BELLEK MÜZESİ OLARAK SAATLER



Yarın sabah saat 10 sularında saat sevdalısı bazı insanlar bir yerde buluşacak ve saatler üzerine bitmek bilmeyen bir sohbete başlayacak. Saatseverler saatlerini, bilgilerini ve heyecanlarını paylaşacak. Yarın yaşanacakları daha sonra fotoğraf ve yazıyla bloga aktaracağım elbette, ancak daha önemlisi bir saat nedir onu anlatmak istiyorum bugün, bileğimizde taşıdığımız bu zaman makinelerinin bir nesneden öte anlamı var mıdır sahiden? İnsan hayatına dahil olan bazı nesnelerin hafızamızda bıraktığı izler, bu nesnelerin gerçek ağırlıklarının üzerindedir diye düşünmekteyim. Saatleri de böyle görmek gerek.

Her saat değil ama bazen bir saat görürsünüz, diğer saatlerin arasından sıyrılır ve gözünüze bir başka görünür. Böyle saatlerin başka bir hâli başka bir havası vardır. Hafıza müzesi gibidir bazı saatler. Tıpkı fotoğraflar gibi, başkaları için bir şey ifade etmeyen bir portre fotoğrafı sizin kalbinizi sızlatıyorsa bu fotoğraf sizin önemlidir, size başka bir zamanı hatırlatır. Saatler de insanlar gibi, kimi iyi kimi kötü, kimi derbeder, kimi derli toplu, kimi kirli, kimi temiz, kimi kibirli, kimi küstah, kimi asil kimi eski giysiler içinde yeni fikirleri, kimi yeni giysiler içinde eski fikirleri, düşünüşleri duyuruyor.

Bazı saatler derviş gibi tevekkül içinde, bazı saatler huysuz, aceleci, yeknesak, boğucu bir tavırda. Bazısı kendini olduğundan büyük gösterme heveslisi, bazısı ise kendini saklamak istiyor, gözden gönüllerden uzakta daha asude bir zamanı göstermek için yakın durmuyor, mesafeli davranıyor, yapan usta öyle düşünmüş, öyle tasarlamış, anlayana.

DE BETHUNE DW1

Robb Report'un Haziran 2009 sayısını alır almaz saatlerle ilgili ne var yok diye baktım hemen. Zaten bu güzel derginin kapağındaki fotoğraflardan birinin Vacheron Constantin Quai de I'Ille olması ve kapakta DÜNYANIN EN İYİLERİ yazması bir fikir veriyor dedim ama, en iyi saatlerin en iyileri sıralamasında yükte hafif pahada ağır olan enn birinci saat derginin kapağında görünen Quai de I'Ille değildi. Birinciliğe layık görülen, butik üretim yapan De Bethune firmasının DW1 (Dream Watch One) silikon titanyum ve platin gibi malzemelerden yapılmış gelişmiş bir mekanizmaya sahip görünüş ve tasarım olarak da ilginç bir saat. Böyle bir saatin benzerini daha önce görmediğim için derginin 12. sayfasındaki saate bakakaldım, daha sonra bloglarda bu saatten söz edildiğini hatırladım sonra ama üzerinde durmayıp geçmişim demek, hafızada bir şey kalmamış.



Saatin cep saatlerindeki gibi tacının tepede olmasını yadırgadım önce ama güzel değişik bir uygulama, aslında çok da değişik değil uzakdoğuya saat üreten firmaların bu tarz saatleri var, dw1'ın özellikleri arasında kurmalı olduğu yazılmış, otomatikler de iyidir ama kurmalı saatleri ezelden beri çok severim. Gerçi saatin alt kısmındaki kanat benzeri çıkıntılar hoşuma gitmedi ama nihayetinde üzerine spotlar tutulunca kendine uzun uzun baktıran bir saat olduğu aşikar.

Ne yalan söyleyeyim bu saati fazla sevamedim ama beğendiğim nokta zirvedeki bir üretim anlayışının araştırma geliştirme ile daha da ilerletilmesi, bulunulan yer ile yetinilmemesi, gelenekten güç almakla beraber hep ileriye doğru gidilmesi, bu saatin arkasındaki fikir de bu, bence önemli olan da bu fikir zaten.



De Bethune DW1 Saatçilik sanatının geldiği noktayı göstermesi açısından ilginç bir saat. Robb Report dergisinin affına sığınarak bir alıntı yapayım:

"Saatin özgün kasası, 6 günlük güç rezervi bulunan kurmalı mekanizma ve patenti De Bethune markasına ait olan ve ayın evrelerini gösteren küre tasarımını çevreliyor. Kasanın arka tarafında küçük bir pencerede güç rezervi göstergesi konumlandırılmış."

Saatin en önemli özelliği denge çarkında, "çarkın kendisi silikondan çevresindeki halka ise platinden üretilmiş. Gümüş rengindeki yassı sistem, kadranın ardında görülebilen , hatta titreşimleri zor da olsa algılanabilen bir mekanizmanın içinde duruyor" demiş De Bethune'un yöneticisi David Zanetta.

De Bethune saatlerindeki denge çarkı üzerinde 2002 yılından beri düşünüyorlar ve yeni düzeneklerinin patentlerini alıyorlar:



Dergilerin böyle kışkırtıcı tarafları vardır, sizi daha fazlasını öğrenmeye çağırır. Ben de öyle yaptım, dergideki fotoğrafları görünce "vay canına" demiştim ama internette biraz araştırınca özellikle horomundi.com üzerindeki DW1 dışındaki diğer De Bethune üretimi saatlerin fotoğraflarını görünce daha da şaşırdım. Bu arada ikinci rüya saatini de üretmişler:



De Bethune 2002 yılında Le locle'daki saatçilik okulunun eski eğitimcilerinden Denis Flageollet ve koleksiyonculara danışmanlık yapan saat uzmanı David Zanetta tarafından kurulmuş bir şirket, bugüne dek ürettikleri saatler hep bir arayışın ürünü olan yapıtlar. Yüzlerini geleceğe çevirdikleri internet sitelerindeki "Le futur, manufacture" ibaresinden de anlaşılıyor.

DENİZLERİN ZAMAN MAKİNESİNİ YAPAN ADAM: JOHN HARRISON

Yüzlerce yıl önce denizciler boylamı tam olarak hesaplayamadıkları için çok sayıda ölümlü deniz kazası yaşıyordu. Örneğin sadece 22 Ekim 1707’de 4 İngiliz gemisi yön tayininde yaşanan sorunlar yüzünden parçalanınca kazada 1647 kişi öldü. Boylamın bilinememesi nedeniyle uzun deniz yolculukları daha bir uzuyor, ekonomik zararları bir yana denizciler sağlıklı beslenemedikleri için türlü hastalıklardan dolayı acı çekerek ölüyorlardı.

Zamanı kullanarak boylamı hesaplamanın ilk şartı ise iki farklı yerde saatin kaç olduğunu bilmekten geçiyordu.

Gemma Frisius 1530 yılında 22 yaşındayken, boylamı bulmak için mekanik bir saat kullanma fikrini öne sürdü. Aradan 200 yıl geçtikten sonra bu fikri çağının ötesinde bir zekaya sahip saat ustası olan John Harrison gerçekleştirdi.

John Harrison, zamanın hatasız bir şekilde ölçülebilmesi ve bu ölçümü yapan makinenin taşınabilir olması konusunda uzmanlaşarak denizciliğin 1700’lere dek süregelen boylam sorununu neredeyse tek başına çözerek bir efsane oldu.

Aslında ilk büyük saat ustası olarak kabul edilen Christiaan Huygens, Harrison’dan yaklaşık 100 yıl kadar önce denizde kullanılmak üzere bazı saatler tasarlamıştı ancak güvenilir ve dakik bir deniz zamanölçeri yapmanın güçlüklerini tam olarak aşamadı. Neticede aralarında bilim tarihinin önemli simalarından Isaac Newton gibi kişiler bile boylam sorununun saat kullanılarak çözülemeyeceğine karar verdi.

Zamanı kullanarak boylamı hesaplamanın ilk şartı iki farklı yerde saatin kaç olduğunu bilmekten geçiyordu.

1714 yılında Britanya’da Boylam Kanunu kabul edildi. En yüksek ödül 20.000 sterlindi. O dönemde bir işçinin aylığı ancak 1 sterlin olduğundan bu para ödülü çok büyüktü.

John Harrison birmekaniğe çok meraklı bir marangozdu aslında ve ahşap saatler üretiyordu. Pirinç ve çelik gibi maddeleri ise sadece gerekli yerlerde kullanıyordu. Yaptığı ahşap saatler öylesine sağlamdı ki bugün bile çalışmaya devam ediyorlar.

1722’de yaptığı ilk kule saatinde normalde yağlanması gereken parçalar, kendi yağını salan kerestesi oldukça sert olan peygamberağacından yapıldığı için yağlanması gerekmeyen bir mekanizmaya sahipti. Bu saat Brocklsby Park’ta aradan 300 yıl geçmesine rağmen 1884 yılında işçilerin bakımını yapmak için durdurdukları zaman hariç durmaksızın işlemeye devam ediyor.

John Harrison 1730 yılında Londra’ya vardığında fikrini ilk anlattığı kişi Boylam Kurulu üyesi Edmond Halley oldu. Halley kurul üyelerinin bir saat kullanarak boylam sorununu çözme fikrine sıcak bakmayacaklarını bildiği için Harrison’ı ünlü bir saat ustası olan George Graham’a gönderdi.

Bildiklerini, öğrendiklerini kendine saklamayan bunları diğer saat ustalarıyla paylaşan “dürüst” lakaplı George Graham, Harrison’ın çizimlerindeki dehayı farkederek kendisini himayesine aldı ve maddi destekte bulundu.

Harrison 5 sene süren uğraşısı sonucu H-1 adını verdiği ilk saatini gerçekleştirdi. H-1 görünür olduğunda kendisinden önce yapılan saatlere hiç benzemiyordu, garip görünüşüyle kendisinden sonra üretilen saatlere de benzemedi.

H-1 yapılan ilk deniz yolculuğu testini başarıyla geçti.

Harrison, Boylam Kurulu’ndan daha iyi bir saat yapmak için destek istedi, 2 yıl sonra ortaya H-2 çıktı. Devrimci yeniliklere sahip bu zamanölçer zorlu testlerin hepsini geçti. Ancak mükemmeliyetçi bir insan olan Harrison bu saatten hoşnut değildi.

Bu arada seneler hızla ilerliyordu: Yapımına başladığında 48 yaşında olan Harrison’ın H-3’ü yapması 19 yılını aldı. İki yılda bir kule saati yapan, dokuz yılda dünya saat tarihini değiştiren ölçüde yenilikler barındıran 2 deniz saati üreten Harrison’ın H-3 için böylesine zaman harcamasına tarihçiler bir açıklama getiremiyor. 753 parçadan oluşan H-3 üzerindeki yenilikler ise günümüzde termostatlarda ve sıcaklık kontrol aletlerinde kullanılıyor.





Ancak zor beğenen Harrison yaptığı bu saati de beğenmiyordu. Aslında H-3’ü yaparken fikrini değiştirmişti. Cep saati boyutlarında bir deniz saati yapmaya karar verdi.

H-3’ten 4 yıl sonra H-4 dünyaya geldi. Bir cep saati olarak çok büyüktü (çapı 12,5 cm) ancak bir deniz saati olarak çok küçüktü (ayrıca mekanizmasının üzerinde John Harrison ve oğlu, MS 1759 yazıyordu). Romen rakamlarının saati, Arap rakamlarının saniyeyi gösterdiği bu saat devrimci özellikleriyle yeni bir çağın başlangıcını simgeliyordu.

Zamanın garip bir cilvesi olarak Ulusal Denizcilik Müzesi’nde milyonlarca ziyaretçi çeken bu saat çalışmıyor. Müze yöneticileri H4’ün kötü ellerde hoyrat kullanıldığı ve yeterince zarar gördüğünü düşündükleri için saatin çalışmasını istemiyor.

Bütün olumlu gelişmelere rağmen saatlerin bir boylam bulma aygıtı olamayacağını, astronomik yöntemlerin çok daha uygun olduğunu düşünen, son derece inatçı bir kişiliğe sahip olan Nevil Maskelyne, ödülün Harrison’a verilmesini engelledi.

Fakat Harrison ölmeden önce H-5’i de bitirdi.



Boylam Kurulu’nun Harrison’dan inatla esirgediği ödülü ancak Kralın baskısıyla Meclis verdi -o da bir kısmını-. Böylece ölmeden önce yaşadığı derin haksızlığın telafisine bir ölçüde tanık olan ve 1773 yılında onurlandırılan 1693 doğumlu John Harrison daha fazla yaşamadı, 24 Mart 1776’da 83 yaşında her fani gibi o da öldü.

Kitapta mekanik saatlerde çok yaygın olarak kullanılan bağımsız manivela maşayı icat eden Thomas Mudge (1714-1794), pimli tetik maşayı geliştiren John Arnold (1735-1799), deniz kronometrelerini kusursuzlaştıran Thomas Earnshaw (1749-1829) gibi diğer hatırı sayılır şahsiyetler hakkında ayrı ayrı bilgi verilmiş.

Konuyla ilgili ilk Boylam kitabının da yazarı olan Dava Sobel, yazdığı eserin genişletilmiş versiyonu olan ikinci kitabın diğer yazarı olan olan Harvard Üniversitesi’nin Tarihi Bilimsel Aletler Koleksiyonu Müdürü William J. H. Andrewes ile bir usturlab sergisinde tanışmış. Andrewes bu tanışmadan iki yıl sonra Dava Hanımı bir boylam sempozyumuna çağırmış. Sempozyum için gittiği vakit Ulusal Saat Koleksiyoncuları Derneği üyesi 500 kadar katılımcıyı İngiliz dahi John Harrison’ın 300. Doğum gününü kutlarken görmüş böylece “Boylam” kitabı yazarın zihninde filizlenmeye başlamış. William J. H. Andrewes, Harrison’ın yaptığı saatlerin sergilendiği Eski Kraliyet Gözlemevi ve Ulusal Denizcilik Müzesi’ndeki saatlerin bakımı üstlenmiş ve ustanın yapımını tamamlayamadığı bir ahşap saati işler duruma getirmiş. İşte bu iki meraklı biliminsanı birlikte, TÜBİTAK’ın Türkçeye çevirme ferasetini gösterdiği kitabı yazmış.

Kitap neredeyse mükemmel, yine de bir eleştirim var: Boylam kitabında “tüm zamanların en verimli saat yapımcısı ve saatçilik yazarlarından” diye takdim edilen Ferdinand Berthoud’dan söz edilmiş ancak keşke 1815 yılında Deniz kuvvetlerinin saatçısı olarak Berthoud’nun ardından onun yerine geçen ve tartışmasız saat dünyasının dev isimlerinden biri olan büyük mucit Abraham Louis Breguet birkaç sözcükle anılsaydı keşke, ancak adı bile anılmıyor ne yazık ki.

Bu kitabı okuyunca bir kez daha anladım ki saat insanlık tarihinin ortak mirası ve hazinesi. Saat dünyasının da bir milliyeti yok aslında; Hollandalılar, Amerikalılar, İngilizler, Polonyalılar, Türkler, Araplar, Fransızlar, İtalyanlar, Almanlar veya İsviçreliler saat tarihinin en onurlu sayfalarında birlikte gülümsüyorlar.

Özetle “Boylam”, bilhassa saat meraklılarının el altında bulundurması gereken eşşiz bir yapıt.



Gezinen Bir Gölgedir Hayat

Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör
sahnede bir ileri, bir geri saatini doldurur
ve sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldır
gürültücü bir salağın anlattığı
ki yoktur hiç bir anlamı.


William Shakespeare

150 YAŞINDA VE 4 TON AĞIRLIĞINDA BİR GÜZEL



31 Mayıs 1859 günü dünyaya merhaba diyen Londra'nın ve Büyük Britanya'nın önemli sembollerinden biri olan Big Ben saat kulesi 150 yaşına bastı ve yeniden gündeme geldi. Bu ihtiyar dev hakkında geçtiğimiz günlerde epey haber çıktı. Bu haberlerden biri şöyle:

Big Ben'in bakımından sorumlu olan Mike McCann, Viktorya dönemi mühendisliğinin ürünü olan saatin iyi durumda olduğunu belirterek, "150 yıldır Big Ben'i haftada üç kez kuruyoruz" demiş.

Birçok kişinin Big Ben'in elektronik olduğunu sandığını söyleyen McCann, saatin bütün aksamının mekanik olduğunu, ağırlıklarla çalıştığını ve belirli aralıklarla kurulması gerektiğini belirtmiş.

McCann, "Big Ben'in asıl bakım işi haftada üç kez kurmak, yağlamak ve onu zamanı doğru gösterir halde tutmak" dedi.

Saati yapmaya başlayan kişi Edward John Dent ama bitirmek Frederick Rippon Dent'e nasip olmuş.

Big Ben hakkında:

1. Big Ben, Wikipedia
2. THE STORY OF BIG BEN

Dent saatçilik hakkında: History of Dent

(Fotoğraf: Daily Mail)

BABAMIN SAATİ



Tübitak'ın çıkarttığı güzel kitaplardan birinin adı "Boylam" (The Illustrated Longitude).

Hiç de saatlerle ilgili bir kitap gibi durmuyor oysa dahi bir saatçi olan John Harrison'ı ve denizde zamanı öğrenmek için icat edilen kronometrenin tarihçesini anlatıyor bu kitap, baskısı da mükemmel. Kitabın yazarları Dava Sobel ve William J. H. Andrewes. Çeviren Miyase Göktepeli. Temiz bir çeviriye sahip bu kitap kitabevlerinde hak ettiği yerde durmuyor. Bir de görevlilere "Saatlerle ilgili kitap var mı?" diye sorduğumda bu kitaptan hiç söz eden olmuyor. Kitap çok kaliteli bir baskıya sahip, şömizli lüks bir cilt için 12,50 lira verdim ki çok ucuz.

Neyse "Boylam"ı okumaya daha yeni başladım, henüz 35. sayfadayım. Bitirdiğim zaman bu dahi saatçi hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Fakat bir bölümde John Ciardi'nin bir şiirini gördüm ve çok hoşuma gittiği için buraya almak istiyorum, önce şiirin giriş kısmının özgün hali, sonra çevirisi (şiirin tamamı ise şurada):

My Father’s Watch

By John Ciardi

One night I dreamed I was locked in my Father’s watch
With Ptolemy and twenty-one ruby stars
Mounted on spheres and the Primum Mobile
Coiled and gleaming to the end of space
And the notched spheres eating each other’s rinds
To the last tooth of time, and the case closed.


***

Babamın saati

Bir gece rüyamda, babamın saatinin içindeydim
Ptolemaios ve yirmi bir yakut yıldızla beraber
Kürelerin ve gökkürelerin üzerine dizelenmiş
Uzayın sonsuzluğuna sarmalanmış ve ışıl ışıl
Ve kürelerin dişlileri zamanın son çarkına kadar
Birbirinin kabuğunu kemirirken,
saatin kapağı kapandı.

John Ciardi

(Çeviriyi kendi zevkime göre bozdum biraz, doğrusu için kitaba bakınız)

Kitaba tekrar dönersek, içindekiler sayfasına bakmak bir fikir verebilir:



Kitabın özgün kapağı ise şöyle:

ENKİ BİLAL'İN SAATİ: HYPERION






Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde sadece "Zamanın Görünen Yüzü: Saatler" sergisi yok. Bir de çizer Enki Bilal'in harika bir sergisi var. Enki Bilal bir çizgi ustası, kendine has bir üslubu var. Yani adı olmasa da bir çalışmasını görünce Enki Bilal'in olduğu hemen anlaşılıyor.

Sergi olağanüstü güzellikte ama daha da güzeli bence görünce şaşırdığım sanatçının tasarladığı bir saat olan Hyperion oldu. Saat Ekim 1998'de sadece 1000 adet üretilmiş. Hyperion 25 taşlı ve İsviçre otomatik bir mekanizmaya sahip, büyük ihtimmale ETA'dır diye tahmin ediyorum.

Meraklısına Hyperion hakkında pek İngilizce kaynak yok. Anca Fransızca olarak arayınca bir şeyler geliyor:

* [montre hypérion]

** Hypérion, la (très chère) montre signée Bilal

*** LA MONTRE HYPERION D’ENKI BILAL

"SAAT USTASI"

Vedat Nedim Tör Müzesi'ndeki "Zamanın Görünen Yüzü: Saatler" sergisini tekrar gezdim. Sergiye eklemeler yapılmış bu arada, bazı saatlerin de yeri değiştirilmiş. Yeni bir sergiyi gezer gibi oldum.

Sonra oturup Recep Gürgen ustanın bir saati tamir etmesini izledim. Ali Kazma'nın hazırladığı bu video çalışmasını ihmal etmişim, baştan sona izledim, sonra tekrar izledim, çok güzel bir iş.

Ali Kazma'yı tebrik etmek gerek, sanatçıların bu tür konuları dert etmesi, üzerinde düşünmesi dahi çok önemli bence. Çünkü tamirciler görünmeyen kahramanlar gibi, bir saatin üretildikten sonraki hayatı üzerinde kimlerin emeği olduğunu pek düşünmüyoruz, fakat bu görüntülerde ağır bir hastayı sağ ve salim ayağa kaldırır gibi, ustanın ince ince birçok parçayı önce birer birer ayırması sonra temizleyip düzenleyip, düzeltip her bir parçayı yeniden yerli yerine oturtmasının bütün aşamaları belgelenmiş.

"Ali Kazma kim ola?" derseniz, Mimarlar Odası Genel Merkezi'nin internet sitesinden bir alıntı ile yanıt vereyim:

“Saat Ustası” (2006) Recep Gürgen’i, bir 19. Yüzyıl Fransız saatini tamir ederken gösteriyor.

"Ali Kazma 1971 yılında, şu anda yaşadığı ve çalıştığı İstanbul’da doğdu. Yüksek lisansını New York’taki Yeni Toplumsal Araştırma Okulu’nda (New School of Social Research) yaptı. Videoları günümüz ekonomisinde çalışmaya karşı emeğin anlamı ve önemi hakkında temel sorular sorar. Kazma, 2005 yılından beri, bakım, tamir, üretim ve yaratmaya ilişkin insan etkinliklerini belgeleyen ve “Engellemeler” adını verdiği bir video dizisi üzerinde çalışıyor. Tek başına, göze çarpmadan, doğal ışıklarla ve asistansız çekim yaparak, kaydettiği etkinliklerin ritmini ve konsantrasyonunu koruyor. “Engellemeler” modüler bir çalışma, yani videolar, farklı gerilimler ve bölümlerle bütünde yeni olası okumalar yaratma amacıyla, farklı konfigürasyonlarda gösterilebilir."



Saat Ustası / Clock Master (2006)

Not: Ne yazık ki video artık çalışmıyor. İnternete güven olmuyor çünkü.

RAHMİ KOÇ MÜZESİ'NDEKİ SAATLER

Geçen hafta çocukları alıp Rahmi M. Koç Müzesi'ne gittik. Yetişkin olduğum için 9 TL ilköğretim ikinci sınıfa giden büyük oğlum için de 4,5 TL ödedim, öğrenci iken gezdiğim müzeleri düşündüm, özellikle İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni ve Ayasofya'yı severdim, oralarda saatlerce oyalanırdım, gerçi bırakmış değilim, ne zaman fırsat bulursam geziyorum yine.

Rahmi M. Koç Müzesi ise son yıllarda kanıma girdi. Oğullarım arabalara, motosikletlere ve uçaklara bayılıyorlar. Müze de çok büyük, bakılacak incelenecek o kadar çok nesne var ki, bu kaçıncı gidişim ancak yine tam olarak gezdim diyemem.



Her defasında saatlere takılıyorum elbette. Müzenin çeşitli yerlerinde tarihsel olarak önemli çok ilginç saatler sergileniyor, özellikle daha ıssız olan Lengerhane'deki saatler hakkında kitap yazılır, özellikle kadranı olmayan, zamanı çan sesiyle haber veren Strasbourg Turret Saati hakkında. Fakat saatçi dükkanındaki saatler bir başka. Daha eğlenceli ve canayakın bir bölüm bu, çünkü halen yaşayan örnekleri var. Çocuklar arabalara, motosikletlere ve uçaklara bayılıyorlar ben de bu küçük dükkandaki saatleri çok seviyorum.



Saatlerle insanların arasındaki görünmeyen bağ bazen son derece somut bir şekilde insanın karşısına çıkıyor. İnsanların beğenilerinin zamanla değiştiğini, bazen çok süslü şeylere düşkün olduklarını, bazen sade olanı tercih ettiklerini görüyorsunuz.

KULAKTAN KALBE: ORIS

1904 yılında doğan, adını ise kurulduğu bölgedeki vadiden alan Oris, zamanın şarkısını söylemeye başlayalı 100 yılı geçti ve üstüne yeni yılları eklemeye başladı.

Oris kelimesinin kökeni Orusz, su yolu, ırmak yani akarsu anlamında, sadece mekanik saatler üreten bir şirket için bundan güzel tarif de olmaz zaten. Zaman su gibi akıp gidiyor.

Oris saatleri 4 aileden mürekkep: Motor sporları, havacılık, dalış ve kültür. Benim ilgimi kültür ailesi çekiyor elbette. Bu ailede çoğunluk caz müzisyenlerinde. Ama arada bir matematikçi, bir de çok sevdiğim Bob Dylan da var. Bütün bu isimlerin ortak noktası klasik ve özgün olmaları. Oris tarafından hatıraları onurlandırılan, insan kalbine dokunan eserlerin yaratıcısı olan müzisyenlerin ismini sayarsak ne demek istediğim daha iyi görülecektir: Miles Davis, Charlie Parker, Dizzy Gillespie ve çok sevdiğim Duke Ellington, hepsi baba müzisyenler. Ayrıca Oris, Londra'da düzenlediği festivallerde Sabahat Akkiraz'ı da tanıtmış ve müziğimizin başka kulaklara da akmasına olanak sağlamıştı.

Oris saatlerine olan sevgim Tevfik Aydın’ın vitrinine bakarken çoğaldı. Hep söylüyorum yolum ne vakit Sirkeci’ye düşse bu saatlere bakmadan geçmez olmuştum. İlk başta kendine özgü duruşunu sevdim, sonra yavaş yavaş gönlümü çelmeye başladı. Bu saatlerin ortak noktalarını fark etmemek mümkün değil: Kendine güvenen, sakin bir duruşu olan ve hiç şaşırtma telaşında olmayan bir hava.

Böylece Oris hakkında daha fazla bilgi edinmeye başladım, fakat dergilerde gazetelerde insanın kafasına kakılan, gözüne sokulan saat markalarından biri olmadığı için daha bir sevdiğimi söylemem lazım.

Oris yalnızlığı seven, dirençli ve hiç yılmayan insanlara benziyor. Bir gün hayran olduğum Şule Gürbüz’ün bileğinde de kadınlara çok yakıştığını düşündüğüm oval biçimli bir Oris görünce daha bir sevindim.



Oris saatlerini bunca çekici kılan nedir diye düşünüyorum. Birincisi bu saatler çok temiz. Her Oris, su gibi çıplak ve açık. Zerre abartı yok, her parçanın bir amacı var. Temiz bir işçilik hemen göze çarpıyor. Bütün Oris’ler incelikli ama güçlü bir yapıya sahip. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de her Oris saatinin arkasında duran bir fikir var, bir kişiden veya bir nesneden yola çıkarak tasarlanıyor. Burada şirketin yenilikçi tavrını takdir etmemek mümkün değil. Sınırlı sayıda üretilmiş modellere ağırlık verilmesi de güzel. Elbette saatin değerinin zamanla artıyor olması her koleksiyoncu için önemlidir, fakat koleksiyoncu olmayıp da sadece saatini sevenler için de bu keyifli bir unsur.

Bir de şirket politikası var ki bence asıl üzerinde durulması gereken belki de budur: Kaliteyi olabildiğince uygun fiyatla sunmak. Bazen gazetelerde dergilerde haberlere konu olan kimi saatlerin dudak uçuklatan fiyatlarını görünce şaşırmadan edemiyorum, elbette o parayı hak ediyorlardır fakat bu kadar ihtişamlı saatler amacından uzaklaşmış gibi geliyor bana. Oysa kaliteli bir sayısal fotoğraf makinesi (DSLR) fiyatına satılan Oris saatlerinin değil 1 fotoğraf makinesi, 10 fotoğraf makinesinden daha da uzun bir ömrü var.

Oris başka türlü bir şirket. Ürettikleri saatler ince bir zevkin ve kültür mühendisliğinin ürünü. Bu yüzden her çıkardıkları saat klasik oluyor. Çılgınca şeyler de yapmıyorlar, satışlarını artırmak için korkunç kampanyalar düzenlemiyorlar, hem müzisyenleri takdir ediyorlar hem müzikseverleri. Bu duruma en çok sevinen de müzik aşığı saatseverler oluyor.

Oris ülkemizde Pırlant tarafından temsil ediliyor. Pırlant 1976 doğumlu bir kuruluş. RobbReport dergisinde yayımlanan Hayrettin Akpınar söyleşisinden ve saat müzesi girişiminden söz etmiştim. Umarım bu müze gerçek olur, bir de temennim var Pırlant temsil ettiği gibi Oris gibi 100 yılı devirsin istiyorum. Türkiye'de köklü kurumların çoğalması toplumsal hafızayı da güçlendirir diye düşünüyorum. Hep sözünü ettiğim Tevfik Aydın kaç yılında kurulmuş diye baktım ve tarihi görünce paylaşayım istedim: 1889! Nice yıllara :)

Gizli Yüz



Bu sıralar eşelendiğim SürrealPisi blogundan yola çıkıp "Gizli Yüz" filmi ile ilgili bir şeyler ararken karşıma çıkan Ekşi Sözlük'ten bir madde çıktı, Atlantisten Gelen Zekiye'nin güzelim kaleminden dinleyelim:

"Ömer kavur'un nahif ve gerçeküstücü bir anlatımla perdahladığı bu film, belki de en bireysel çalışması olması hasebiyle estet dilinin sınırlarında gezinir bolca..

Filmin üzerine kurulmuş olan tema, vaktiyle Metin Erksan'ın pek latif filmi olan Sevmek Zamanı'nda da karşımıza çıktıydı: "Surete meftun olma ve bir suretin peşinden gitme"..

Kadın (Zuhal Olcay), bir fotoğrafçı (Fikret Kuşkan)nın Rum meyhanelerinde çektiği resimlerde, öteki'nin o hep peşinde olduğu yüzünü aramaya başlar.. Nihayetinde bulduğu yüz, bir saat tamircisinin yüzüdür (Rutkay Aziz'dir bu yüzün sahibi de)..

Ve bir arama serüveni başlar böylece; lakin saatçı, dükkanını da kapayıp sırra kadem basmıştır.. Kadın ve fotoğrafçı, zemberekler, pandüller, kuleler arası bir zamanın peşisıra aramaya devam ederler adamı ve yüzünü.. Nitekim kadın da, kum saatini ters çevirir ve ortadan kaybolur, saatçının yazgına ortak olarak..

Geriye kalan fotoğrafçının halini anlamak zor olmaz herhalde.. Bu üç suret, birbirlerinin "yok"luğuna aşık bir varlık olur çıkarlar işte velhasıl..

İnsanın sürgit arayışına bir güzelleme olan filmin, edebiyattaki muadilleri de aklıma gelmeden edemedi imdi.. Ne ise, daha fazla gözleri doldurmadan kapatalım bu bahsi Mümtaz.."

Ayrıca filmde geçen bir diyalog var, hidden lethe yazmış:

"Ne olmasını istersin en çok?"

"İnsanlara saatleri anlatmak isterdim.

mekanizmaların inceliğini...
yayların korkunçluğu...
çarkların karanlığını...

şimdi kimse
saatlerin farkında bile değil.

belki bunun için, insanlar kederli

belki bunun için,
kendi hikayelerini bile anlatamıyorlar

akreple yelkovanın arkasında nasıl bir can vardır
hissetmiyorlar bile.

İnsanlara
saatlerın sırrını anlatabilmek isterdim.

O zaman uykudan uyanır gibi dünyaya yeniden gözlerini açarken
kederlerinden kurtulurlar
belki
kendi hikayelerini bile anlatabilirler
."

[Desen: SürrealPisi blogundan alınmıştır.]

Pilli ve Mekanik saat arasındaki farklar


Daha önce Ekşi Sözlük'te katkıda bulunduğum 'Canon ile Nikon arasındaki farklar' maddesinden esinlenerek pilli ve mekanik saatler hakkında yarı şaka yarı ciddi değerlendirmeler:

- Pilli saatler erkeklere, mekanik saatler kadınlara benzer.

- Pilli saatler hafiftir, mekanik saatler ağır.

- Pilli saatler süslüdür, mekanik saatler sade.

- Pilli saatler akılcıdır, mekanik saatler duygusal.

- Pilli saatler soğuktur, mekanik saatler sıcak.

- Pilli saatler gevezedir, mekanik saatler susmayı sever.

- Pilli saatler aldatabilir, mekanik saatler vefalıdır.

- Pilli saatler sayısal verilere, mekanik saatler analog verilere güvenir.

- Pilli saatler sıkıntı, mekanik saatler heyecan vericidir.

- Pilli saatler likör, mekanik saatler şarap gibidir.

- Pilli saatler okumayı, mekanik saatler yazmayı sever.

- Pilli saatler su gibidir, mekanik saatler toprak.

- Pilli saatler sevgidir, mekanik saatler aşk.

- Pilli saatler şımarıktır, mekanik saatler akıllı uslu.

- Pilli saatler görevdir, mekanik saatler tutku.

- Pilli saatler pop müzik, mekanik saatler klasik müziğe benzer.

- Pilli saatler Madonna'dır, mekanik saatler Hande Özyürek.

- Pilli saatler hedefe adım adım ilerler, mekanik saatler koşarak.

- Pilli saatler yol sormaz kaybolur, mekanik saatler gideceği yeri bilir.

- Pilli saatler romandır, mekanik saatler şiir.

- Pilli saatler çöp üretir, mekanik saatler hatıra.

- Pilli saatler ancak kuşatır, mekanik saatler ise fetheder.

ForumDonanımHaber



"Teorik değil de pratik bilgiler lazım bana" diyen bir arkadaşımı daha ForumDonanımHaber'in saat forumuna yönlendirdim. Biliyorsunuz saat konusunda Türkçe içerik son derece az, doğru dürüst kitap dahi yok. Bir kitabevine girin ve saatlerle ilgili kitapları sorun, en büyük kitabevinde dahi önünüze bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda kitap konacak ve büyük bir ihtimal bunlar istediğiniz şeyler olmayacak. Yayınevleri bu konuya hiç önem vermiyor oysa Fransızca, İngilizce veya Almanca külliyata baktığınızda karşınıza yüzyılların birikimi çıkıyor, utanıyorsunuz. İnternet bu konudaki duvarları yıkıp kendisini geliştirmek için bir fırsat. Azıcık dil bilen için hele büyük bir bilgi birikimi var.

Bu nedenle de bloga bir kez daha yazmak istedim. ForumDonanımHaber'deki saatlerle ilgili bu forum pratik pek çok bilgi içeriyor. Hem artık forum epeyce büyüdü ve 120. sayfayı da devirdi. Üstelik bu aynı konudaki ikinci forum, birincisi sitenin yöneticileri tarafından haksız yere silinmişti. Neyse ki şimdi sağduyulu bir yönetim anlayışı mevcut ve forumdaki arkadaşlar da forumun ciddiyetinin bozulmaması için çaba gösteriyorlar.

Polemik, Teng, Azizim, axiaziz, bravoecho ve watcher6150 isimli üyeler soru soranlara yardımcı oluyorlar veya bildiklerini paylaşıyorlar. Ben bu forumdan çok şey öğrendiğimi daha önce yazmıştım. Her sayfada yeni bir şeyler öğrenmeye de devam ediyorum.

[Fotoğraf: Recep Gürgen Ustanın atölyesinden, 20 Mart 2009]

Mineli saatler, Graham'in tarihçesi ve küçük şirket büyük şirket ortaklığı



Başlıktaki yazılar RobbReport'un Nisan sayısında yer alıyor.

Derginin kapağındaki 'ağır' evi görünce korkarak, galiba saatlerle ilgili bir şey yok bu sayıda, diye düşünmüştüm ve fakat öyle değilmiş, hele büyük saat şirketlerinin kendi alanında uzmanlaşmış küçük şirketlerle işbirliğine gittiğinden ayrıntılı olarak söz edilen yazı her saatsever için gönülçelen türden (gönülçelen demişken J.D. Salinger'a selam).

Ultra gelenekçi Patek Philippe'in mineli saatleri ile ilgili yazı da uzunca ve dolu dolu. Dergi güzel, okumakta fayda var.

KURT KLAUS: “BENİ HALÂ HEYECANLANDIRAN SAAT DEĞİL, SAATİN İÇİNDEKİ MEKANİZMADIR”



[Bu yılın Başlarında Hello! dergisinde bir söyleşi yayımlandı. Bu söyleşide IWC’nin efsane isimlerinden biri olan Kurt Klaus tatlı diliyle IWC hakkında bilgi verip, saatler hakkındaki düşüncelerini anlatıyordu. Söyleşiyi okuyamayanlar vardır diyerek –ben de tesadüfen gördüm çünkü- www.mekaniksaat.com’a aktarmak istedim. Söyleşiyi yapan Ayça Sarıca’nın affına sığınarak başlığı değiştirdim, kimi yerlerde eklemeler, çıkartmalar ve kendimce düzeltmeler yaptım. Mesela bir yerde usta Klaus bir tarihi yanlış söylüyor –ki buna pek ihtimal vermiyorum-veya söyleşiyi yapan yanlış anlıyor ve sonuç olarak kayıtlarda olmayan hatalı bir tarih söyleşiye girmiş oluyor, ayrıntıların önemli olduğunu düşünerek bunu düzelttim. Bu sohbetin hem İsviçre saat endüstrisinin coğrafi konumu hem de IWC hakkında hoş bilgiler içeren bir söyleşi olduğunu düşünüyorum bu yüzden Hello! dergisinin sayfaları arasında unutulmasına gönlüm razı olmadı. Dergiye bakarak yazdığım için de kimi yerlerde hatalar yapmış olabilirim, hoş görülsün lütfen. İyi okumalar dilerim.]

Kurt Klaus, efsane saat ustası Albert Pellaton’dan sonra yıllarca IWC’nin teknik yöneticiliğini ve Araştırma Geliştirme bölümünün başkanlığını yaptı. Bu gün teorik olarak emekliye ayrılmış olsa da halâ IWC ile birlikteliğine devam ediyor.

Kurt Klaus mekanik saat alanında bir lider, teknik bir deha olarak kabul ediliyor. 18 yıl önce ilk IWC Da Vinci’yi yarattı. Kendisi Da Vinci koleksiyonunun babası olarak da tanınıyor. 50 yılı aşkın süredir IWC Schaffhausen’da bulunan Kurt Klaus çalışmalarını HELLO!’ya anlattı.

HELLO!: IWC’nin doğuşunu bize anlatır mısınız?

Kurt Klaus: 140 yıl önce Amerikalı bir saat ustası vardı. Boston’da bir saat firmasının başındaydı. Ama Amerika’da çalıştığı saat ustaları ile hep sorunlar yaşıyordu. Ve dünyadaki en iyi saat ustalarının İsviçre’de olduğunu biliyordu. Çok yaratıcı bir insandı ve hep yeni fikirlerle doluydu. 140 yıl öncesi için çok yenilikçi bir fikir olan saatleri makineleri kullanarak üretme fikrine sahipti. Bu fikrini Atlas okyanusunu geçerek İsviçre’ye kadar gidip gerçekleştirdi.
Aynı dönemde İsviçre’de Schaffhausen’da su santralı inşa etmiş bir mühendis vardı. Oradaki şelalelerin gücünü elektrik enerjisine çevirebilen bir santral inşa etmişti. Bu dönemde elektrik yoktu tabi. Elektrik enerjisi olmadığından bu şelalelerin ürettiği gücü fabrikalara kanalize eden bir sistem inşa etti. İsviçre’de bu sistemi kuran mühendisle, Amerika’dan gelen saat ustası birleşerek İsviçre’de saat üretmeye karar verdiler. IWC yani “Internatonal Watch Company” bu uluslararası bilgi birikiminden yaratıldı.

HELLO!: IWC ailesine ne zaman katıldınız?

Kurt Klaus: İsviçre’nin iki kısmı var. İkiye ayrılıyor. İsviçre’nin batı kısmında ağırlıklı olarak Fransızca konuşuluyor. Doğu kısmında ise Almanca konuşuluyor. Ben doğu kısmında Almanca konuşulan bölgedeyim. Bütün saat üreticileri de batı kısmında yoğunlaşmış durumdadır. Doğu kısmında ise bir tek IWC’nin fabrikası var. Ben batıda eğitim gördüm, çünkü burada endüstri daha yoğun. Mezun olduktan sonra da kendi doğu tarafıma dönmek istedim ve bu sebeple IWC’yi tercih ettim.

HELLO!: 140. Yıldönümü için bu özel koleksiyondan biraz söz eder misiniz?

Kurt Klaus: IWC bu yıl 140. Yıldönümünü kutluyor. Bunu kutlamak adına Vintage koleksiyonunu çıkardık. Vintage koleksiyonuna dahil etmek için her bir ürün ailesinden bir model alındı ve [koleksiyon] yeniden güncelleştirildi.
140 yıllık bir marka olan IWC için en önemli tespitlerden bir tanesi de; ürün ailelerinden oluşan bir marka olması. Mesela pilot saatleri ailesi var. Her bir ailenin kendi tarihi ve güçlü bir geçmişi var. Pilot saatinden örnek verirsek; 1936’da havacılığın [ciddi anlamda] ilk başladığı yıllara denk geliyor. Özellikle o dönemde İngiliz hava kuvvetleri için özel olarak üretilmeye devam edilmiş.
Mesela Portekizli anlamına gelen [Portuguese] saat ailesinin de güzel bir öyküsü var: 1940’lı yıllarda [1930’larda olacak, çünkü ilk Portuguese saatinin üretim tarihi elimdeki –Annual edition 2008- IWC kataloğuna göre 1939] iki Portekizli [Rodrigues ve Teixeira isimli] tüccar Schaffhausen’a geliyor ve çok özel [denizaşırı yolculuklarda kullanılmak üzere su geçirmez ve denizcilik şartlarına uygun bir kronometreye sahip- çünkü o güne kadar denizci kronometreleri ancak statik ve büyük boyutlarda üretilebiliyormuş] bir saat sipariş ediyorlar. Bu saatin kolda taşınabilmesi gerekiyor. O dönemde cep saatleri var. Cep saatleri çok hassas ve zamanı doğru gösteren saatlerdir. IWC bu saatleri alıyor ve kol saatine uyarlıyor.

HELLO!: Saat sektörüne girme fikri nerden ortaya çıktı? Hayalinizde olan bir meslek miydi?

Kurt Klaus: Daha küçük bir çocukken başladım. Hep böyle ufak şeylerle mekanizmalarla ilgileniyordum. Evde dağılmış teknolojik şeyleri birleştiriyordum ama bu birleştirdiğim şeyler genelde ufak şeyler oluyordu. Dolayısıyla benim için ya bir müzik aleti olacaktı ya da saat olabilecekti. Bugün de beni heyecanlandıran saat değil, saatin mekanizmasıdır.

HELLO!: IWC saatleri kimlere hitap ediyor?

Kurt Klaus: Son 50 yılda saatlerin hitap ettiği kitle çok değişti. Daha önce daha ileri yaşlardaki insanların tercih ettiği bir markaydı. Şimdi ise müşteri kitlesi giderek gençleşti. Tipik bir IWC saat takan birini tarif etmem gerekirse, teknolojiye ve mekaniğe ilgili insanların kullandığı bir markadır. İşim gereği çok seyahat ediyorum. Dünyanın pek çok ülkesinde farklı müşterilerle birlikte IWC saatlerinin sunumlarını yapıyoruz. Orada saatleri birleştirmeyi öğreniyorlar. Bu çalışmalarda gördüm ki kadınlar teknik konularla zihinleri açık bir şekilde ilgileniyorlar.

HELLO!: Kadınlar genellikle hangi tür saatlere ilgi duyuyorlar?

Kurt Klaus: Dünyada özellikle İtalyan kadınları Portekiz modellerine yoğun ilgi gösteriyorlar. Farklı bir stile sahip olduğu için kollarına o saatleri takmaktan hoşlanıyorlar.

HELLO!: Saatlerde öncelikle önem verdiğiniz noktalar nelerdir?

Kurt Klaus: Müşteri saatlere ilk baktığında “Ne kadar harika bir saat” diyebilir. Fakat yaşadıkça görür ki o saatin mekanizmasında iş yoktur ve uzun süreli kullanamayabilir. Kimi saat vardır teknik anlamda iyidir, mekanizması mükemmeldir ama tasarımı yeterince şık değildir. Benim için ikisinin de bir arada olması gerekiyor. Saatin dışı güzel olmalı, iç mekanizması da bir o kadar güzel olmalıdır. Benim için bir saatin düzgün çalışması ve güvenilir olması çok önemlidir. Zaten bu da kalitesi yüksek saatlerde mevcut olabilir.

HELLO! 235, 10-16 Ocak 2009, Sayfa: 100-101, Söyleşi: Ayça Sarıca

Fortune Türkiye'den bir başka söyleşi için bakınız.

Bu söyleşi de İngilizce.

Türk edebiyatında saat

Beşir Ayvazoğlu'nun 9 Nisan Perşembe günü yayımlanan "Saatler, saatçiler ve saat meraklıları" yazısından bir bölüm:

(...)
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanlarında saatler, başlı başına bir araştırma konusudur. Abdülhak Şinasi Hisar'da da öyle... Fahim Bey ve Biz'de Fahim Bey'in karısı Saffet Hanım'ın saatlerle kurduğu ilişki, eski iç hayatımızın bir tarafına ışık tutar. Sinirli olduğu günlerde, büyük duvar saatlerinin işlerken çıkardıkları sesleri, hülyalarının tatlı birtakım vaadlerle mırıldanışları gibi değil, beynine vurulan çekiç ve tokmak sesleri gibi duyan hanımefendi, "başka günler ayar edip kurmaya o kadar itina ettiği bütün saatlerini, o sofadaki kuyruklu saati, o duvarda asılı çalar saatleri, o aynanın önündeki münebbihli saati ve hatta çok kere hırkasının üst mendil cebinde duran mineli, kıymetli hususi saatini, güya onlara bir ceza vermek ve onlardan intikam almak ister gibi kurmaz, onları durmuş oldukları meyus bir saniyede bırakırmış." Açıkçası, "Saffet Hanım'ın neşesinin yerinde olup olmadığı bu kâh sallanarak safalı seslerle işleyen, kâh somurtarak sükûtla duran saatlerden belli olurmuş."

Saatlerle fazlaca ilgili yazarlardan biri olan Refik Halit Karay'ın da, İstanbul'un Bir Yüzü adlı romanında, Tanpınar'ın Mahur Beste'deki Behçet Bey'i gibi saat meraklısı bir Paşa'sı vardır. Hiç çıkmadığı odasında duvarlar, masalar, sigara sehpaları saatlerle doludur; her biri ayrı bir sesle işleyen bu saatlerden sinirleri uyuşturan garip çıtırtı ve tıkırtılar yayılır; fakat saat başlarında guguklusu, çalgılısı, barometrelisi, çeşmelisi, şimendiferlisi hep birden çalmağa, çınlamağa başlarlar. "Üsküdar'a giderken" türküsünü söyleyen, zeybek havası çalan saatleri bile vardır. Adeta bütün sinirleri alınmış bir adam olan Paşa, başka birini korkuyla yerinden fırlatacak bu gürültüyü duymaz bile.

Refik Halit'in bir kitabına adını veren "Guguklu Saat" denemesi de çok hoştur. Bir kış günü, zengin birinin davetine katılan yazar, sıcacık salondaki duvarda asılı antika guguklu saatin yuvasından ikide bir fırlayıp davetlilerin palavralarıyla "guguk" diye alay eden acayip kuşu anlatır. Sonunda, otuz yıldan beri otuz yaşını bir türlü geçemeyen bir hanım, otuzuna yeni bastığını söyleyince sabrı taşan saatin zembereği boşanır ve yuvasından fırlayan kuş hiç susmadan "guguk"lamaya başlar.

(...)

Zaman, 9 Nisan 2009, Perşembe, sayfa 13.

KARI VOUTILAINEN







Finlandiya'da 1962 yılında doğan Kari Voutilainen ülkesinde Tapiola Saatçilik Okulu'ndaki eğitimi tamamladıktan sonra adet olduğu üzere yolu İsviçre'ye uzandı. Hassas ve nadir bulunan kıymetli saatlerin tamirinde uzmanlaştı ve bu konuda eğitim verecek düzeye geldi. 2002 yılında İsviçre'de bağımsız saatçi olmayı seçerek kendi atölyesini kurdu ve diğer bağımsız saatçilere örnek oldu.

Yaşayan en önemli saat ustalarından biri olan Kari Voutilainen yüzyılların geleneksel saat birikimini takdir eden, günümüzün tekdüze saat yapımı anlayışından bir hayli farklı saatler üretiyor.

Selçuk Demirel'in uçup giden akrebi yelkovanı

Pazar günü maalie sabah sekiz buçukta oy kullandık. Günün ilerleyen saatlerinde heyecanlı ve biraz da sıkıntılı bir gün yaşadığımı düşünürken, Milliyet gazetesinin Pazar ekinin birinci sayfasında Selçuk Demirel'in çizimini gördüm. Böyle bir günde bu tarz bir şey beklemediğimden dolayı mıdır artık bilmiyorum bütün sıkıntımı alan bir çizim gördüm, Selçuk Demirel'in böyle soğukkanlı, ilk bakışta gözü yormadan, sizi ısırmayan çizimleri vardır, senelerdir bu çizimlere bakmaktan büyük bir haz almışımdır, arada bir elime Le Monde geçtiği vakit de bakarım hemen var mı çizimi diye. Bu çizim Demirel'in çoğu eserindede olduğu gibi mesajını hemen gösteriyor ama etkisini neden sonra anlıyorsunuz. Hayat üzerine, yaşlanmak üzerine, zamanın kadınlar, erkekler ve çocuklar üzerindeki etkisini düşünmmek gündemden uzaklaştırdı zihnimi.



Bu güzel çizgileri blogda kullanma izni verdiği için de kendisine teşekkür ederim.

KÜRESEL MALİ KRİZE ROMAIN JEROME YORUMU



Basolworld fuarında tanıtılan saatlerden bir tanesi çok ilginçti, kadranında Yen, Euro, Pound, Dolar olan bu saatin hedef kitlesinde milyonlarca dolar primi afiyetle yiyip yutan becerikli CEO'lar ve yaşanan küresel mali krizde parmak izleri olan diğer üst düzey yöneticiler olmalı diye düşünmemek elde değil.



Fuarın ilk günü (26 Mart) Reuters muhabiri arkadaşlara çiğ altın renkli kadranı olan bir model gösterilmiş.

İYİ KÖTÜ VE ÇİRKİN: BASELWORLD 2009

Baselworld fuarı giderek saatleri bir kenarda bırakarak kuyumculuk şölenine dönüşüyor ve fuarın daha ilk gününde, Patek Philippe'in yüz kızartıcı ölçüde rüküş olan fuardaki en pahalı saatı, 10 milyon İsviçre Frangına (15 milyon TL gibi bir rakam) ismi açıklanmayan bir Arap şeyhine satılmış.

İsviçre saat endüstrisi zaten Çin ve Arap zevksizliğinin aynası durumunda, zaten Çin'de saate kültür olarak değil, süs ve pahalı bir oyuncak olarak bakıldığı biliniyor. Giderek daha gösterişli daha süslü saatlar üretiliyor artık. Hele 250 yılı devirmiş bir şirketin elmaslardan pırlantalardan görünmeyen saatler üretmesi çok hazin bir durum aslında. Ama bu işin görünen yüzü, sadelik hiç ilgi çekmez zaten, bu nedenle gazeteler pek sevilen "en pahalı saat" klişesini kullanmaya devam edecekler, parayı veren Arap ve Çin diyarlarına ise pembe altınlı, elmas taşlarla bezeli çirkin saatler gidecek, gelenek böyle.

Gören gözlere ise ince zevklerin, ustalığın, ağır işçiliğin görülebildiği ürünlere bakmak daha doğru gibi geliyor.

NESNELER İMPARATORLUĞU: AUTOHAND



Okumaya doyamadığım bir bloga takıldım şu sıralar: Adı Autohand. Autohand, zihni, dimağı bir Breguet misali çalışan Isabelle'in (Hande Koçak) hazırladığı, yarattığı ve edebiyat ile saat arasında köprüler çatıp, kuleler inşa ettiği yazılarıyla okuyanları yeni okumalar yapmaya, yeni dünyaları keşfetmeye doğru heyecanlandırıyor:

En sevdiğim yazılar:

- Modern Saat & Romancı

- Masa Saati & Romancı

- Sarkaçlı Büyük Saat & Romancı

- Absürd Gerçek Saat & Romancı

- Kule Saati & Romancı

- Gemi Saati & Romancı

ZAMANIN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ: HATIRALAR (2)



Dün sabah, önceden kararlaştırıldığı gibi saatinde Dolmabahçe Sarayı önündeydim. Saat Kulesi'nde hummalı bir faaliyet vardı. Fotoğrafını çektim. Sahilden yürümeye başladım. Atölyede Şule Hanım beni bekliyordu. Klasik Türk Musikisi eşliğinde sohbet ettik, çok sevdiğim Meral Uğurlu'dan söz açtım, elbette onda cd ve kasetleri varmış, ancak tam sohbetin en güzel yerinde soruları yarılamışken, acil bir iş çıkınca söyleşi yarım kaldı. Bu söyleşi bitince ayrıca yazacağım -belki bitmeden olduğu kadarıyla yazmak gerek, bilmiyorum- fakat bir de şu var: Hepsinde önce benim dinlediğim bilgileri önce hazmetmem gerek, ondan sonra söyleşiyi yazabilirim belki.

Fakat akşam yazdıklarıma bakınca, pek fazla bir şey de yazmadığımı gördüm, kalemi bırakıp Şule Hanım'ı dinlemek daha hoş geldi kimi zaman. Lakin dinlediklerim karşısında utanıp kendimi çok çiğ hissettiğimi itiraf etmem gerek. Bir yandan Şule Hanım'ı dinlemek hayata bakış zaviyesi ile ilgili olarak benim için ufuk açıcı bir deneyim oldu, bir başka açıdan da saatler hakkında hele hele Türk saatleri hakkında bildiklerimin denizde bir damla olduğunu acıyla öğrendiğim bir gündü diyebilirim. Nafile bir çaba, bilgiden kaçmak mümkün değil, mıknatıs gibi, öğrenmenin kapıları açıldı mı bir kere insan kendini her daim küçümen hissediyor. Bunu bir kere daha anladım.

Şule Hanım acilen saat müzesine gidince ben de Vedat Nedim Tör müzesine doğru kafamda türlü türlü düşüncelerle yola çıktım. Gümüşsuyu tarafına yönelip parkın içinden geçtim, biri beni çevirip "Nedir bu saat meselesi, niçin daha fazla merak merak içindesin?" dese, cevabım hazır artık: "Pişmek için, adam olmak için..."

Müzeye gitmeden önce yemek vaktidir Selahattin Özpalabıyıklar yerinde yoktur deyip önce Aslıhan'daki sahaflara uğrayıp oradan müzeye geçmeye niyetlendim, Selahattin Bey'i arayınca onun da yakınlarda olduğunu öğrendim ve nitekim dakikalar sonra birlikte yürüyorduk. Müzeye döndük sonra, Recep Gürgen usta ve Şule Gürbüz'le de hoş bir tesadüf yine orada karşılaştık. Bu anı kaçırmamak için bir fotoğraf çekmeyi düşündüm, sağ olsunlar kabul ettiler, fotoğrafa dikkatle bakılınca saatçiliğimizin en önemli isimlerinden Ahmed Eflaki Dede'yi de görmek mümkündür:



Konuştuğumuz sıralarda içli bir saat ezgisi salona yayılmaya başladı, bunu daha evvel de duymuş ve konuşmuştuk fakat insan bu ezgiyi her duyduğunda durup düşünmek ve konuşmak ihtiyacını hissediyor. Şule Hanım kendisinde bulunan bir saatin çok daha buruk bir müziği olduğunu söyledi. Tuhaftır kimi saatlerin sesleri bazen doğrudan kulaktan önce kalbe yol alıyor.

Recep Ustamız kimi saatleri kurdu, kimilerini sevdi, kimilerine şöyle bir "Nen var kuzum?" der gibi baktı. Neden sonra müzeden çıkıp atölyeye kadar yürüdük, yolda Recep Gürgen Usta kolumdaki saatlerden birini (Tissot'yu) beğenince çocuklar gibi sevindim.

Akşama doğru Recep Gürgen ustanın atölyesine misafir olduğum vakit adeta beynim boşalmış gibiydi, evvela sergi kitabını imzalattım kendisine, sonra yazdıklarını okudu, saatlere olan sevgimin sürmesini dilemiş, ben o sırada yüzlerce saatin arasında şaşkınlıktan ve heyecandan neredeyse "Ağacın kabuğu yenir mi?" gibi sorular soracaktım -ki benzeri saçmalıkta sorular da sordum aslında ve cevabını da afiyetle aldım, düşünmeden konuşmamak gerektiğini, istiab haddine dikkat etmeyi öğrendim. Fani bir insan için önemli dersler bunlar...

Recep Gürgen Usta ben oradayken işine devam edemedi, sonra birden hasta saatleri duyar gibi oldum, tedaviye ihtiyaçları vardı ve ben de fotoğraf çekerek fuzuli şeyler sorarak Usta'yı oyalıyordum, aynı duyguyu Şule Hanım'ın atölyesinde de hissetmiştim, hiç ayrılmak istemesem de hemencecik ayrılmak hem saatler için hem de ustanın rahat rahat çalışması için daha doğru dedim ve saatlerin ülkesinden sokağın kalabalığına karıştım.

Sergi kitabını da yazmak gerek, fakat bu kitaba müstakil bir yazı yetiştirmek istiyorum. Bir de dürüstçe söylemek gerekirse kitapta Şule Hanım'ın ustası Recep Gürgen ile yaptığı sohbeti görünce, sabah kendi yaptığım söyleşinin notlarına utanarak baktım. Kitapta öyle güzel yazılar var ki, saat hakkında, zaman hakkında, kültür tarihimiz hakkında azıcık merakı olanları bile şaşırtabilecek bilgilerle dolu dolu. Saatseverlerin ne yapıp edip bu kitabı kütüphanelerine katmaları şart diyorum.

ZAMANIN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ: HATIRALAR (1)

"Zamanın görünen yüzü: Saatler" sergisinin açılış gününü heyecanla bekliyordum, nihayet 12 Mart günü geldi ve daha bir gün öncesinden başlayan telefon trafiği gün içinde iyice arttı. Hem çizgi romanlardan hem de hâlden anlayan Nurtap Hanım'ın Anabala Pasajı'ndaki dükkanında kadim dostum bb'yi bekledim. Nihayet geldiğinde yanında bir de sürpriz taşıyordu. 19 yıllık bu dünya güzeli arkadaşım, rahmetli babasına ait olan saati çıkartıp hediye etti, gözlerim dolmuş bir halde çok sevdiğim Yavuz Bey'in saatini hürmetle sağ koluma taktım, artık 2 saatle yaşayacağım. Bu saat öyle alengirli markalardan değil, yorgun kadranıyla tam da sevdiğim gibi, tarzıyla da mütevazı bir saat, saate ilişkin düşüncelerimi ayrı bir yazıya saklayayım da konu dağılmasın. Vakit dolunca Vedat Nedim Tör Müzesi'ne gitmek üzere Nurtap Hanım'a ve dağ gibi yığılan çizgi romanları arkamızda bırakarak ayrıldık pasajdan. Gitmeden önce Nurtap Hanım'a "içinde zamanla ilgili, saatlerle ilgili bir çizgi roman varsa ayırmasını" tembih etmeyi unutmadım. Umarım saatlere, zamana ve takvimlere ayırdığım kitaplığımın en sevdiğim köşelerinden birini şenlendirecek bir şeyler çıkar. Martin Mystere'dan çok umutluyum, bir de hayranı olduğum Ken Parker'lardan birinde benim şimdi hatırlamadığım veya okuyamadığım bir öyküsünden belki bir ganimet çıkar, bilinmez böyle şeyler. Yapı Kredi'nın Tünel ile Taksim'i bağlayan hattın tam ortasında bir mabet gibi duran binasına yürüdük. Önce sergi kataloğunun editörü olan Selahattin Özpalabıyıklar'a uğradık. Kendisi en sevdiğim çevirmenlerden, en sevdiğim fotoğrafçılardan ve en sevdiğim dilbazlardan bir insandır. Kitaplığım yarısının YKY kitaplarından olmasının müsebbiplerinden biridir kendisi. Saatlerden, şiirden, edebiyatın kokulu bahçelerinde dolanan tadına doyulmayan sohbetimize bir süre sonra Robb Report dergisinden Burcu Sever hanımefendi de katıldı. Bir insanı yazdıklarından tanımak mümkün müdür bilmem, daha tanımadan sadece yazdıklarından yola çıkarak şahane bir kadın olduğuna karar vermiştim ve yanılmadığımı görünce çok sevindim. Üstüne bir de çok sevdiğimiz ortak bir arkadaşımız da çıkınca bu tanışma daha bir güzel oldu. Söyleşimizi fazla uzatmadan saat 18 sularında artık zamanın görünen yüzüne bakalım dedik. Davetlilerin çoktan geldiğini görünce şaşırdım biraz, tenha bir sergi açılışı olacak gibi düşündüydüm nedense. Aralardan sıyrılarak bir o saatten bir bu saate koşturduk. Selahattin Bey'den beni Şule Gürbüz ve Recep Gürgen ile tanıştırmasını rica etmiştim. Fakat Şule Hanım'ı yalnız yakalamak mümkün olamadı bir süre. Ya telaşla salonun bir ucuna koşturuyordu, ya da bir davetli ile sonunun bir türlü gelmeyeceğini düşündüğüm bir sohbete başlıyordu. Bir aralık nasıl oldu bilmiyorum Recep Gürgen bizden tarafa gelince Selahattin Bey fırsatı kaçırmayıp tanıştırdı bizi. Pek fazla konuşamadık ancak zaten dükkanına uğramak için bir bahanem daha olmuş oldu elimde. Nihayet Şule Gürbüz ile tanışmak kısmet oldu. Ben onun Dolmabahçe ve Topkapı Sarayı'ndaki saatleri tamir edenlerden biri olduğunu bilmiyordum bir vakitler. Benim için unutulmaz bir kitap olan Kambur'un yazarıydı ('ağrıyınca kar yağıyor'u da unutmayalım). Kendisinden yeni bir kitap beklerken -yazarları beklemenin zamanı yoktur- bir pazar günü Milliyet'in ekinde Şule Gürbüz adını görünce, acaba deyip dikkatle okumuştum fakat yazarlığından söz bir cümleyi bırakın bir kelime dahi yoktu. Aynı adı taşıyan bir başka Şule Gürbüz diye düşünmüştüm çoğu edebiyatsever gibi. Kambur'dan, bu kitabı ne kadar çok sevdiğimden söz edince "gençlik heyecanıyla ve cahil cesaretiyle yazılmış" bir kitap olduğunu söyleyip kalbimi kırıverdi Şule Hanım, bu yanıttan başka bir şey yazmayayacağı gibi bir sonuç çıkarmak istemiyorum aslında, ancak konuyu bir kez daha düşünmesini istedim kendisinden. Elbette benim dememle olacak işler değil bunlar, yine de zihnimden geçen bu dileği söylemeden geçemezdim. Bu arada çektiğim çoğu fotoğrafın iyi olmadığını farkettim, gündüz çekim yaptığım zamanki ayarda bırakınca makineyi açılışta çekilen fotoğrafların bir kısmının bulanık çıkması da kaçınılmaz oldu, fakat yine de arada bazı güzel fotoğraflar çektiğimi gururla söyleyebilirim: Sergiye gelince harika bir sergi olmuş bence. Sergi salonunda gezinirken "Bazı saatler niye çalışmıyor?" dendiğini de duydum ama hiç aldırmıyorum, elbette saatin çalışanı makbuldur, fakat bunca saat, onca badireyi atlatıp ayağıma kadar gelmiş güzelim saatlere hiç nankörlük etmem. Bence Topkapı ve Dolmabahçe Sarayı'ndaki saatleri bilenler dahi şaşıracaklardır. Seçilmiş güzel örneklerden oluşan böyle bir koleksiyonu ailecek bir arada görmek meraklı gözlere her zaman nasip olmaz, saraylar dışında Vakıflar'dan ve özel koleksiyonlardan gelen saatler var ki hepsi muhteşem ve benzersiz eserler. Cep saatlerine rahat rahat bakamadım, buna karşın büyük saatlerin bir kısmının mekanizması açık olduğu için çarkların dönüşü çok rahat gözlemlenebiliyor, aslında çoluk çocuk maaile gitmek lazım. Beni asıl ilgilendiren şey bunca saatin ardındaki fikirler ve emek. Sadece saatler yok orada, o saatleri yapan insanlar, eski zamanların hatıraları da var. Ne yazık ki fotoğraf makineleri bu tür şeyleri kaydedemediği için özellikle bazı saatleri zihnime kaydetmek üzere 28 Haziran'a kadar defalarca gitmem gerekecek sergiye. Saat 19:00 sıralarında ayrılma zamanının geldiğine kanaat getirince vedalaşıp yola çıktık. Yapı Kredi Kitabevine uğradık. Gonca Özmen'in "Belki Sessiz" kitabını bb için aradık, bulamadık, sorunca da "kalmadı" dediler önce, sonra güzel görevlilerden biri gidip ücra köşelerden birinden -galiba vitrinden- kitabı getirdi. Şair, 20 Mart Cuma günü okuma etkinliğinde kendi şiirlerinden örnekler okuyacakmış, bu bilgiyi de bir kenara yazdım. Ben de bu arada ilk sayılarından itibaren biriktirdiğim kitap-lık dergisinin Mart sayısına gecikmeli de olsa kavuştum. 'Ağaca Tüneyen Baron'un resimli güzel kağıda basılmış çok özen gösterilmiş bir nüshasına da sahip olma arzusuna daha fazla dayanamayıp onu da edindim (eve gidene kadar da kitabı sevip durdum). Gümüşsuyu yakınlarına gelince yağmur, artık yetti bu kadar hafif yağmak deyip iyice hızlanıverdi. Bu yazı "Zamanın görünen yüzü: Saatler" sergisi izlenimleriyle ilgili -ve ilgisiz konulara da değinen- ilk yazı, çok uzun olmamıştır umarım, günün son görüntüsüyle 2. yazıya kadar veda edeyim şimdilik.

MEISTER TEVFİK AYDIN



Çektiğim fotoğraf filmlerini banyo yaptırmak, cd'ye kaydettirmek veya karta bastırmak için Sirkeci'ye ne zaman uğrasam hayranı olduğum Meistersinger'leri, Oris'leri görmek için Tevfik Aydın'ın vitrinine uğramadan geçmiyorum.

Eskiden burada sadece Oris'lere bakardım (yine Oris var, fakat vitrinin başka bir köşesine konuk olmuş) daha doğrusu bakardım yerine bakmaya doyamazdım demem gerekli. Oris Artelier Skeleton özellikle kendine dönüp dönüp baktıran güzellikte bir saat.

Bu sefer ellerinde Meistersinger kataloğu var mı acaba diye sormak için içeriye girdim ve Tevfik Aydın ailesinin üçüncü kuşak temsilcisi olan Ömer Fatih Aydın ile tanıştım. Çalışanları zaten biliyordum, çok kibar ve efendi adamlar, sabırla dinleyip satın almasanız bile saatlerin özelliklerini anlatıyorlar (Kapalıçarşı'da bir saate bakmak istediğimde beni içeriye almayıp daha kapıdan yolcu ettiklerini hatırladıkça iyi satıcı ile kötü satıcı arasındaki farkı daha bir anlar oldum artık.

Ömer Bey de çok bilgili ve hoşsohbet bir insan. İstediğim kataloğu verdiği gibi üstüne 2-3 katalog daha ekledi, böylece marka katalogları kütüphanem daha bir genişlemiş oldu. Akşam Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi'ndeki sergi açılışına gidecekmiş, ben "Orada görüşürüz" dedim. Hakikaten akşam onu Recep Gürgen ile konuşurken gördüm uzaktan. Tam o sırada biz arkadaşlarla başka bir bölgedeydik. Sonra kaybettim kendisini. Neyse günün güzelliği aşağıda, vitrindeki bu notu çok beğendim. Ömer Bey'e notu kimin yazdığını soracaktım, gündüz konuşurken aklıma gelmedi, akşama sorarım diyordum, kısmet değilmiş. Soğuk vitrinlerden sonra böyle küçük notlar insana iyi geliyor:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...