Hasretin Saati

fotoğraf/photo (c) bizans
Buluşmak, zamanı ince ince örmeye başlayan görünmeyen ipliklerin çözüldüğü andır. İnsanın saati, hasretin saati bu kutlu, bu heyecanlı anı bekler. Hasretin saati çok sabırlıdır, fakat aynı zamanda çelişkilerle doludur.  Diğer saatlere benzemeyen hasretin saati hem dağılmak için bekler, hem bütün olmak için, hem çoğunlukla hiç gerçekleşemeyecek yeni kararlar almak için bekler, hem de yeniden doğmak için. 

Bir zamanlar varlıklarıyla bir âlemin aynası olan muvakkitlerin, farkında olmadan güneşe ve onun ışığına bağlı binlerce senelik tarihe sahip kadim bir tarikatın mensupları olmaları gibi, kederle bekleyen insan ve onun saati, güneşini ve bulutunu hep kalbinde taşıyan insandır.

Zaman makineleri hiç acele etmez, suyu akışına bırakıp bekler, zaten acele edildiği vakit tadı bozulur güzelliğin, olgunlaşmamış bir kavuşmanın da kimseye bir faydası yoktur, hep boşlukta asılı kalır cümleler. 

Lakin hasretin saati uzun süre dayanmaya ayarlı ve kimyasal maddelerin istilasına maruz kalmış bir saat değildir, doğal olduğu için bozulmaya yüz tutan bir yanı da vardır, hiç uysal değildir, huzursuz, kuruntulu ve alıngandır. 
Hasretin saati hep biriktirir, harfleri daha daha yakınlaştırır, kağıda daha fazla mürekkep döker, içlidir, asabidir, gölgelidir.

Şımarık renklere sahip olan, gölge tutmayan, giderek daha hızlanan bir dünyadan uzak durmayı yeğler hasretin saati, biraz serin havaları, loş mekanları, bulutlu günleri sever, fırtınalı ve yağmurlu günleri sever. Hasretin saatinin bir ruhu vardır ve eski aşk romanlarındaki ıstırap dolu satırları okudukça teselli bulur.

Hasretin saati zamanı sadece kendisine değil, sana ve bana da bölmesini bilir, bencil değildir, elindekileri isteyenlerle bölüşür, bu yüzden saftır, aldatılması, aldanması çok kolaydır.

Vakit geçer, akrep ve yelkovan gelip gider, geriye seninle ben kalırız, hep bir şeyleri tamir eden güzel ellere sahip şairlerinin göçüp gittiği diyarlarda, yanımızda kitaplar, eski günlerin kokusu kalır.

Christian Marclay, Ali Kazma, Recep Gürgen ve Mustafa Şem'i Pek




"The Clock" isimli video çalışmasıyla Venedik Bienali'nde yılın sanatçısı seçilen Christian Marclay ve ona yardımcı olan ekibi binlerce filmi izleyip, içinde saatlerin, saatlere bakanların ve saatin kaç olduğunu söyleyenlerin bulunduğu sahneleri toplamış, bunları da bir gün esasına göre dizmiş.  "The Clock" isimli video tam 24 saatlik bir süreye sahip.

Tamamı internet üzerinde mevcut değil fakat bienal sırasında çekilmiş görüntüler mevcut. Muazzam bir iş olduğu belli, her ne kadar sinemaya karşı, video çalışmalarına karşı bir sevgim yoksa da saygı duyulacak, takdir edilecek bir çalışma olduğunu anlıyorum.

Ben de romanlarda, hikayelerde ve şiirlerde bulunan saatlerle ilgili cümleleri, paragrafları toplamaya heves etmiştim, halen toplamaya çalışıyorum, fakat bu ciddi bir çalışma değil, bitecek gibi de değil zaten.

Bu tür derleme toplama çalışmaları nihayetinde özgün çalışmalar değil, asıl güzel olan ve saygıyı içten hak eden çalışmalar Ali Kazma gibi sanatçıların yaptığı çalışmalardır bence. Kendisinin Recep Gürgen ustayı gözlemleyip, bir masa saatini tamir aşamalarını başından sonuna görüntülediği video çalışması "Saat Ustası / Clock Master" (2006) unutulmazdı mesela. Hem bir çağdaş sanat çalışması hem de bir belgesel olmasıyla önemli bir çalışmaydı.

Özgün çalışmalara daha çok değer vermek ve desteklemek gerek, Recep Gürgen gibi bir ustayı bir daha bulamazsınız çünkü.

Bu noktada Türkiye'de saatçilik sektörünün eleştirileceği çok nokta var. Yeterince güçlü bir meslek birliği olmadığından, ülkemizdeki saat kültürü de kayda geçirilemiyor, gelişemiyor ve sağlam bir arşiv oluşturulamıyor.

Oysa Mustafa Şem'i Pek'in zamanında bir belgeseli çekilseydi, bu müthiş saat ustasını daha iyi tanıyabilirdik. 

Bugün şaşkınlık verici olarak görülebilir, ancak Mustafa Şem'i ustamız, bundan 50 sene kadar önce saat ithal etmeyip kendi özgün saatlerini üretiyordu. Bugün kendi başına saat üreten böyle büyük bir ustamız yok. 
Geriye sadece kahraman ve mütevazı saat tamircilerimiz kaldı. 

Tahammül Saati


Mekanik bir saatin içinde gözle görülemeyen bir şey vardır ki, anlaşıldığı vakit veya bir şekilde çözüldüğü vakit yeryüzünde ölümlü olmanın sıkıntısını yaşayan biz faniler için yeni kapılar açılmış olacaktır.

Saatin içindeki gözle görülemeyen bu tuhaf şeye "tahammül" adı verilmiş olup, saatlere ne zaman bakılsa hemen dile gelmez de sezdirir sanki, her mekanik saat dayanıklı ve sabırlı olmayı öğütler gibidir.

Çarklar kendilerine ait bir ritimle döner, ibreler hızlı yahut yavaş, hepsi kendi tabiatına göre hareket eder, saatin parçacıkları tarihin sayfalarındaki insanlar gibi davranır, yapılması gereken işlerini yapar, bazen kendi doğasının saatine göre, bazen yeterince ihtimam gösterildiğinde çevredeki saatlerle uygun adımdahi yürüyebilir.

Fakat saatlerin zamanı saniyesi saniyesine doğru göstermesi hiç gerekmez, çalışan her saat zaten kendi zamanını gösteriyordur, sadece çalışmayan, yürümeyen saatler başka zamanları gösterir, onlar da kendi başlarına arızalarıyla güzeldirler.

Demek istediğim mükemmel bir insan olmadığı gibi mükemmel bir zaman aracı da yoktur. Her fırsat bulduğumda söylüyorum, hem zamanın bizzat kendisi kusursuz değil, hem de zamana dair hemen her şey. Öyleyse zamanın içinde yaşıyoruz, biz de akıp gidiyoruz ve tahammül ediyoruz.

Tahammül, ince ince desenleri olan ve unutkanlıkla bezenmiş olan hayatımızın dayanak noktalarından biri, belki de birincisidir. Tahammül olmasaydı dünya yaşanacak yer olmazdı. Kimse oturup şiir, öykü, roman yazmaz, kimse aşık olmazdı.

Kolunda, cebinde, masasında veya duvarında bir saati olsun olmasın, herkesin bir tahammül saati vardır. Kimi kırılgan, huysuz, kimi yekpare, kırılmaz, kimi tahammül saati kaba, duygusuz, kimi sevdiğini bile söyleyemez, kimi hep suskun, kimi aşağıdaki başka dünyaları örter gibi durmaksızın konuşan cinsten.

Tahammül saati kiminin serin aklında, kiminin sıcak kalbinde kendine bir köşe bulmuştur.

Lakin hemen her şey çarklar gibi aşınır bir gün, tahammül saati de yorulur, öyle bir vakit gelir ki işini bırakıp sessizce ömür perdesini kapatır.

Yine de en güzel derslerden biridir tahammül, hep sınıfta kalsak bile, dersin kendisi ne güzeldir.

Usta eller, acemi ellere karşı

Bir saate baktığımda aklıma ustaların elleri gelir. Sonra o saate dokunan, kuran eller.
Biçare dünyanın en yakın köşesinden en uzak noktalarına kadar kötü haberlerin gelmediği bir gün yok.
Eller dünyayı yıkmasın, kötülük yapmasın, başka insanlara zarar vermesin, hep güzel işler yapsın isterim.
Mb
————-
Mantel clock; eight-day spring-driven movement. Torsion pendulum (mercurial) with a helical spring. Silvered-metal chapter-ring open in the centre to show the escapement, similar to those in mystery clocks Gilt-metal case with moulded borders; bevelled glass panels to front, back and sides.
via http://www.britishmuseum.org 

Mekanik bir saate baktığımda aklıma önce ustaların elleri geliyor.

Tasarlayan, planlar yapan, yazan çizen elleri de unutmayalım. (Bir zamanlar tasarlayan ve yapan aynı ellerden mürekkepti. Sonra işler değişti. Bir kişi yetişemez oldu, dünya hızlandıkça hızlandı, sabır öylesine azaldı ki, artık sabrın sözünü eden kalmadı.)

Sonra o saate dokunan, kuran elleri düşünürüm.

Bir saati yapan eller ile iş bitmez, insan ürünü olan ve insana ait her şey gibi hem doğanın yasaları gereği, hem de insanın tabiatından kaynaklanan sıkıntılar saatlere de yansır. O zaman tamir eden eller gelir.

('Ellerin dert görmesin' denir ya, bir saati tamirden alınca öyle söylemek gerekir.)

Saate uzanan ellerin, huzura da uzandığına inananlardanım. Elbette bu düşüncenin zamanla bir ilgisi yok. Bir saatin çalışması güzeldir, fakat saatler eliyle zamanın bir tahakküm aracı olarak kullanılması kötüdür. "Bir dakika geç gelirsen ayakta durma cezası alırsın" gibi söylemlerden bahsediyorum, geçenlerde zaman mevhumu olmayan bir kabileye ilişkin haber okurken zamanın insana neler ettiğini düşünmemek elde değildi. Zaman ve seneler içinde biriken kültür belki de bizi sınırlıyor, doğadan uzaklaştırıyor. Eskiden alaturka saat ayarına göre yaşayan, güneşin gökyüzündeki konumuna göre hayatını düzenleyen bir ülkede bugün alafranga ayara göre yaşıyoruz ve acı sonuç: Günümüz gecemiz belli değil. Doğulu beslenme tarzına sahip ama batılı çalışma düzeniyle uğraşan aklımız, kalbimitz her daim karışık, buruşuk.

Ülkemizi bırakıp dünyamıza bakalım: Biçare dünyanın en yakın köşesinden en uzak noktalarına kadar kötü haberlerin gelmediği bir gün yok.

Eller dünyayı yıkmasın, kötülük yapmasın, başka insanlara zarar vermesin, hep güzel işler yapsın isterim.


————
Fotoğraf/Photo (Kaynak/Source): Mantel clock; eight-day spring-driven movement. Torsion pendulum (mercurial) with a helical spring. Silvered-metal chapter-ring open in the centre to show the escapement, similar to those in mystery clocks Gilt-metal case with moulded borders; bevelled glass panels to front, back and sides.

via http://www.britishmuseum.org

TAG HEUER - Monaco Twenty Four Calibre 36 Chronograph

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiLSiM_NoLb6edh9mGKoUc7NkpuUXn4vLE1MkpXod3vAdDLdIa2ShC6RAjOIbvpZTmQwAnSjEoLOJ7FyH1sbZ8ziP9-9WCkWf2RR_k1jVMHN2rHPXccrGEJghsJSj1Gd8kg07NO-3rgOlQ9/s1600/TAG-HEUER---Monaco-Twenty-Four-Calibre-36-Chronograph-BACK.jpg
via http://watch-happening.blogspot.com



TAG HEUER saatlerinde tasarımdan kaynaklanan bir iticilik var bence. Fakat Silverstone ve Monaco modellerini hariç tutarım. Nasıl ki Rolex saatleri arasında Milgauss bütün o rüküş ve itici olan Rolex'lerden ayrılıyorsa, Monaco da Tag Heuer saatleri arasında özel bir yere sahiptir. Derler ki gerçek Rolex tutkunları Milgauss modelinden hiç hazzetmez, hatta nefret ederlermiş, aynı şeyi Tag Heuer hayranları arasında söylemek mümkündür belki, Monaco'yu sevenler diğer modellere bakmaz, diğer modelleri sevenler ise Monaco sevmez. Bunun estetik beğeni ile ilgisi var zannederim. Gördüğüm kadarıyla sanata ve bilime düşkün olanlar Monaco modeline özellikle hasta oluyorlar.

Bir örnek vereyim hemen, eskiden Milliyet gazetesinde Dış haberler müdürü olan, şimdilerde ise köşe yazarlığı yapan Kadri Gürsel mesela Monaco saatini sever ve kullanır. Karizmatik ve kendine güvenen bir insandır. İşte saatin temsil ettiği değerler de bunlar bence.

Efsane bir saat tasarımıdır Monaco. Üstelik ilk Monaco'dan bu yana her türlü gelişime ve yeniliğe açık yapısıyla hiç ölmeyecek bir saattir.

İsviçre'de bir İngiliz: Peter Speake-Marin







Speake-Marin via http://www.independentintime.com/

Ellerinde devasa imkanlara sahip olan büyük şirketlerin yanında nispeten küçük işletmeler de var. Bunlar bağımsız saatçiler olarak da örgütlendiler ve çok güzel işler çıkarıyorlar.

Bağımsız saatçilerin içlerinde en sağlam olanlardan biri de Peter Speake-Marin, henüz 43 yaşında ve büyük ustaların mertebesine ulaşan özgün bir saat ustasıdır.

Daha önce BAĞIMSIZ VE ÖZGÜN: PETER SPEAKE-MARIN başlıklı bir yazıda yaptığı işlerden örnekler vermiş ve İsviçre'ye yerleşip kök salan bu İngiliz saat ustası hakkında ufak tefek bilgiler vermiştim.


Sürekli yeni fikirlerle dolup taşan, yaratıcı bir zekaya sahip olan Peter Usta ve yanında çalışan diğer ustalar hep birlikte mekanik saatçiliğin, yani mütevazı zanaatçiliğin, fizik ve mühendisliğin güzel örneklerini sunuyorlar.


Bu saatlerden birine sahip olmak arzusu taşımıyorum, ben eski saatlerden yanayım, fakat bağımsız saat ustalarınnı zeka ve yaratıcılıklarına hayranım. Artık bitti denilen, öldü denilen bir endüstriyi yeniden canlandıran böyle zekâların yaratıcılık örnekleridir.



Yüzümdeki saat

http://www.britishmuseum.org/collectionimages/AN00186/AN00186844_001_l.jpg
http://www.britishmuseum.org/


Çok düzgün, çok güzel ve pırıl pırıl saatler var şu dünyada. Saatlerin sağına soluna baktıkça küçük şeyler keşfetmek, güzelliğin içinde yeni güzellikler bulmak mümkündür.

Ancak "Bir saatin en önemli güzelliği nedir?" derseniz, hiç şaşırmayın, 'yaşanmışlıktır' derim. Fabrikadan yeni çıkmış bir saat hamdır, olgunlaşmamıştır, güngörmemiştir, yaşamamıştır daha. Bütün mekanik saatler için bu böyledir. Mekanik saatler işledikçe kendilerine gelirler, çarklar çalıştıkça birbirlerine daha iyi tutunurlar, fabrikadan çıkar çıkmaz değil aradan biraz vakit geçince daha hassas olurlar.

Bir saati güzelleştiren zamandır.

Bir saati olgunlaştıran, ona dünyada cenneti ve cehennemi yaşatan da insandır. İnsanın ve zamanın izleri saatin üzerine kazınır. Saatlerin üzerindeki çizikler, yaşlandıkça gözlerin çevresine yerleşen o kırışıklıklar gibidir, olgunluğa, yetişkinliğe delalettir.

Ben bir saatin en üstün, en güçlü yönlerine değil de, en zayıf, en kırık dökük yanlarına bakarım. Belki bana benziyor diye düşündüğümden, belki saatin aksayan tarafında kendimi görüyorum diye, bilmiyorum.

Bir saati güzelleştiren insandır.

Saat Dünyası 7 yaşında!


Saat Dünyası dergisi 7. yaşına gelmiş. Derginin kapağını yeni yaşlarına yakışan bir de saat ile şenlendirmişler. Nice yıllara diyorum.

6 SAATİN HİKAYESİ

Milliyet, 27 Şubat 1965

Neden bazı şeyler yerinde durmaz? Hafızalara kazınan sadece zamanlar değil, somut nesneler de hatıralara gömülüp orada ebedi bir uykuya dalıp unutuluyor.

Yukarıda anlatılan saatlerin sadece bir kısmının günümüze gelmesinin bir anlamı var mı? Durmaksızın değişiklik ve değişim peşindeyiz. Göçebeliktan bunca yıl kurtulamadık sanıyorum. Bir türlü yerleşik hayata geçemedik. Böyle yaparak yıllar içinde kendimiz de buharlaşmıyor muyuz?

Zıt kutuplarda iki şehir var aslında. Çelik Gülersoy'un hayâl ettiği İstanbul ile eskiden belediye başkanlığı yapmış hoyrat ruhlu bir zatın İstanbul'u aynı şehir midir? Biri daha sakin, yapısal geleneklere bağlı, ayağını yere sağlam basmaya alışmış, incelikli bir huzuru yaşamak isteyen, gölgeli vakitlere bölünmüş bir İstanbul. Diğeri ise yıkmayı ve yeniden yapmayı şiar edinen, daha karmaşık, daha kaba ve daha gürültülü bir İstanbul.

İkinci İstanbul, eski İstanbul'u boğdu ve gömdü bile. Ama bazen eski İstanbul'dan parçalara kimi yerlerde rastlıyabiliriz. O zaman geçmişte yaşamış büyük ustalara, geniş ve yekpare bir zamanı arzulamış düşünürlere bir selam gönderelim.


Eskiden büyük saatler küçümen saatlere her zaman yol gösterir, göz kırpar, ağabeylik, ablalık yaparmış.

Şimdi saatlerimizi ayarlamak için bilgisayarlarımızın köşesindeki sayılara tutsak edildik.

Saatlerin arka bahçesi

http://www.extravaganzi.com/wp-content/uploads/2010/03/JV_MOV_MARON_ld.jpg

Bazı saatlerin sakladığı sırlar vardır.

Arka bahçelerde herkesin görmediği güzellikler olabilir. 

Bu nedenle saatseverler, arkadaşlarının bileğinde daha önce görmediği bir saat olunca çıkarttırıp arkasına bir bakmak ister. Saatlerin iç güzelliği başkadır. Kimi yukarıdaki saat gibi bazı yönlerden rüküş özelliklere sahip de olsa, gönül alıcı ayrıntılardaki incelikleri farkedip şapka çıkartmak ve saygı duruşuna geçmeyi gerektiren ayrıntılara sahiptir.

Bu güzel ayrıntılar yukarıdaki gibi çok pahalı bir saatte de olabilir elbette, fakat çok da peşin hükümlü olmamak gereklidir, çünkü güzelikler mütevazı bir saatte de olabilir. Yeter ki gönül gözünüz görmesini, bir aralık bulup oradan sızmasını bilsin.

Bitter saat!

Hep çikolota renkli bir saatim olsun istemişimdir. Belki hiç benim olmayacak böyle bir saatim, yine de uzaktan sevmeye engel değil bu durum. Hayal kurmanın önünde bir engel yok, öyleyse bitter çikolatalı olsun, olacaksa.
Tag Heuer Silverstone
via http://www.watchreviewed.com

Hep çikolota renkli bir saatim olsun istemişimdir. Belki hiç benim olmayacak böyle bir saatim, yine de uzaktan sevmeye engel değil bu durum.

Hayal kurmanın önünde bir duvar yok, öyleyse bitter çikolatalı olsun, olacaksa!

Tag Heuer Silverstone

via http://www.watchreviewed.com

Kamyonlar kavun taşır, saatler 10'u 10 geçer



Uzun zamandır dergilerde, gazetelerde yayımlanan reklamlarda, haberlerde, makalelerde istisnaları olsa da genellikle saatler hep 10'u 10 geçe konumundadır, bu duruma hepimiz aşinayız sanıyorum.

Bu durumun nedenlerini tahmin etmek hiç zor değil, birincisi saatin üreticisine dikkati çekmek (çünkü üretici logoları çoğunlukla 12'nin hemen altında olur, akrep ile yelkovan markayı kucaklar gibi görünür, güven duygusu uyandırır), ikincisi hafif bozuk da olsa bir gülümsemeyi andırır böylece olumlu bir görüntü oluşturur, üçüncüsü eğer saat üzerinde alt kadranlar varsa bunlar doğal olarak 3, 6 ve 9 yönlerinde bulunduklarından görüntü karmaşıklığına neden olmaz, alt kadranlar rahatlıkla görünür olduğundan böyle bir tercih var.

Ama benim  anlatmak istediğim biraz başka:


Son zamanlarda 10'u 10 geçe saatimi seyretmeyi alışkanlık haline getirdim.

Artık saatin 10'u 10 geçmesini bekleyip o vakit  saatime bakıyorum, 10'u 10 geçe oluşan görüntü çok hoşuma gidiyor, reklamlardaki saatler umurumda değil, beni ilgilendiren kolumdaki saatin güzelliği.

Saat 10'u 10 geçe akrep ve yelkovan kollarını açmış benim bakışlarımı bekliyor gibi geliyor, ben de saatimin bu haline kayıtsız kalamıyorum.

Fotoğraf: Omega, 1942.

Balıklı saat



Saatlerin arkalarındaki figürler bazen çok ilginç olabiliyor.

Balığın yüzündeki ifadeye takıldım.

Kaynak: CITIZEN-Mechanical-Hand-wind, http://seikoholics.yuku.com

CHOPARD BALIKLARI

Chopard balıkları biraz pahalı. :)

Fakat kasanın ve kadranın güzelliği tartışılmaz.

Kaynak: Chopard Happy Fish Watch

VACHERON CONSTANTIN BALIKLARI


Vacheron Constantin balıkları bunlar. Ki bunlar balık değil, sanat eseri oldukları aşikâr.

Bir tabloya bakar gibi uzun bakılmalı bu saate.


Kaynak: http://www.vacheron-constantin.com/en2/metiers-d-art-les-univers-infinis


Enhanced by Zemanta

Mekanik saatler ve YGS

Günler öncesinden bir karmaşanın yaşanacağı belliydi, en azından hayatını bilgisayarlar ve diğer elektronik devrelere sahip makineler aracılığı ile düzenleyenler arasında bir zihin karışıklığı yaşanacağı biliniyordu.

YGS sınavının yapılacağı gün saatlerin 1 saat ileri alınacağı küresel zaman ayarlıydı, farklı küresel zamana 1 gün de olsa direnmeye çalışınca, bugün elektronik devreler istenen zamanın dışında başka bir zamanı göstermeye başladı.

Fakat bu karmaşa içinde zalim Küresel Şimdiki Zaman sadece mekanik saatlere söz geçiremedi.

Onlar kendi bildiklerince çarklarını kendi zamanlarına göre çevirip durdular. Mekanik saatlerin bağlı olduğu insanlar saatlerini ilerleyen vakitlerde ayarlayana dek onlar şaşırmayan bir üslupla eski usül yollarına devam edecekler.


Blue rotor.
via tempusfugitwatch.com



Nasıl ki bütün insanları bir noktadan kontrol etmek mümkün değilse, mekanik saatlerin hepsini merkezi olarak kontrol etmek de aynı şekilde mümkün değil.

Mekanik saatler özerk mühendislik harikaları olarak kendi başlarına çalışıyor bağlı oldukları insanla birlikte hareket ediyor.

Bu durumda bir çeşit isyan da var aslında, siz saatinizi isterseniz alaturka bir zaman ayarına göre de kullanabilirsiniz, akşam güneş battığında saati 12'ye getirir, güneşe göre gününüzü düzenleyebilirsiniz. Ama işyerinizdeki bilgisayarın saatini değiştirirseniz diğer bilgisayarlar ile farklı bir zamanı göstereceğinden sorunlar yaşayabilir, bilgisayarınızın ekranı kararabilir ve bir daha açılmayabilir!

YGS sınavından nerelere geldik. :)

Yarın her şey yoluna girecek,  bir büyüğümüzün dediği gibi "vaziyete hakimiz".

Saat Dünyası 36: Eterna, Montblanc, Alan Hosman...


Dünyanın hangi ülkesinde olursanız olun saat dünyasının İsviçre’ye hem kalbinden hem göbeğinden bağımlı olduğunu göreceksiniz. Saat Dünyası dergisinin 36. Sayısı da bu durumun bir göstergesi. Ayrıca Baselworld 2011 için 36. Sayı ile birlikte aynı sayının İngilizce baskısı da hazırlanmış.

Dergi güzel ama kapağındaki saat çirkin bence, keşke 34-38. sayfalar arasında bulunan Eterna’lardan biri kapak olsaydı. Eterna demişken 155 senelik bir şirket ile ilgili yazı güzel, efsane rotor düzeneği eterna-matic'ten de söz edilmiş. Eda Altay Deniz'in yazısının girişinden ülkemizde Eterna saatlerini artık Aydın Saat'in temsil edeceğini öğreniyoruz. Aydın Saat, Seiko saatlerinin istenen modellerini ülkemize getirmemesiyle ile ilgili olarak çok eleştirilmişti, Eterna saatleri orta-üst sınıf bir marka olduğundan eleştirileceğini zannetmiyorum.

 
Dergide Montblanc saatleri ile ilgili yazı da önemli. Daha başka yazılar da var: Baume&Mercier, Cenevre Saat Fuarı, Edox, İsviçre saat ihracatına ilişkin ekonomik veriler, Tag Heuer ve Alain Prost, Zenith, Omega, Quantum ve Creo... Bu arada dergide Romain Jerome Moon Invader serisi saatleriyle ilgili yazıyı görünce ilgiyle okudum, fakat Moon Invader çirkin bir saat ama Romain Jerome çok yaratıcı hakkını vermek gerek, bir de Moon Fighter adı verilen dolmakalemleri var ki şaşırmamak elde değil.

http://www.romainjerome.ch/wp-content/uploads/2011/01/RJ_M.OE_.IN_.001_zoom1.jpg
Bir saat dergisini saat dergisi yapan biraz da teknik yazılardır. Bu nedenle Alan Hosman'ın Kronograf sistemleriyle ilgili yazısının 3. bölümü çok iyi ve dergiyi saklanılacak bir dergi yapıyor.


MekanikSaat blogu okurları için derginin sürprizi ise 114. sayfada bulunuyor. Bu sayfada bulunan yazı saat tamir ustaları hakkında.

Saatin elleri


Saatlerin elleri huzurlu kedi ayakları gibidir. Patiler sakince hiç canınızı yakmadan hayatınıza merakla bakar.  Akrep ile yelkovan, varsa saniye ibresi size veya çevrenize bakar durur, kimi ağır ağır güngörmüş bir şekilde kimi aceleyle kimi de orta karar bir hızla dünyanızı izler.

İnsan saati icat ederek bir devrim yapmıştır, fakat saatin icadı insanın daha iyi olmasına neden olmayıp, belki de iyiliğin haddinden fazlasının kötülük olduğu düsturundan hareketle bu devrimin beklenenin aksine insana çok zarar verdiğini de söyleyebiliriz. Oysa kendi başına saat büyük hesapların peşinde değildir, üreten zihni temsil eder, hayatımızın içinde adeta canlı bir varlık gibi yer edinir.

Saatiniz meraklıdır ama sizin istediğiniz kadar merak eder. İsterseniz onu bir kenara bırakır ve uzaklaştırırsınız yanınızdan. İsterseniz daha çok saatin yanınızda durmasına izin verirsiniz.

Saatler aldırmaz gibi görünür, oysa onlar hayatınızın bir parçasıdır.

Sizler uyurken veya yürürken, saatlerin elleri hayatımızı bir dolmakalem gibi yazar, onlar ömrümüz boyunca görünmeyen daireler çizip dururlar.

Saatin ayakları işte bu dairelerdir, bize sarılmak, bizi avutmak isteyen akrebin, yelkovanın, saniye ibreleri dönerken unut demek isterler, unutmak iyidir, saate her zaman bakman gerekmez, soyut sayıların bir anlamı yoktur zaten.

Saatler şu kısa dünyada avunmak içindir, zamanı öğrenmek için değil.

Kirli dünya, temiz Tissot,


Günlük kullandığımız ve çok sevdiğimiz saatlerimiz var, bir de sürekli kullanmaya kıyamayıp arada sırada kullandıklarımız. Fakat ne yaparsak yapalım önce haddinden fazla sevdiklerimiz bizden zarar görüyor. En çok da saatlerin camları çiziliyor, saatlerin kasaları da ikinci sırada zarar görenler.

Benim dünya güzeli Tissot'm da böyle her gün benimle beraber, ben nereye gidersem bir kolumda daimi yeri olduğu için (diğer kolumdaki saat hep değişir) çok zarar gördü, yüzü gözü çizikler içinde kaldı.

Yine de bu çiziklere bile alışmıştım, fakat geçenlerde Saat Hastanesi'nin bulunduğu yapının önünden geçerken Mehmet Ali Karaçuha'ya bir selam vereyim, bir de saatimi göstereyim dedim. Duvarlarda epeyce guguklu saat olan bu dükkan temiz ve düzgün hizmet veren bir yer.

Saatim de pırıl pırıl oldu öyle ki kordonunu da değiştirince (hayır hâlâ nato kordon bulamadım) gözlerime inanamadım.

Demem o ki yanınızda yörenizde saatlerin temizliğini yapan saatçiler varsa, saatiniz de kirliyse hiç üşenmeyin, gidip saatinizi temizletin.

Çok sevdiğim saatimi temizletmenin bir başka faydası da şu oldu, saatin kolumda şıkır şıkır durduğunu görünce daha bir özen göstermeye başladım. Tekrar çizilmemesi için daha dikkatli olup, önceden önlemlerimi alıyorum: Mesela dolmakalemlerime mürekkep doldururken ne olur olmaz diye kolumdan çıkartıp güvenli bir yere bırakıyorum artık veya evde bir eşyanın yeri mi değişecek, saatimi kolumda göremez kimse, güvenli bir yerde tehlikenin geçmesini beklemeye bırakıyorum. Çizilme kırılma (evlerden ırak!) tehlikesi geçince, kaybettiğim kıymetli bir yadigâra kavuşur gibi memnun mesut yeniden bileğime takıyorum saatimi.

Darısı yüzü gözü tanınmaz bir hâle gelmiş derbeder saatlerin başına...

(Tissot'nun üzerinde durduğu kitap: "Why photography matters as art as never before")

Nato / Zulu kordon arayışı

Dün saatçileri ve gezdim doğru dürüst Nato veya Zulu tarzı bir kordon bulamadım, her yerde deri kordonlar var.

Oysa Nato/Zulu kordonlar bence en pahalı saatten en ucuz saate kadar her saate uygun düşen bir kordon türü ve ucuz olduğu gibi diğer kordonlara nazaran son derece dayanıklı, uzun ömürlü, hemen her rengi olan ve yıkanabilir olmasıyla da diğer kordonlardan ayrılan bir çözüm.

Nasıl bir kordon peki?

Lütfen aşağıdaki videoyu izleyelim ve nasıl bir kordondan söz ediyoruz görelim:

Saat Dünyası 35


Saat Dünyası dergisinin 35. sayısı çıkmış bulunuyor. Kadir kıymet bilmeyen bir ülkede saatlere ilişkin dergilerin yayımlanmasını bir kenara bırakalım 35. sayısı idrak etmiş bir dergi bulmak bile bence makus talihimizi yenme yolunda önemli bir adımdır.

Hemen söyleyeyim derginin kapağındaki saate aldırmayın. Asıl güzelikler derginin içinde saklı. (Bazen öyle saatler üretiliyor ki dehşete kapılıyorum.)

Dergide, daha ilk sayfalarda gözüme çarpan şey Aydın Saat'in Seiko reklamı oldu. Daha doğrusu Grand Seiko reklamı. Yarım asrı deviren bu mükemmel sadelikteki saati görmek şaşırtıcı. Grand-Seiko Japonya dışındaki ülkelerde zor görülen ve zor bulunan, mekanik saatçiliği ileriye götürmüş, standartları yeniden tanımlamış efsane bir saat. Aydın Saat'i zaman zaman eleştirdim ancak bu saatleri getirmesi takdire şayan, tebrik ediyorum.

fotoğraf: watchopenia

10. Cenevre Grand Prix d'Horlogerie yarışması ve ödül alan saatlerin anlatıldığı sayfalardan sonra 361 parçadan mürekkep Zenith tourbillon saatinin anlatıldığı sayfalar geliyor.(Bu arada Seiko da spor saat dalında büyük ödül almış, bu yarışma aslında İsviçreli saat üreticilerinin kendi aralarında ödül kazandıkları bir organizasyon görünümünde fakat Seiko gibi kendini kabul ettirenlerin de olması yarışmanın bir nevi aydınlık yüzü oluyor.)

Dergide Rado, Frederique Constant yöneticisi Peter Stas söyleşisi, IWC Big İngenieur Edition Zinedine Zidane saatinin anlatıldığı bölümleri geçtikten sonra Blancpain Fifty Fathoms efsanesinin tarihini, Grand Seiko'nun Türkiye'de satışa sunulması nedeniyle Robert Wilson ile yapılmış söyleşiyi de okuyabilirsiniz.

Longines Weems saniye düzeltmeli saatin anlatıldığı haber kadar sayfa tasarımı da dikkat çekici. Orient saatlerinin 60. yılı şerefine üretilen saatin ayrıntıları ve Jun Watanabe'nin açıklamaları da dergide mevcut.

Sayfa sayfa anlatmakla bitmiyor dergi, 120 sayfa olduğundan epeyce yazı var. Yalnız derginin sonlarındaki Patek Philippe Müzesi'nde bulunan Osmanlılar için üretilmiş cep saatlerine ilişkin yazı ve arkasından Prag'daki ünlü astronomik saatin anlatıldığı kısımlar ilgiyle okunacak cinsten. Bu arada Prag'daki astronomik saatin köşelerinde bulunan heykellere dikkatle bakıldığında avrupalıların korktuğu şeyleri de göreceksiniz, elinde ayna tutan kibirli insan, elinde altın kesesi tutan bir yahudi, yine elinde kum saati bulunan ve ölüm gerçeğini hatırlatan iskelet nihayet son olarak başında sarık bulunan kişi de Türkleri sembolize ediyor! Yani figürlere bakıldığında çok da romantik bir saat değil aslında günah ve önyargıları birleştiren bir zihniyetin dışavurumu.

Neyzen Fikret Kâmil Bertuğ ile yapılmış söyleşi dergide okuduğum en güzel söyleşilerden biri.

Bu sayı kapağı ile değil ama içeriği ile arşivlik bir dergi, kaçırılmasın derim.

Fikir yeni değil ama aklın saati çok taze


SIHH 2011 ile pek ilgilenmiyorum aslında, yine de merak bu yeni neler var diye bakmakta fayda var, gelen fotoğraflara, yazılara bakınca da bazen mekanik saatlerin eskilerini sevenlere güzel sürprizler çıkıyor, yeni yorumlar, eskiye saygı gösteren, geçmiş bilgilerin geçmediğini görüp zamanın hakkını teslim eden yeni güzellikler görüyorum.

Eski fikirlerin taze bir ruhla yeniden yorumlanması güzel.

Kaynak: Watch Happening, SIHH 2011 - BAUME & MERCIER - CAPELAND CHRONOGRAPHS

Saati sevmeyen saatçiler ne iş yapar?


Onların gözünde saatin manavdaki bir meyveden veya market rafında duran cam bir bardaktan öte bir anlamı yok.

Saati sevmeyen saatçilerden söz ediyorum, mesleklerini sevmeyen, mesleklerinin hakkını vermeyen saatçilerden bahsediyorum.

Onların arasında saatin maddi anlamının yanında manevi bir yanı, kültürel bir değeri olduğunu bilenler de vardır elbette, ancak öylesine azınlıktalar ki, netice hiç değişmiyor.

Hemen her mesleğin kendine göre ayrı bir zorluğu ve meşakkatli yönleri var, fakat (tamircisinden, sadece sattığı saatten komisyon alan satıcıya kadar herkes için saatçi tabirini kullanıyorum) başka bazı mesleklerin yanında saatçilik mesleğinin zorlu yanlarının yanında bir de güzel tarafları var. Bunların ayırdına varan ve erken örgütlenen pek çok meslek üyesi, kendi yaptıkları işin güzel yanlarının farkında olup, mesleki bilgilerini, görgülerini geliştirmek, kültürlerini artırmak, yarınlarını da düşünüp yatırım yaparak varlıklarını korumak, sanata yatırım yaparak gücünü artırmak derdinde olduğu halde, saatçiler kendi mesleklerine olan saygılarının azlığı mı desem, 'günü kurtaran tüccar' zihniyetinin yaygınlığı mı desem bilmiyorum, saatçiler kendi mesleklerinden yana hem umutsuzlar hem bilgisizler, hem de geleceklerini hiç düşünmüyorlar.

İlk paragrafa dönmek isterim, saatçilerde ne mesleklerini korumak, ne de geleceklerine yatırım yapmak hevesini ve heyecanını göremiyorum. Kimi istisnalar hariç satıcıların tek derdi elindeki ürünü satmak! Elbette bundan doğal ne olabilir diye düşünülebilir. Ama böyle düşünmek insanı küçümsemek, hayatı basit değerlere indirgemek demektir.

Arz-talep ilişkileri, ekonomik göstergeler, hesap kitap işleri, kâr-zarar oranları... iyi güzel de insan ruhu salt bunlardan mürekkep değildir ki?

Hem aslında sadece parasını düşünseydi insanlar saatçiler hiç saat satamazdı! Cep telefonları yetiyor da artıyor bile diye düşünürlerdi - ki halen öyle düşünen çok insan var, kolunda saat taşımayı gereksiz bulanlar çok.

Öyleyse saatçilerin birlik olup bu konuda biraz daha düşünmeleri gerektiği ortadadır.

Hayatımız sadece para-pul işlerinden ibaret değil. Çocuğumuza baktığımızda parayı, evimize baktığımızda, kitaplığımızdan okumak için bir kitap aldığımızda aklımızdan geçenler sadece para mıdır? Niçin kitap alıyoruz? Niçin kolumuzda babamızın, dedemizin saatini taşımak ve bununla gurur duymak istiyoruz?

Biraz düşünün saatçi arkadaşlarım (saat satarak geçimini temin eden, kendi yaşam standartlarını yükselten ama aslında saatçilik değil de komisyonculuk yapan işadamları da düşünsün isterim).

Ya satıcılar?

Müşterilerle doğrudan konuşan saat satıcıları siz de düşünün biraz, sizden kendi meşrebine uygun bir saat isteyen hemen herkese istisnasız neden "Kaç liranız var cebinizde?" diye soruyorsunuz? Bu tavrınızla insanları ürküttüğünüzü, saat satmakla değil sadece ceplerindeki parayla ilgilendiğinizi, saati sattıktan sonra müşteri denen kitlenin umurunuzda olmadığı izlenimi verdiğinizi biliyor musunuz?

Saatçi milletine bazı sorularım var:

Elde ettiğiniz gelirin ne kadarını saat sevgisini geliştirmeye ayırıyorsunuz?

Saatçiliğin tarihi ve kültürel gelişimine ilişkin ulusal veya uluslararası bilimsel/ciddi bir sempozyum düzenlediniz mi?

Saatlere ilişkin sözlükler, kitaplar yayımladınız mı?

Araştırma alanları arasında mekanik saatler ve saat kuleleri olan kültür tarihi araştırmacılarına hiç destek oldunuz mu?

İsviçre'den, Almanya'dan getirdiğiniz broşürleri, özgün dildeki katalogları aynen getirdiğiniz gibi insanların önüne koyarak neyi amaçlıyorsunuz?

Saat sevgisini anlatan resimler çizdirdiniz mi?

Her biri fahri elçiniz olan, sizin saatlerini eşe dosta tavsiye eden saat meraklılarına yönelik kurslar, söyleşiler düzenlediniz mi?

Fotoğraf/heykel sergileri açarak, sanatla bağlarınızı güçlendirdiniz mi?

Sözlü tarih çalışmaları yaparak kültürel bir değer olan saat tamircilerinin, güngörmüş ustaların anılarını, kadim bilgilerini bir yere kaydettiniz mi?

İçinde yüksek şahsiyetlerin değil, sarayın veya devlet erkanının değil, halkın kullandığı, manevi olarak bağlandığı saatlerin bulunduğu sivil bir müzeniz var mı?

Ya saatlere ilişkin araştırmaların yapıldığı bir enstitü, bir kütüphaneniz var mı?

Saatler hakkında farkındalığı artırmak amacıyla bir festival düzenlediniz mi?

Bence en önemlisi çocuklara saatleri sevdirecek neler yaptınız?

Saat tamircisi



Yukarıdaki fotoğraf yaklaşık 1932-1933 yılları arasında ünlü fotoğrafçı Brassaï tarafından çekilmiş. Fotoğrafta müthiş bir atmosfer var. Hele dışarıdan bakan çocuğun yüzündeki ifade, bilinmezliğe, mekanik saatlerin uzuvlarına bakan gözler ve saat tamircisinin her işini kendi yapan, kendi kendine yeten insanlardaki o mağrur ifadesi arasında büyük bir gerilim olduğunu seziyorum. Bu gerilim bilinen ile bilinmeyen arasındaki uçurum, çocuk için başka bir dünyaya açılan pencere gibi, ama saat tamircisi daha küçük bir dünyaya bakıyor, küçüldükçe büyüyen ve insan zekasının, insanın yeryüzündeki serüvenlerinden birinin küçük ama derin olan dünyasına bakıyor. Arızanın nerede olduğu çoktan tespit edilmiş, kusursuz bir çalışma ile saat yeniden hayat bulacak.

"Saat tamircisi" denilen insanlar ne tuhaf insanlar. Her zanaatkar eserine imza koymaz elbette, ancak saat tamircilerinin nesilden nesile geçen birikimlerinin gözle görülür onca ize rağmen, onca tamir edilen saate rağmen isimlerinin çabuk unutulması ve saat dünyasından kaybolmaları nasıl izah edilebilir?

Usta işi mekanik saatler (masa saatlerinden duvar saatlerine kadar envai çeşit saatler) hep onu yapan kişinin adıyla anılır, tamirciler daha sonraki yıllar içinde zamanın yıprattığı, yahut bilgisizliğin ezdiği bu muazzam makineleri kendi bilgileri ölçüsünde kimi vakit beceriksizce, kimileyin benzersiz bir ustalıkla tamir ediyorlar da ustaları bilen yok.

Ben pencereden ustaya bakan gözlerdeyim. İrili ufaklı, çalışan çalışmayan saatlere bakıyorum, ama en çok da ustanın tamir ettiği saate bakıyorum. Elleri maharetli ve deneyimli hareketlerle bildik bir coğrafyanın patikalarında geziniyor. Kırık bir parçayı çıkarıp tamir ediyor, yahut değiştiriyor. Fakat bir yığın minik parçayı tekrar aynı yerlere bırakmak zorunda, onlar da ustalıkla yapılıyor.
Pencereden ustaya bakan gözlerim hayranlıkla büyüyor.

Bu bilinmezlik çemberini kıran çok az saat tamircisi var. Ama gölgeleri dahi zor sezilen ve bilinmeyen, artık yaşamayan, aramızda olmayan nice saat tamircilerini, ustaları sevgiyle analım, yaşayanların da kıymetini bilelim, onları el üstünde tutalım, saygıda kusur etmeyelim.

Çok yaşa usta!

Sen olmasaydın, saatim dilsiz kalırdı. Ben de nereye gideceğimi bilemezdim.

İyi seneler!

İtalyan asıllı fakat 1962 İsviçre doğumlu olan fotoğraf sanatçısı Guido Mocafio'nun Movement isimli bir kitabı var. Yeni bir yıla mekanik saatlerin güzelliklerini görerek girelim. Mekanik saat sevenlere sıhhat ve nefaset dolu seneler diliyorum.

Aşağıdaki fotoğraflar Movement adlı kitaptan:

Chopard. Quantième perpétuel phase de lune. © 2006.

F.P. Journe. Chronomètre à résonance. © 2007.

Gérald Genta. Planche de quantième perpétuel squelette. © 2006.



Bréguet Tradition. © 2005.

Patek Philippe. Chronographe à rattrapante. © 2006.

A.Lange & Söhne. Double split. © 2006.




Laurent Ferrier Genève Galet Classic Tourbillon Double Spiral


Kimi saatler böyledir. Sade bir görünüşün altında büyük bir emeği gizler ve sadece bilmek isteyene ancak kendini gösterir.

Seiko 5'in arka tarafını çevirip de şaşıran birini görmüştüm, öylesine hayretle izlemesi beni de çok sevindirmişti, ki aslında bilenlerin yüzünde hemen bir tebessüm hasıl olmuştur zannediyorum, çünkü Seiko 5 mekanik saat dünyasının en alt basamaklarından birinde durur. Lakin işte öyle hayretle açılan gözleri düşündüğümüzde, pil gerektirmeyen, insanın kendisinden gücünü alan otomatik bir saatle tanışan ve neşeyle dönüp duran bir rotorla hayatında ilk kez karşılaşan bir insanın şaşırmaması da mümkün değildir zaten, bence bu şaşkınlığa hak vermek ve sadece tebessüm gerekli.

Ben de Laurent Ferrier Genève Galet Classic Tourbillon Double Spiral isimli uzunca bir saatin fotoğrafına bile hayretle bakıyorum, gerçeğini görmedim. Daha önce canlı canlı gördüğüm IWC'nin tourbillon'lu bir saati vardı, ona bakmak büyük keyifti, bir hipnoz anıydı! Kaldı ki mekanik araçları sevenler için tourbillon düzeneği büyü ile eşanlamlıdır! Milimetrelerle ölçülen bir alana el emeğiyle bir sürü parça yerleştirmek ve bunların bir uyumla, matematik ve fizik kurallarına uygun bir düzenle/dengeyle çalışmasını sağlamak az iş değildir, ciddi bir çalışma gerektirir.

Daha geçen gün aynı zamanda bir saat meraklısı olan çok sevdiğim bir köşe yazarı ile (Kadri Gürsel) tourbillon saatleri konuştuk -ki bu konu çok bereketli bir konudur. Kadri Bey'e de söyledim "Tourbillon gerçekten yararlı mı?" diye bir soru hep sorulur, hep merak edilir. Daha önce de McGonigle biraderlerin ürettikleri bir saat vesilesiyle aynı konuya değinmiştim. Aynı düşüncelerimi muhafaza ediyorum, tourbillon düzenekler saatlerin şahıdır ve hepsi birer mekanik sanat eseridir. Sanat eseri olunca da gerekli veya gereksiz oluşu konuyu saptırmaktan öteye gitmez. Tourbillon gerekli bir özellik değildir, sanat insan için ne kadar gerekliyse tourbillon da o kadar gereklidir. Sanat insan için gereklidir diye düşünüyorum. Mekanik saatler de sanat eseridir, tourbillon da çok yararlı/gerekli olmasa da mekanik saatçiliğin uç noktalarından biridir (bir de hareketli figürler barındıran otomat saatler var ki tamamen başka bir disiplin sayılır) hem de salt güzellikten öte bir saat için dakikliğe dönük estetik ihtiyaçları gideren bir sanat eseridir.

Fakat cep telefonundaki saatin dahi yettiği kimi insanlara bu tartışma bile ağır gelir.

Saatlere ilişkin basın duyuruları hakkında

Saat üreticilerinin, daha doğrusu ülkemizdeki temsilcilerinin gazetelere ve dergilere gönderdiği basın bültenleri genellikle facia metinlerden oluşuyor. Klişe yinelemelerle dolu bu metinler bazen hiç düzeltilmeden aynen basılıyor. Özellikle gazetelerin haftasonu eklerindeki saat duyuruları öylesine klişe ki her saatin altında aynı şeyler yazıyor gibi.

Saat bültenlerindeki çeviriler ise ayrı bir dünya! Basın duyuruları teknik bilgilere sahip olmayan çevirmenler tarafından hakkıyla çevrilmediğinden sonuç olarak ortaya kime seslendiği belli olmayan, çelişkilerle ve abartılı tanımlamalarla dolu metinler çıkıyor.

Elbette gazetelerin haftasonu eklerinde bir edebiyat pırıltısı beklemiyoruz ancak dergiler çok önemli, çünkü dergiler kalıcı ve temsil edilen saat üreticisinin de itibarı gözetilmelidir.

İyi bir basın bülteni çevirisi için neler yapılmalı?

- Çeviriler teknik bilgilere sahip çevirmenlere yaptırılmalı.

- Çeviriler daha sonra saatlerin teknik özelliklerinden anlayanlara okutulup onayları alınmalı.

- Çevirilerde soğuk ve yapay bir dil yerine daha anlaşılır ve saatsevenlerin benimseyeceği ifadelere yer verilmeli.

Saat dünyası, sayı 34



Geçen gün koştura koştura dergiyi almaya gittim. Sonra da bir türlü yazamadım. Kısmet diyelim ve başlayalım.

Saat Dünyası dergisinin bu sayısı 128 sayfa ve kapağında kadınlar için düşünülmüş önemli bir kronograf olan 7071R modeli var. (Tabii ben "kadınlar için" diyorum ama dergideki başlık "Bayanlara özel ilk kronograf: 7071R" ve yazının geri kalanında ısrarla "bayanlar için" diyor, küçük ama önemli bir ayrıntı bence, ilgililerin takdirine bırakıyorum.)

Dergide saat kurma makinelerinden yeni açılan saat butiklerine kadar pek çok konu var. Elbette yegâne saat müzemiz olan Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'nin açılışı da geniş bir şekilde haber olmuş.

“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Mekanik saat meraklılarına 30 Ekim 2010 tarihinde Milliyet Cumartesi'de sadece bir bölümü yayımlanan söyleşinin tamamını aşağıda sunmaktan gurur duyuyorum. Söyleşi uzun olduğu için gazetenin ekinde ancak bir kısmı yayımlanmıştı, bütün halinde okumak daha doyurucu olacaktır diye düşünerek ve ayrıca Gürbüz'ün söylediği her sözün mekanik saat ve edebiyat meraklılarına ışık tutacağını bilerek söyleşinin yarım yamalak değil de bütün olarak okunmasını istedim. Beni kırmayan Şule Gürbüz'e, fotoğraflar için Hüseyin Özdemir'e ve söyleşi için Yasemin Bay'a çok teşekkür ederim.

Meraklıların hemen dikkatini çekecektir: Sorular, 2003 senesinden beri Şule Hanım'a sorulan soruların hemen hemen aynısı veya başka bir şekilde söylersek; bugüne kadar Şule Gürbüz'e sorulan bütün sorular bu söyleşide var! Şule Hanım yaradılışından ötürü senelerdir sabırla, bıkmadan usanmadan aynı soruları yanıtlayıp duruyor. Belki bu söyleşinin bir faydası olur da muhabirler değişik sorular sormaya başlar! Yine de bu durum sadece bir durum değerlendirmesidir sadece ve söyleşinin değerini kesinlikle azaltmıyor, aksine Şule Hanım'ın söylediklerine canı gönülden kulak verirsek, mekanik saatlere olan sevgimizin daha da artacağını düşünüyorum. Sözü uzatmadan söyleşiye geçelim:




“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Yasemin Bay

Ömrü boyunca sadece 9 saat yapmış, Türk saatçiliğinin en önemli ustalarından Ahmet Eflaki Dede'nin şaheseri, Es Seyid Süleyman Leziz'in Nil sularının azalmasından ekim dikim vakitlerine, hayvanların kış uykusuna yatmasından kutsal günlere kadar pek çok bilgiyi de gösteren saati, ünlü İngiliz saat ustası George Pior'un Türk pazarı için yaptığı müzikli saati ve daha pek çoğu Dolmabahçe Sarayı'ndaki Saat Müzesi'ne 6 Kasım itibariyle izleyiciyle buluşacaklar. 18 ve 19. yüzyıla tarihlenen bu saatlerin bugün çalışıyor olmalarını sağlayan iki isimden biri ise Şule Gürbüz.
Saray saatçiliği geleneğini bilen son isim olan Wolfgang Mayer'in -Mayer'in dedesi Abdülhamit'in saatçisiydi- yetiştirdiği Recep Gürgen'den bu mesleği öğrenen Şule Gürbüz, her ne kadar "Başkalarının yanında ustayımdır ama ustamın yanında elbette usta olamam" dese de, bugün Dolmabahçe Sarayı'nın tek saat ustası. Üstelik sadece Dolmabahçe'de değil, Türkiye'de de saray saatlerini tamir edebilen, Recep Gürgen'den sonra, tek isim. İstanbul Üniversitesi'ndeki sanat tarihi eğitiminin ardından Cambridge Üniversitesi'nde felsefe eğitimi alan Gürbüz ile hem saatlerin dünyasıyla tanışma hikayesini hem de Saat Müzesi'ni konuştuk...

Dolmabahçe Sarayı’nda ne zaman çalışmaya başladınız?

1997 yılında saat seksiyonunda araştırmacı olarak görevlendirildim. Saatlerin hepsinin bozuk, göze görünmez olduğunu fark ettim. Saat tamiratıyla da ilgili bir atölye yoktu. 80’li yıllarda Wolfgang Mayer'in kalfası Recep Gürgen’in zaman zaman gelip saatleri tamir ettiğini öğrendim Recep usta buraya gelmeye devam etmiş ama kadrolu değil dışarıdan destek veriyormuş. Recep ustadan beni yetiştirmesini talep ettim. Haftanın bir günü o buraya geldi, bir günü de ben onun atölyesine gittim. Çünkü burada kurulu düzenimiz yoktu. 98’de saat atölyemiz kuruldu.

Sizi saat tamirciliğine iten neydi?

Evet zahmetli bir iş. Ne kadar açıklanabilir bilmiyorum çünkü bazı şeyler insanın şahsıyla ilgilidir. Bu da biraz öyle. Ben daha kendi kendimle olmayı, müstakil bir hayatımın olmasını, çok insanlarla dirsek temasımın olmasını sevmeyen birisiydim. Tahsil hayatımda bir şey olma, bir mesleği amaç edinmek gibi bir şeyim yoktu. Sadece okumak, anlamak, farkına varmak bana yetiyordu. Sarayda araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca ben de atölyede tek başıma kalsam istediğim hayatı inşa edebilir miyim, kabuğumu bulmuş gibi olur muyum diye düşünce geçti içimden. Başka biri bana bakıp tek başına bütün gün atölyede ne yapıyor diye vahlanabilir. Ama ben birinin böyle bir hayatı olduğunu görsem çok imrenirim. Bu biraz şahsi bir şey. Sarayın içerisinde bir saat ustası olmayı, elinin ürettiğiyle yaşamayı kendi adıma şık ve güzel buldum. Onun dışında mesleğin tabii ki iş çok zor ve çileli yanları var.

Nelerdir bunlar?

Zanaat, sanat eseri oluşturmak gibi kendi kimliğinizin, isminizin ön planda olduğu bir şey değil. Yaptığınızı bir anlamda kendinizi örterek yapıyorsunuz. Bir eseri tamir ettiğimizde ona elimizin bile değdiğini belli etmemek bizim başarımız oluyor. Egoyla yapılmış bir şeyi tevazuuyla diriltmek gibi bir durumumuz var. Daha mistik bir yanı var saatçiliğin özellikle. Çok sabır ve dinginlik, çok uzun saatler kendi başınıza kalmak istiyor. Ne kadar yüksek düşünceleriniz olsa da size sadece bir saatçi, tamirci gözüyle bakılmasına tahammül etmenizi gerekli kılıyor. Bunlar herkesin altından kalkabileceği şeyler değil.

Mekanik saat tamiri başka zanaatler gibi değil. Bir koltuk, kanepeyi tamir edersiniz köşeye koyarsınız. Saat kendi söyler tamam ben oldum diye. Şu saati yaptım ama üç dakika geri kalıyor diyemezsiniz. Doğru yapmadığım müddetçe beni kaçtığım yere kadar kovalar. Saatin demesi lazım oldu diye. O da zor diyen bir obje. Demez de demez, demez de demez.


Böyle bir eğitimin ardından neden bu meslek diyenler oluyor mu?

Zaman zaman bana bir tamirci için tahsilimin fazla ve gereksiz olduğunu söyleyenler oluyor. Ama aslında insanın aleladelikten sıyrılıp fevkaladeliğe kendisini yaklaştırması lazım. Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım. Başka yabancı diller bilseydim matematiği daha da iyi bilseydim, fizik de bilseydim inanın daha iyi tamirci olurdum. Öte yandan bu işin kişiliğinize kattığı sizi başkalaştıran tatlılaştıran yanları da oluyor.

Nelerdir onlar?

Daha tahammüllü, sabırlı olmak. Bir şeyin direncini daha kuvvetli olarak kırmaya çalışmak ve insanın nasıl olduğunu bilemediği ama zamanla kendisine yapışan şeyler bunlar… Zaman içinde edinilen kazançlar. Durup baktığımda benim kazancımın verdiklerime göre çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Recep Gürgen ile ne kadar çalıştınız?

Hala bir aradayız. Onun kalfasıyım. ‘97’den beri bir aradayız. Saraylar restorasyon adına çalışması zor yerler. Siz çırak olarak işinizi saray objesi üzerinde öğrenemezsiniz. Ben ilk elime saray saatini almadım tabii ki. Ustanın atölyesindeki bozuk harap yüzlerce saatlerce saati elden geçirdikten sonra sarayın objelerine el sürebilmeye başladım. Saray saatlerini sokup takıyorduk. Ama ustam yoksa kendi başıma saray saatlerine dokunamıyordum. Dört yılın sonunda saatlere dokunabilmeye başladım.

Siz Türkiye’de tek isimsiniz bu alanda.

Evet, ustam ile beraber. Panda gibi kaldık biz; bambu filizleriyle beslemeleri lazım aslında. Ben başkalarının yanında ustayımdır ama kendi ustamın yanında elbette usta olamam.

Müze fikri nasıl oluştu?

Tamir ettiğimiz saatler elimizde birikti. Onları tekrar göze görülmez yerlere, kapalı odalara koymak istemedik. Şimdi sarayın büyük çoğunluğu, pek çok odası açık, eskisi gibi değil. Kalıcı bir müze oluşturalım saatler göze görülsün istedik. Açık odalarda bile birçok obje olduğu için o saatler bazen fark edilemeyebiliyor bir de. Öte yandan yurtdışında da pek çok müzenin, saat, mücevher gibi yan müzeleri vardır.



Nasıl bir müze peki?

74 saat yer alıyor. Üç bölümden oluşuyor. Birincisinde Fransız saatleri, ikinci bölümde 18. yy İngiliz saatleri 3. bölümde ise Osmanlı özellikle Mevlevi ustaların yaptığı saatler var. İçlerinde çok harap durumda olan da vardı sadece bakımdan geçenler de. Şimdi hepsi çalışır halde.

Bu saatleri ne kadarlık bir zamanda tamir ettiniz?

Diyebilirim ki 98’den beri tamir ettiğimiz saatler var. Hummalı çalıştığımız dönemler oldu. Bugün bakınca bu işin üstesinden nasıl gelinmiş dediğim zamanlar oldu. Tek bir saatin tamiratı günde sekiz saat çalışarak sekiz ayda bitti. Saray saatleri çok ağır saatlerdir, hayal edemeyeceğiniz objelerdir. Onların çalışma sistemini anlamak, aynı hassasiyetle çalışır hale getirmek kolay işler değil. Mekanik saatin hep eliniz üstünde olması gerekir. Aksırır öksürür, şikayeti bitmez, üzerinde merhametli bir ele her an muhtaç.

Türkiye’de saatçilik hakkında neler söylersiniz? Mesela müzede özellikle Mevlevi ustaların saatlerinin bulunduğundan bahsettiniz.

Bizde mekanik saat geleneği yok. Avrupa’da ilk mekanik saat 1300’lü yılların ortalarında çıkıyor. Orada her saatin her parçası ayrı bir usta tarafından yapılıyor. Sadece akrep yelkovan ya da zemberek yapan ustalar var. Bizimse maalesef Fatih döneminden beri devlet büyüklerine ve halka acentalar vasıtasıyla gelen saatler var. Sadece Türk pazarı için üretilen saatler de var içlerinde. Özellikle Mevlevihanelerde hücrenişin olmak için belli bir zanaatta uzmanlaşmak gerekiyor; hat, tezhip ya neyzen ya da el sanatları... Özellikle saatçilik hassas ve biraz batıdaki mistiklerin karşılığı olduğu için, orada da Pascal, Spinoza gibi filozoflar nasıl bu işle ilgilenmişlerse bizde de Mevlevi ustalar saatçilik yapmışlar. Mesela Ahmet Eflaki Dede, Mehmet Şükrü… Bunlar hep Yenikapı Mevlevihanesi’nin dedeleri, dervişleri. Hücrelerinde otururken, tabii vakitleri de çok, saat yapmışlar. Bizde zanaattan ziyade sanata yakın bir seviye olmuş saatler bu nedenle. Saatin bütün malzemelerini tek tek kendileri yapmışlar, dışının süslemesini bile. Düşündüğünüzde bu akıl alır gibi değil. Çünkü gelenek yok, öğrendiği bir yer yok, öncesi, arkası yok. Kendiyle başlıyor kendiyle bitiyor. Kendisinden doğan ve kendi parıltısıyla başlayıp onunla biten bir şey. Batılı uzmanların hayretlerini uyandıran saatler bunlar. Bu ustayı kim yetiştirmiş diye sorduklarında kendi kendine dediğimizde inanamıyorlar. Batılı usta aldığı geleneğin devamı bir şey yapıyor; İngiliz saati, şu üslupta diyorsunuz baktığınızda. Bizimkilerin yaptığı saatlerin ise dünyada başka örneği yok, hepsi tek.


Siz de vakti geldiğinde saat atölyesinde çırak yetiştirmeyi düşünüyor musunuz?


Olması gereken bir şey elbette. Ama bu bir şekilde kendiliğinden olacak. Bu iş hassas, ince, farklı özellikler de istiyor. Mesela benim ustama getiriyorlar “Bu koca kafalı okumadı bari senin yanında çırak olsun” diye. Hâlbuki biz burada en nitelikli insana ihtiyaç duyuyoruz. Ama en nitelikli insan da tamirci olmak istemiyor. En nitelikli insan klip tadında bir hayat istiyor. Zengin daha zengini güzel daha güzeli bulayım istiyor bugün. Olmayan bir şeyleri tutayım da kolundan kaldırayım denmiyor. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey iyi. İyi de bu işlere talip değil; böyle bir cehennemimiz var. Ben nelere layığım da nerdeyim gibi bir illet var bizde maalesef. Ben kimim de bu saatlere el sürerim diyebildikten sonra o saatler sizi kucaklıyor neticede.

MÜZELİK SAATLER

Bugün yine güzel bir gün. Hürriyet Cumartesi ekinde 15. sayfada Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ne dair "MÜZELİK SAATLER" başlığı ile (eskiler serlevha derdi sanırım) Cahit Akyol'un güzel bir haberi var. Bol fotoğraflı ve bilgi dolu kutucuklarıyla güzel bir haber olmuş. Genellikle bu tür haberler gazetelerde küçük görüldüğü için bu kez neredeyse tam sayfa olan bu haberi görünce şaşırmadan edemedim.

Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ni ne kadar övsek azdır. Çünkü bu müze ülkemizin ilk ve tek saat müzesi. Bir eşi veya benzeri yok.

Kitap saati



Charles Dickens'ın unutulmaz romanı: Oliver Twist.

Tasarım: Coralie Bickford-Smith.

Penguin Books.

Saat Müzesi'nde şenlik



Dün öğle olmadan yola çıkmıştım, fakat öyle bir trafik vardı sarmalı vardı ki neredeyse müze açılışını kaçıracaktım. Taksim'de inip hızlıca parktan geçerek Dolmabahçe'ye indim. Hazırlıklar son aşamadaydı. Basın için bir masa oluşturmuşlardı. Önce Şule Hanım'ı gördüm, sonra da Recep Gürgen'i, ikisi de oradan oraya koşturuyordu.

Hava da pek güzeldi elimde fotoğraf makineleri çevrede gezindim biraz. Şule Hanım'ın işaret ettiği güneş saatine baktım. Üzerindeki fanus ile çok acayip fantastik bir saat bu. Saraya gidenlerin bu saate özellikle bakmaları gerek bence, hemen yanında bulunan yazı da pürdikkat okunmalı, güneş saatleri kadim saatlerdir. Meclis başkanı beklendiği için biraz daha vakit var deyip çevrede gezindim, bol bol fotoğraf çektim. Viyolonsel, gitar ve flüt çalan bir grup müzisyen havayı hafif ve neşeli bir hale getirmişlerdi zaten. Bu tür müzikler insanda bir iyimserlik hâli yaratıyor.

Günün en güzel sürprizlerinden biri, büyük usta Recep Gürgen ve Şule Hanım tarafından 'saat meraklısı ve doğuştan saat tamircisi' Burak Aydınoğlu ile tanıştırılmış olmamdı belki. Hep methini duyduğum Burak Aydınoğlu ile kısa da olsa sohbet ettim biraz. Hangi saatleri sevdiğini sordum (saat markalarından oluşan bir cümle beklerken) "Mekanik olsun da nasıl olursa olsun" dedi. Sonra ekledi, "Hani tel maşa diye pek önem verilmeyen saatler vardır ya, onlar da güzeldir, onları da severim." Benim duygu ve düşüncelerime yakın olan bu görüş karşısında "Haklısınız" dememden daha doğal bir karşılık veremezdim. Sonra birlikte konuşmakta olan Şule Gürbüz ile Recep Gürgen'e baktık. "Onlar da saat meraklısı" dedi, birlikte gülümsedik, haklı elbette, merak olmasa, hiç yapılamayacak saatler yapılır mıydı?

Basın tarafından pek ilgi görmeyen bir etkinlik olduğundan gazetecilerin sayısı azdı bunun dışında bir iki televizyon kanalından gelmiş haberciler vardı çevrede (AA, DHA ve TRT çalışanlarını gördüm). Zaten herkes Anadolu Ajansı'na güvenmiş, öyle ki bugün internette bir arama yaptığımda kullanılan metnin birbirinin tekrarı olduğunu görünce bunu daha iyi anladım. Zaten müzenin açılışı haberi bugünkü gazetelerde (Cumhuriyet gazetesinde kısa ama doyurucu bilgilerin bulunduğu bir haber ve Zaman gazetesindeki Musa İğrek'in Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki kahramanı Hayri İrdal'ın ağzından yazılmış gibi kurguladığı geniş ve güzel yazısı dışında) dişe dokunur bir haber yoktu. Bir umut, belki yarın diğer gazetelerde görebiliriz. Açılışa gazeteciler pek ilgi göstermedi ama dergilerden gelenler vardı, Saat Dünyası ve Watch Plus'tan arkadaşlar oradaydı. Saat Dünyası'ndan gelenleri yakalayamadım ama Watch Plus'tan Ömer Sevil ile konuşabildim biraz.

O sıralarda ben Recep Gürgen'in yanına gideyim dedim, şaşkınlıktan farkedememişim meğer Recep Bey ve Şule Hanım protokoldeymiş ve TBMM Başkanını bekliyorlarmış! Uyarıyı alınca hemen oradan uzaklaştım. :)

Bu arada kalabalık birden artınca TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin'in geleceğini anladık. Hemen ardından anonslar yapıldı ve kalabalık bir grup eşliğinde Meclis Başkanı ve diğer üst düzey yöneticiler geldi. Önce TBMM Milli Saraylar Daire Başkanı Yasin Yıldız bir konuşma yaptı. Ben bu tür konuşmalarda çok sıkılırım, fakat bulunduğumuz yer adeta bir bayram ve şenlik havasında olduğu için konuşmaları dikkatle dinledim. Güzel bir konuşmaydı.

Sonra söz TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin'e bırakıldı. TBMM Başkanı güzel konuştu ama sözü nedense bir anısı anlatırken saat kulelerine getirdi, lise yıllarında bir gün derste iken muzip bir arkadaşı öğretmene anlatılan konuyu göremediğini söyleyince, öğretmen de "Eminönü'ndeki saatin altında" demiş meğer. Eminönü Meydanı'nda öyle bir saat olmadığını bilenler gülümsediler doğal olarak. Belki söylenmek istenen bir zamanların pek ünlü Türkiye İş Bankası'nın kumbara saati olabilir. Yine de vahim bir hata değil aslında, samimi bir konuşmaydı çünkü. Kimse de bu ayrıntıya takılmadı zaten.

Sonunda müze açılışı yapıldı ve içeriye girebildik. Müze bambaşka bir yere dönüşmemiş belki ama ayrıntılarla o kadar fark yaratmış ki hayran olmamak elde değil.

Ben müze içinde kalabalığın az olduğu bölgelerde gezinirken kimi yerde bazı saatlerin başındaki ilgiyi görünce geride kalan devlet görevlileri meğer saatlere çok meraklıymış diye düşündüm ve yaklaştım ama bu kişilerin araya karışan turistler olduğunu farkettim. ;)

Yalnız şu bir gerçek ki devletin bu saatlere gösterdiği ilgiyi hiç bir özel girişimci gösteremedi. Devleti bazen küçümsüyoruz ancak bu doğru bir yaklaşım değil. Bu güzel özenli müze ile bunu bir kez daha anlamış oldum.

Not: Fotoğraf için Milliyet gazetesi fotomuhabiri Hüseyin Özdemir'e çok teşekkür ederim.

Ladoire punk rock saati



Ladoire Geneve henüz 3 yaşında taze bir kuruluş, fakat sağlam adımlarla bağımsız saatçilerin arasında yürüyor. Kendilerine özgü bir mekanizma ve yine kendilerine özgü bir kasa ve kadran tasarımıyla dikkat çekiyorlar. En beğendiğim modellerden biri sayfada fotoğrafları görülen biraz çirkin ama zyadesiyle gösterişli ve çekici görünen Ladoire RGT Punk Rock modeli.

Ben daha çok tasarıma takıldım. Hem öyle bir mekanizma ve kasa yapısı kurgulamışlar ki, her türlü geliştirmeye ve her türlü farklı biçimde yorumlanıp yine de kendisi olabilecek deli bir tasarıma imza atmışlar.

Ama işin en zor tarafı sıfırdan bir mekanizma tasarlamaktır sanırım, gövde bir noktada tasarıma da biçim veriyor. Bu tarz akrebi başka yelkovanı bambaşka bir yerde olan saatlerden hazzetmiyorum aslında, üzerinde düşünmek gereken nokta; böyle bir zamanda yeni bir marka ve yeni bir saat üzerinde düşünüp buna emek vermek, yatırım yapmak. Ortaya çıkan sonuç estetik olarak herkesin hoşuna gitmese de birilerinin mutlaka gönlüne göre bir ihtiyaca cevap veriyordur zaten, işin önemli bulduğum ve saygıyla eğildiğim kısmı cesaret.

Keşke ülkemizde de mevlevi dervişlerinin bir zamanlar yaptığı gibi yüzde yüz cesarete, inanca ve girişim ruhuna sahip insanlar olsa.



Yaratıcılık başka bir şey, Ladoire Geneve verimli olmadığı söylenen 'Mikro rotor' düzeneğe de `çağdaş` bir yorum getirmiş.

Daha fazlası için bakınız:

1. Ladoire Geneve
2. Ladoire Geneve – Helvetic timepieces

Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi 5 Kasım'da açılıyor



Sabahları gazete okumayı çok seviyorum. Kitap eklerinden dolayı bu sabah epeyce gazete aldım ancak sürpriz kitap eklerinden çıkmadı, bu sabahın en güzel haberi ve röportajı Milliyet gazetesinin Cumartesi ekinde bulunuyormuş meğer.

Gazetedeki haber yukarıda görüldüğü gibidir, internetteki hâline ise yüz vermeyiniz, gazetede başka türlü duruyor, dokunuyor, ışığa tutup fotoğrafları daha ayrıntılı inceleyebiliyorsunuz, üstelik haberi kesip saklayabilirsiniz, 'sil' tuşuna basınca da silinmez öyle, üstelik virüslere karşı da çok dayanıklıdır gazeteler, virüs nedir bilmezler çünkü, bilgisayar çökünce uçup giden hatıralar gibi kanat çırpmaz, kaçıp saklanmaz, istediğiniz an elinizin altındadır, dakikalarca saatlerce aynı cümleyi, değişik şekillerde okuyabilirsiniz. Zaten dijital ile analog bilgi arasındaki farklardan biri de budur, analog bilgiye daha güvenilir, dijital bilgi ise şüphe uyandırır. "Hem "Taşa yazılan bilgiler duruyor da cd'lere yazılan veriler neden uçuyor?" diye hep yeni olanın peşinden koşan ama hiç yakalayamayanların kulağına fısıldamak isterim. :)

Neyse yine sözü uzatmayalım, Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ne bakalım, epeydir kapalıydı, bu arada boş durulmamış bütün saatler elden geçmiş ve yeniden bakımları yapılmış. Zaten Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ndeki saatlerin çoğu türlerinin nadide örnekleri arasında.

Çiçek saati de saat müzesinin önüne alınmış, pek güzel olmuş.

Yasemin Bay'ın röportajı çok güzel ama Şule Gürbüz ile yapılan her röportajında muhakkak sorulan soruları bu kez de o sormuş! Muhabirler değişiyor ama sorular hiç değişmiyor.

Not: Bu gece 1 saat kadar zamanı geriye almayı unutmayınız.

Kol saatleri tarihe karışıyor(muş)!



İngiltere kaynaklı (daha doğrusu Britanya) bir haber var. Habere göre saat satıcıları Britanya'da satışların azalması üzerine anket yaptırmış ve sonuçta ancak her 7 kişiden birinin bir kol saatine ihtiyaç duyduğu ortaya çıkmış.

25 yaş ve aşağısı ise hemen hiç kol saati kullanmıyormuş.

Cep telefonları ve bilgisayarların saatleri yeterliymiş gençlere.

Böyle düşünenler çok elbette, fakat gençlerin eğilimleri değişkenlik gösterebilir, bunlardan "kol saatleri tarih oluyor" gibi bir anlam çıkarmak yanlış. Gençlerin kaderinde yaşlanmak da var.

Fakat saat satıcılarının elbette bu duruma uygun bir plan hazırlamaları kendilerinin lehine olacaktır.

Yeni olan her şey iyi değildir. Yeniliğin ruhu ve yapısıdır önemli olan. Cep telefonları bugün var yarın yok: Çünkü 10 yıl boyunca aynı telefonu kullanan insan yok (gerçi ben ilk cep telefonumu 7 yıl kullanmıştım, şimdi ikincisindeyim). Bu arada yeni bir icat daha çıkabilir ev telefonundan cep telefonuna geçiş süreci yeniden yaşanabilir.

Ama mekanik ve pilli kol saatleri öyle çöpe atılan cep telefonları, güncelleme yapılınca çöken programlar ve ekran kartı, sabit diski patlayan bilgisayarlar gibi değil. Çok daha uzun yıllar, üstelik modası geçmeden kullanılabilir.

Yeniyi anlamak için her zaman eski bilgilere bakan insanlar olacaktır. Her zaman eski dünyaya değer veren meraklılar olacaktır. Sahte ve akışkan görüntülere değil, sahici olana sarılmak isteyen aşıklar olacaktır. Her zaman canlı müzik dinlemekten hoşnut olan müzikseverler olacaktır. Her zaman kitap biriktiren, şiir okuyan, edebiyatın yüceliğine, sanatın iyileştirici gücüne inanan, ağaçlara ve hayvanlara değer veren vefalı dostlar olacaktır. Her zaman gündemde olana olana yüz vermeyen, tarihe bir de başka bir yerden bakayım diyen akıllı insanlar olacaktır. Her zaman yalnız oluşunda bir lezzet bulan güzel insanlar olacaktır.

Yeni bir sayfa açmak için her zaman eski sayfaları yakıp kül etmek gerekmiyor.

Dali saati



Spanish surrealist artist Salvador Dalí was born this week in 1904, in Figueras, Spain. Magnum presents a selection of images that artist and photographer Philippe Halsman made in collaboration with Dalí from the 1940s to the ’70s.

Spanish painter Salvador Dalí in an interpretation of his well-known painting The Persistence of Memory, 1952.
© Philippe Halsman / Magnum Photos
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...