu bir süre. İlgimi çeken bir konu olmadığından sesimi çıkarıp konuya karışmadım. Kolunda ise o rüküş saatlerden biri yoktu, gayet şık, sade bir saat vardı.

Gitmek üzereyken en azından merakımı gidermek adına kaç saati olduğunu sordum. 

"25 tane saatim var" deyip uzaklaştı. 

O gittikten sonra Ekşi Sözlük'te Mehmet Ali Birand'ın saatleri hakkında neler yazmışlar diye baktım. Merak edenler için tık: Mehmet Ali Birand'ın saati

Not: Yukarıdaki ekran görüntüsünde, Mehmet Ali Birand'ın kolunda bulunan ibretlik saatin markası da, 2004 İtalya doğumlu GAGÀ
http://globalwatchstore.com/wp-content/uploads/2011/09/5020-2.jpg


"Ne İçindeyim Zamanın"


Aşağıda okuyacağınz metin TRT'nin internet sitesinden alınmıştır:

"Tarihi saatlerin dünyasında yaşayan dört saat ustası “Ne İçindeyim Zamanın” adlı programla ekrana geliyor: 

Sungutay Şerafettinoğlu, Şule Gürbüz, Recep Gürgen ve Şükran Lişesivdin.

Onların ki, telaştan uzak; sakin, zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında oldukları bir yaşam. Mazbut biraz da münzevi duruşları onların tercihi olmuş. Zamanı sıradan insanlara göre farklı algılamış farklı yaşamışlar.

Geçen zamanla değil, doğrudan doğruya tamir ettikleri saatle bir bağ kuruyorlar. Saatler onlar için sadece bir zaman ölçer değil. 
Bu farklı dünyanın insanlarıyla karşılaştığınızda, sanki zaman sizin için de faklılaşıyor; yavaşlıyor… 

Onlarla alışkın olduğunuz hızlı yaşamın dışına çıkıp, sakin akan bir nehrin akıntısına kapılıveriyorsunuz.


(...)

Bütün bunların yanında bir zorluk daha bekliyor sizi; münzevi kişilikleri. Onları dünyalarından çıkarıp konuşturabilmek, sözcüklere dökmeden yaşayageldiklerini anlatmalarını istemek çok zor. Çünkü onlar konuşmamışlar, sadece yaşamışlar. 

Röportajlar onların zaman ve saatle ilişkilerini vermekten uzaklaşıyor; ifadelendirebildikleri birkaç sözcükle sınırlanıyor… Kayda alabildikleriniz bu işe nasıl başladıkları ve saatlere olan sevgileri…" 

Meraklılar lütfen yayın programını bir kenara not etsin:

  • TRTHABER 26 Nisan 2012 Perşembe 23:10
  • TRTHABER 28 Nisan 2012 Cumartesi 04:15
  • TRTHABER 29 Nisan 2012 Pazar 15:20

Not: Elbette "Ne İçindeyim Zamanın" isimli yapım çok şey (belki de hiçbir şey) beklenmemesi gereken bir belgesel. Neticede, program, derinliği olmayan, önemli konulara odaklanamayan bir yapım olmaktan öteye gitmiyor. Konuyla ilgili yeterinvce bilgisi olanlan izlemese de olur. Çünkü bu program bilenlere bir şey katmıyor.. Yine de, Şule Gürbüz ve Recep Gürgen usta hürmetine seyretmeye değer.

Titanik Saati 1912-2012


Bazı saatler gideceği yeri şaşırmış mektuplara benziyor.

Özellikle denizden çıkartılan felaket şahidi saatleri her gördüğümde tuhaf oluyorum.

Bir saat her zaman bir insan demektir.

Aradan koca bir yüzyıl geçmiş.

Benim saatim, senin saatin


Geçtiğimiz Perşembe günü kendime bir iyilik yaptım ve Tissot'mun kordonunu değiştirdim. Kosova Saat'e gitmiştim, çok yakışıklı Ali Aydınoğlu ve torunları dükkândaydı.

Ne güzel, dedim kendi kendime, dünya hâlâ eskisi gibi dönüyor.

Bir süre vitrindeki saatleri izledim. Vitrindeki saatler beni hafiften gıdıklasa da, aradığım saatimi bulmuştum çoktan, zaten bileğimde duruyordu. Amacım gösterişsiz ve sade bir kordon almaktı. Fakat bana önerilen, -önce olmaz dediğim- koyu yeşil renkli bir kordonla çıktım dışarıya.

Sonra dünya güzeli bir arkadaşıma gittim. Kendisi bir yayınevinde editördür. Saati koluna taktım ve gördüğünüz fotoğrafı çektim.

Saatimi bir başkasının kolunda görmek bende tuhaf duygular uyandırıyor, hemen fotoğrafı çekip bir an önce ona kavuşmak istiyorum! Sahip olduğum diğer saatlerle böyle bir ilişkim yok oysa. Nedense Tissot'ma gönülden bağlı hissediyorum kendimi. Şimdi böyle bir kordonla daha bir neşeli oldu sanki.

2009'da bıraktığım projeye yukarıdaki fotoğrafla dönmüş oldum. O zaman da sevdiğim arkadaşlarımın koluna Tissot'mu takmış hem fotoğraf çekmiş hem de saatimin başkasında nasıl durduğuna bakmıştım. (Fotoğraflara bakıyorum da o zaman gösterişsiz, kahverengi bir kordon kullanıyormuşum.)

Bu fotoğraf çekilirken çok sevdiğim, bana fotoğraf makinesini ödünç veren, on parmağında on marifet (yazar, ressam, gezgin, rehber, fotoğrafçı, reklamcı) arkadaşımın koluna da takmak istedim fakat yer uygun değil diye düşündüm. Onun evinde veya bir müzede olmalıymışız gibi geldi bana. Bir dahaki buluşmamızda muhakkak onun bileğinde de olacak saatim. (Gerçi Tag Heuer saatini çıkarmak istemeyecektir belki, fakat çikolata ile kandırırım diye planlar yapıyorum.)

Oradan çıkıp kuyumcu dostuma uğradım. Hezarfen arkadaşım da yanımdaydı. Bir anda kaynaştık, sohbeti koyulaştırdık. Sonra aklıma yeni kordonlu saatim geldi, kuyumcu büyüğümün bileğine usulca bıraktım:



İlkbahar ve yaz, emektar Tissot'ma pek yakışan bu tatlı yeşil kordonla ve güzel arkadaşlarımla geçsin istiyorum.

"Horoloji bence anlamını kaybetmiş"

 RD01 Double Flying Tourbillon © Roger Dubuis
Bu sıralar bloga yeni bir yazı ekleyemesem de e-posta trafiği devam ediyor. Biraz geciksem dahi bütün e-postalara kısa veya uzun mutlaka bir yanıt vermeye çalışıyorum. Geçenlerde bir okurumdan aldığım (bir kısım saatçokseverin zihninde oluşan bazı fikirleri açıkyüreklilikle dile getiren) bir mektubu paylaşmak istiyorum.

"Mehmet Bey merhaba,

Horoloji bence anlamını kaybetmiş. Horoloji zaman ölçme zanaati ve sanatından ziyade pazarlama, arzu nesnesi yaratma, mal fetişi oluşturma aracı durumunda. Büyük firmaların CEO’ları yeni modellerini tanıtırken (mesela AP firması asla çizilmeyen yüksek karbon oranlı yeni altın alaşımını tanıtırken) ağızlarından sular akıyor, büyük bir gazla “this watch will never ever stratch” diyorlar, mallarının üzerine yerleştirdikleri kocaman logolarıyla gurur duyuyorlar, çünkü o logo zenginliği, başarıyı, yüksek karı, başarılı bir firmayı temsil ediyor. Oysa, madem konu horoloji, o zaman ideayı, zamanı, neden ömrü kısacık olan markayla ilişkilendirip anlamsızlaştırıyorlar? Çok ama çok pahalı saat markalarının çocuk oyuncağı gibi, şekerlemeye benzeyen tasarımlarına evrensellik katma çabaları çok komik. Bence gerçek bir saat, ustası kim olursa olsun, üzerinde logo, isim vs. barındırmamalı, zamanı bizim algılayacağımız biçimde göstermesi de önemli değil. Sadece salınan bir nesne yeterli. Hatta kola takılan deri bir bilekliği bile istersek saat olarak düşünebiliriz ve bence bu bileklik horolojiye Rolex’den daha yakın olur. Gök cisimlerine bakınız, üzerinde herhangi bir isim yazıyor mu?

Fırat Yıldırım,"
 Benim bu mektuba cevabımı da aşağıda okuyabilirsiniz:

"Merhaba Fırat Bey,

Düşündürücü şeyler yazmışsınız.

Fırat Bey, bana kalırsa saatçilikte 2 ayrı yol var:
Birisi dediğiniz gibi gösterişe ve görünür olana dönük saatçilik, diğeri de zanaat ve sanatla birlikte derinden ilerleyen daha az bilinen saatçilik.

Belki çelişki gibi gelecek ama eskiden dervişlerin bir hücreye kapanıp senelerce bir saat üzerine çalışmaları ne kadar ruhani ve ne kadar kalbe dokunsa da (üstelik bu dervişler saatlerinin üzerine ism yazmıyorlardı) aynı şekilde işte bu tevekkül dolu görünmeyen saatçilik aynı zamanda piyasanın gösterişli/yüzeysel ama görünen saatçiliğe sıkı sıkıya bağlı.

Şöyle düşünüyorum, bütün o kaymak tabaka, milyonluk saatler üreten ve satabilen maharetli satıcıların eline bakıyor. Bu maharetli hünerli pazarlamacı insanlar da çoğunlukla adlarını pek bilmediğimiz insanlara saat yaptırıyorlar ve satıyorlar. Yani eski tarz üretim yine geçerli. Ustanın adı çoğunlukla saatin üzerinde yazmıyor ki! Onun yerine bir marka var, eskiden pazarlamacıların da adları saatin bir köşesinde yer alırmış. Yani demek istediğim, böylesi çok daha iyi. Çünkü ustalar saat üretmeye devam ediyor, yeni ustalar da yetişiyor. Masaların başında büyüteçlerle santimetrekareye 100-200 parçayı sıkıştıran ölümsüz eller lonca tarzı çalışma sistemi sürüyor.

Yüzlerce yıllık geçmişi olan pek çok sanat artık ölmüşken saatçilik yaşıyor. Bu inanılmaz durum, işte pek  beğendiğimiz ve gösterişte epeyce aşırıya kaçan 'şekerlemeler' sayesinde oluyor. Çünkü bir şekilde sistemin işlemesi, çarkların dönmesi gerek. Yoksa günümüzde pırıl pırıl zihinler kendilerine gelecek olarak bu yüzyılda saatçiliği seçebilir miydi? Can çekişen bir meslek olsaydı kimse saatçi olmak istemezdi. Bugün Almanya'daki, İsviçre'deki saatçilik okullarına dünyanın çeşitli ülkelerinden gelenler var, okuyanlar var. Küçük atölyelerde yaratıcılıklarını konuşturmak isteyen, fiziğin ve mekanik mühendisliğinin sınırlarını zorlayan bağımsız saatçiler de var. Bütün bunların hepsini ultra zenginlerin gözünü kamaştıran o rüküş saatlerden gelen paralar sağlıyor aslında.Ben alabildiğine pahalı ve çirkin saatleri gördükçe, bir yandan nefes kesen mekanizmalar ve mütevazı saatlerin de üretildiğini anlıyorum. Çünkü yapı yekpare aslında. Ön yüze bakanlar başka bir şey görüyor olsa da, arkada gölgeler arasında çok değişik gelişmeler yaşanıyor.

Saat bilimi, bugün her zamankinden daha anlamlı.

Belki inanmayacaksınız ama bence saatçilik altın çağını yaşıyor.

Geçtiğmiz yüzyıllar içinde hiç bu kadar fazla sayıda özgün mekanizma yaratılmamıştı. Saatçilik alanında hiç bu kadar çok patent alınmamıştı. Her gün yeni  bir mekanizma ve yeni bir fikir ile karşılaşıyoruz. Rekabet ve ilerleme hiç bu denli yoğun olmamıştı.

Rolex'ten nefret etmeyin derim. Halen saat dünyasındaki en dirayetli saatleri onlar üretiyor. Ben üretilen çoğu Rolex'i (Milgauss hariç) çirkin bulurum, ancak bu durum Rolex'i takdir etmemi engellemez. Kara mizah örneği olsa da doğru bir söz var, "saatler ikiye ayrılır, Rolex ve diğerleri!" Ben 'diğerleri' bölümünde yaşıyorum. Ama Rolex olmasaydı 'yüksek saatçilik' diye bir şey olmayacaktı belki. Rolex bir başarı öyküsüdür. Üstelik diğer saatleri öldürmeden, sadece kendini daha fazla parlatarak böylesine popüler olmuştur.

Yıldızlara gelirsek, çok haklısınız.

Geceye, gökyüzündeki yıldızlara, devasa bir saatin kadranına bakar gibi bakıyorum ben de. Ayrıca saat bir fikir, bir duygudur esasen, mutlaka zamanı göstermesi gerekmez, bizi, yahut sevdiğimizi göstersin yeter.

Sevgiler"

Glashütte Original ve kadran rengine dair yüzeysel düşünceler

Glashütte Original_Senator Observer _100-14-02-02-04_schwAllig_pr4_red
Glashütte Original Senator Observer 1911 Julius Assmann


Kadranın değişmesi, saati de değiştiriyor.

Nedense beyaz kadranlı saatlerl bana hiç sevimli gelmiyor.

Kar beyazı bir kadran saatte çok çiğ duruyor sanki.

İki saat aynı, sadece kadran farklı.

Oysa gri kadranlı olan daha sıcak ve çok daha gizemli görünüyor gözüme.

Pürüzlü yüzeyine dalıp gidiyorum. Kim düşünmüşse çok iyi etmiş.

Işıkta renk değiştiren, her daim farklı görünen menevişli kadranları seviyorum.

Keşke böyle güzel ve rafine bir zevkin ürünü olan saatler daha ucuz olsaydı.

Glashütte Original_Senator Observer _100-14-05-02-04_schwAllig_pr1_red
Glashütte Original Senator Observer 1911 Julius Assmann


Kaynak: http://www.zeiteisen.at/

Ayrıca bakınız: http://www.monochrome.nl/

RGM




İşte çok temiz tasarıma sahip otomatik bir saat. Tacı da üst sınıf saatlerde görülen güzellikte. Kadran, ibreler ve rakamların sade yapısı da saatin görünümüne çok uygun.

RGM’nin açılımı ise kurucusunun adının ilk harflerinden oluşuyor: Roland G. Murphy. 1992 yılında ABD’de kurulan şirket güzel saatler üretmeye devam ediyor.

RGM bu yıl 20. yaşını kutluyor.

Düşündüm de, benzer bir saati kendi öz kaynaklarıyla üretemeyen ne çok ülke var!

Ayrıntılı bilgi: http://www.rgmwatches.com
 Photo/foto: via http://ninanet.net/watches
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...