Mimi Wo Sumaseba


Yani "Yüreğinin sesi" veya ingilizce olarak "Whisper of the heart" isimleriyle de vaftiz edilmiş olan ve senaryosu Hayao Miyazaki'ye ait 1995 tarihli bir Yoshifumi Kondo filmi. Film güzel, hoş, ancak bir sahnesi var ki büyük bir zevkle izledim. Bu filmi izlemiş olan saatperverler hemen anlamışlardır hangi bölümden söz ettiğimi. Ama bilmeyenler vardır belki:

Filmin bir sahnesinde tam bir kitap kurdu olan kahramanımız Shizuku, gizemli tombul bir kedi ile metrodan çıkar, kedinin gittiği yeri merak edip takip eder ve bir antikacı dükkanına varır.

İşte aşağıdaki diyaloglar bu bölümde, antikacı Shiro Nishi ile Shizuku Tsukishima arasında ve içinde izleyeni hayrete düşüren özelliklerle dolu, ayaklı koca bir otomat (hareket eden figürlerin bulunduğu) duvar saati önünde geçmektedir (bu duvar saati de duvar saati ölçülerinin biraz dışında, İstanbul'da küçük bir meydana, mesela Tünel Meydanına koysanız hiç yadırganmaz boyutlarda, neyse konuşmalar önemli, kulak verelim:



Shizuku - Ne kadar güzel bir saat.

Shiro - Bir kalede bulmuşlar, oldukça hasar görmüş. Şimdi bak, bunu hayatta anlayamazsın. Bak. (Elinde mücevhere benzer bir insan figürü vardır, merdiven yardımıyla heybetli duvar saatine bu parçayı yerleştirir, sonra anahtarla saati kurar.)

Shizuku - Bu da nedir? Ne kadar da güzel.

Shiro - Ne olduğunu şimdi görürsün.

Shizuku - Ne kadar da güzel, bunlar cüce mi?

Shiro - Çok şey biliyorsun. Yani cüceler hakkında çok şey biliyormuş gibi konuştun. Neyse şimdi de rakamları iyi takip et. Bakalım oynayacaklar mı?

Shizuku - Bu bir Elf.

Shiro - İyi görebiliyorsun değil mi? İstersen buraya çık.

Shizuku - Tamam. (Merdivene çıkar.)

Shizuku - Bu da prenses mi?

Shiro - Doğru bildin.

Shizuku - Birbirlerine âşıklar mı?

Shiro - Ama farklı dünyalarda yaşıyorlar. Çünkü sevgilisi cücelerin kralı. Saat 12'yi vurduğunda Prenses kendi dünyasına dönmek zorunda. Buna rağmen, Kral her gün aynı saatte yine buraya gelip Prensesin çıkmasını bekler. Belki de, bu saati yapan sanatçı kimse o da kendi aşkına karşılık bulamadı.

Shizuku - Demek bu yüzden ikisi de böyle üzgün görünüyorlar.

(...)

Dikkat edildiyse "saati yapan sanatçı" diye bir ifade var. Bu nasıl güzel bir anlatımdır, çeviren mi böyle çevirdi acaba diye düşündüm, ama sanmıyorum, ingilizce çeviride craftsman yani sanatkâr, usta, sanatçı anlamlarını taşıyor. Ancak bu kısımdan daha önemli olan ise saatin bir aşk öyküsünü barındırması. (Ayrıca bu öykünün de insanlık tarihinin miraslarından çeşitli masallara gönderme yapması başka bir güzellik.)

Dört tarafı kesme billur kapaklı bir eski saat...

“(…) Onu küçük bir odaya sokan uşak, “İstirahat buyurunuz, haber vereyim” diye çıkmıştı. Burası hiç oturulmamış hissi veren gayet az, lâkin tamamiyle stil eşya ile döşeli bir bekleme odasıydı. Orta masası üzerinde dört tarafı kesme billur kapaklı bir eski saat, yaşına rağmen çok taze, şen kalmış sesiyle rahat rahat, hayatından ve yalnızlığından memnun işliyordu. Ayarlı idi de: Dördü altı geçiyordu.

Şemsi’nin aklı bu saate takıldı. Yıllardan beri iyi bakılmış, yerinden pek kımıldamamış olan o saatle bazı kenar antikacı dükkânında gördüğü hurdalanmış, mineleri çatlayıp akrep ve yelkovanları kopmuş benzeri saatler arasındaki farkı düşünüyor:

— Hele şuna bak, düşkünlüğe uğramamış, başa neler gelebileceğinden habersiz, değişmeyen rahat âleminde yaşayıp gidiyor!

Zaten oturmamış, henüz ayakta olduğundan yanına yaklaştı, gülümsedi: Bir yabancının dikkatli bakışından ürkerek bir kanarya gibi susacağından korkmuştu. Bu evde eşyanın da alışkanlıkları, alıştıkları bir terbiye, bir resmiyet vardı. (…)”


Refik Halid Karay, Bu bizim hayatımız, İnkılâp Kitabevi, Dördüncü basılış, 1990, s.13.

Ünlü yazarımız Refik Halid Karay aynı zamanda bir saatperverdir. Romanlarında kimi zaman iki kişi konuşurken odanın bir yerinde saat çalıyorsa bir üçüncü şahsın sözünü kesmek istemiyorlarmışcasına saatin madeni tınlaması bitmeden konuşmazlar.

McGonigle Biraderler ve Kozmik Dönüş



İrlanda'nın en uzun ırmağı olan Shannon kıyısındaki bir şehirde büyüyüp önce Dublin'de eğitim gören ardından İngiltere'de çalışan ve sonra İsviçre'ye giden ve burada çeşitli şirketlerde saat tamirinden en karmaşık saatlerin yapımına kadar çeşitli görevler yapan ve nihayetinde kendi hayallerini 2004 yılında gerçekleştirmeye muvaffak olan çok yetenekli McGonigle biraderler yaptıkları her saate öylesine özeniyorlar ki sonuçta ortaya seyirlik bir sanat eseri meydana geliyor.



Yaptıkları kurmalı tourbillon düzenekli saatlerin 100 saat güç süresi var. Mekanizmada ise "az çoktur" felsefesine uygun olarak normalden daha az parça kullanmaya çalışmışlar ve geçmişten ilham alarak geliştirdikleri yöntemlerle de bunu başarmışlar.

Tabii yaptıkları eşsiz saatlerin her birinin fiyatı son derece yüksek ve satın almak benim gibi saat meraklılarının kesesine göre değil. Fakat bu durum McGonigle kardeşlerin saatlerinin fotoğraflarına bakmanın bile ayrı bir zevk olmasını engellemiyor. :)



Tourbillon: Kozmik dönüş

Bu arada tourbillon düzeneğinin saate estetik güzellik dışında ne kattığı her zaman tartışılan bir durumdur. Tourbillon düzeneğinin mekanik saatlerde hassasiyeti artırdığı söylenegelir fakat aslında kayda değer bir fayda var mıdır? Nesnel verilere baktığımızda öyle abartılacak kadar bir yarardan söz edemiyoruz. Ben de bu tarz düşünsem de bu düzeneğin bir yaratıcılık ürünü olduğunu da göz ardı etmemek gerektiği konusunda şerh düşmeliyim.

Aslında fazla düşünürsek sonuçta çağımızda mekanik saate bile gerek yok, ne de olsa her yanımızda saatin kaç olduğunu gösteren bir uyarıcı var. Fakat sorun da işte bu noktada, saat var saat var... Basit dijital saatler (örneğin cep telefonundaki saat) kimine yeterken, kimi insan saat denen zaman makinesinin hayatında başka bir yer tutmasını istiyor, daha özel bir şey olsun istiyor, üstüne konuşmak, sohbet etmek istiyor.

'Tourbillon' gerekli veya gereksiz bu konu belki de hiç önemli değil, milyonlarca dolara satılan bir resim düşünelim, çok mu gereklidir? Mona Lisa, Louvre müzesindeki camekanlı bölmesinde her gün binlerce gözün kendisine bakmasına karşın gerekliliği tartışılamaz bir yapıt mıdır? 100 yıl kadar önce o da hemen yanında sergilenen diğer sanat eserleri sınıfındandı, ama sonra yıllar içerisinde bir arzu nesnesine dönüşmedi mi? İşte saat güzelleri de bu cinsten bir sanat eseridir. İlk eserlerin ortaya çıktığı günlerden bugüne geldiğimizde artık bir sanat eserinin gerekli olup olmadığını sorgulamıyoruz. Çünkü yeryüzü uygarlığı içinde sanat yapıtlarının da bir yeri ve bir tarihi var.

McGonigle biraderlerin yaptığı gibi eşsiz mekanik minyatür yapıtlar insanda güzel sanatların verdiği hazzı veriyorsa o zaman işte kalbe ve beyne seslenen zaman araçlarının, yani bilim/sanat/zanaat yapıtlarının da aslında zihin için, huzursuz ve mutsuz ruhlarımız için bir teselli olduğu, ağrılarımızı dindirdiği görülecektir.

Sanat eserleri gereklidir çünkü insan için vardır, saatler de öyle.



Fotoğraflar+çizim/Photographs+drawing: © McGonigle

Ekler:

--> Monochrome | Increased interest in independent watchmakers?

--> Tempered online | McGonigle Brothers | John and Stephen

--> TimeZone | The McGonigle Brothers

--> Watchprosite | Made in Ireland - An interview with the McGonigle Brothers | By Su JiaXian

--> TicTacTalks Forum | TEMPUS Independent Watchmaker Report - McGonigle Tourbillon

--> Watchprosite | New work from the McGonigles

--> The Watch Lounge | The Tuscar From McGonigle

Bir saat dergisi hayali



Watch Plus dergisinin Yaz 2010 sayısı çıkmış! Akşam eve geldiğimde beni bekleyen yeni bir derginin olduğunu öğrenince bütün yorgunluğum gitti, hemen dergiyi karıştırmaya başladım, elbette önce Şule Hanım'ın yazısını okudum.

Keşke saatlere ilişkin daha fazla sayıda Türkçe dergi ve kitap olsa, bu blogun sayfalarından güç sahibi belli kesimleri hep eleştirdim, ancak tekraren söylemek zorundayım 'yüksek saatçiler' sadece konunun ekonomik yönüne odaklandıklarından kültürel alanları boş bırakıyorlar maalesef. Neyse bu tür konularda çok söyleniyorum ardından eleştiri postaları geliyor kraldan çok kralcı olanlardan, fazla da uzatmak istemiyorum konuyu, sonra beni dükkanlarda saatlere bakarken tanıyıp kovarlar neme lazım!

Fakat düşünmeden de edemiyorum, türlü türlü fikirler geliyor aklıma, mesela sadece eski antika saatlere ilişkin bir dergi olsa güzel olmaz mıydı? Bir süre bunun hayalini kurdum. Tabii hayalimdeki derginin kapağında bu ay Pendule Sympathique olurdu muhtemelen :) Neyse konuya dönelim...

Okuma notları:

Yaz 2010 sayısının kapağında Girard Perregaux var.

Yıldız Hamidiye Saat Kulesi ile ilgili Şule Gürbüz'ün kendine has üslubuyla yazdığı yazı mükemmel (s.72-73).

Breguet şaheserleri Topkapı Sarayı'nda başlıklı yazı Topkapı Sarayı'ndaki halen devam eden sergi ile ilgili. Breguet'nin icatları ve getirdiği yenilikler sayfası da şahane olmuş, hemen arşıve bir kopyasını aldım (s.24-29).

Oris'in Oscar Peterson adına çıkardığı yeni caz saati çok hoşmuş (s.43).

Özel dosya: Büyük kadranlı saatler, bazı saatlerin boyutlarına çok şaşırdım (s.64-71).

Yine güzel bir dergi olmuş, meraklılar kaçırmasın derim...

Yadigâr bir saat



Geçen gün çok sevdiğimin arkadaşımla kahvaltı masasında konuşurken, dede yadigârı bir saat çıktı ortaya ve doğal olarak eski günlerden söz açıldı.

Ben arkadaşımın dedesini gördüğüm için tabii sabahın o vaktine kadar unuttuğum bir fotoğraf belirdi zihnimde, adeta 1930'ların Türkiye'sinden gelmiş bir insan, şapkasıyla, paltosuyla yaşadığımız şu kaba saba çevreye ters düşen ince bir insan...

Bu sadece benim gördüğüm. Ama arkadaşımın dedesi olduğu için, onun çok daha başka bir bağlantısı vardı. Doğal olarak benim saate baktığımda gördüklerimle, canım arkadaşımın gördükleri farklıydı. Yine de benim görüşüm onu ve dedesini tanımayanlardan çok daha yakındır onun bakışına.

Ya onu hiç tanımayanlar bu mekanik zaman aracına nasıl bakacaktır? Sıradan bir nesne olarak bakılması muhtemeldir sanırım. Saatin çelik kasalı makinesi Revue markasını taşıyor ancak bu saatin bazı kişilere göre adı ve anlamı çok daha farklı:

Nesilleri birbirine bağlayan bir hatıra ağacı aslında bu saat.

Bu saat İsviçre'de üretilmiş. Ama aslında üzerine Şişli, biraz da Beşiktaş ve Sarıyer kokusu sinmiş.

Bu saatin kalbinde "Veritatis simplex oratio est" yazıyor. Yani "Hakikatın dili yalındır" manasında euripides'e ait bir söz. Hakikatın sadeliğiyle, insanın süslü püslü hırslarıyla, plastik yalanlara aldırmayan tavrıyla durmuş, oturmuş haliyle, gün görmüş bir saat. Hakikat sağlam olduğundan, kolayca yıkılmayacağından daha nice yıllar göreceği, nice gözlerin bakacağı bir saat. Kimi gözler artık bakamasa da bu mekanik kayıt cihazı gibi kendindeki şarkıyı başkalarına da duyuracak cinsten bir saat.

Bu saat bahçeli bir evi işaret ediyor, bahçesinde çiçeklerin, duvarlarında heykellerin olduğu bir ev.

Belleğin arka sıralarında birikmiş bilgilerin silinmesi halinde bile tortusunun kaldığını fısıldıyor bu saat.

Hayatın geçici olduğunu anlatan bu saat, kadim dostların arasında yeni bir köprüyü daha gösteriyor.

Bu saat kalbin ve aklın biribirine yakın durması gerektiğini söylüyor.

Hep aynı şeyi söylüyorum: Saatler bizi atalarımıza bağlayan bir zaman makinesi aslında.

Ahmed Eflaki Dede



Geçen asrın mevlevi Dedelerinden ve bugün artık mevcut olmıyan Türk saatçiliğinin nev'i şahsına münhasır son büyük ustalarından.

Nureddin Rüşdi Büngül, "Eski Eserler Ansiklopedisi" adındaki eserinde bu san'atkârın hayatını şöylece naklediyor:

"Halveti şeyhlerinden Kırımlızade Ali Efendi'nin oğludur. 1808'de (Hicri 1223) Tekirdağı'nda doğmuş ve 18 yaşında İstanbul'a gelmiş. Yenikapı Mevlevihanesi'nde çile çıkarıp dede olmuştur. Tekkede heves edip öğrendiği saatçiliği ilerletmek için bir aralık Paris'e giderek Bireke [Breguet] fabrikasına girmiş ve mihver altına yakut vazını da kendisi Fransızlara öğretmiştir.

Avrupa dönüşünde İkinci Mahmud'a muvakkit olmuş ve saatçiliği fevkalade ileri götürmüş ve kendi zekasıyla on adet saat ibda etmiştir. Bunlardan ikisi elime geçti, birisini Topkapı Sarayı'na, diğerini de çok sene evvel şimdi hatırlamadığım bir zata satmıştım. Diğer sekizini görmedim.

Benim sattığım iki adedi aynı şekilde masa saati idi ve altlarında rehavileri vardı; Avrupa saatlerine asla benzememektedir. Daha sonra ise dede üstad bu saatleri beğenmemiş ve yeni baştan bir saat ibdaına muvaffak olmuştur ki "Muvakkiti cennetmekân Sultan Mahmud Han Ahmed Eflakî el mevlevi" ibaresini hâvidir. Bu harikulade saat müzemize konulmak üzere mühimve bir para ile benden satın alınmıştır. Dolmabahçe salonundaki büyük kule şeklindeki saatin küçüğüdür. Başta dört cepheli yani dört tarafında dört saat bir küre ve ortasında bir saat ve daha altında bir de tıb saniyesi görülmektedir. Küredeki makinelerde kuvvetli çelik zembereklere merbut olan bu saatin nadide çarkları ve güzel bir yakutu vardı.

Rakkası ile avrupalıların görüp de taklid ettikleri muhakkak olan görülmemiş, zarif bir tarzda düyek ayar edilmiş ve mevlevilerin "İsmi Celâl" çekmesi tarzında "Allah Allah" der gibi işlemektedir.

Gerek "Eflaki Dede Asitane" yazılı olan minası ve gerek bütün çark makine aksamı ve gerek fevkalâde zarif ve kuvvetli civa yaldızı ile altınlaştırılmış olan aksamı hariciyesi dede merhumun zekâsından ve kudretli elinden çıkmıştır. Bu saatın 1870'de Paris sergisinde teşhir edilmiş olduğu Topkapı Sarayı'nda zuhur eden "Eflâki dedenin nev icadı Paris'te sergide teşhir edilmiştir." diye bir kağıt parçasile vesikalıdır.

Bir Türk ruhu ile ve Türk zevki selimiyle ibdâ edilen saat harikulade değerlidir. Dede merhumun en mükemmel eseri budur ve bir de Dolmabahçe Sarayı'nın salonu içerisindeki gayet büyük kule şeklindeki saatidir.

Üstadın Sultan Mecid emri ile İngiltere'ye seyahat edip oradan saatçı aletleri aldığı da muhakkaktır. Yalnız Bireke [Breguet] fabrikası her nedense böyle bir adamın fabrikalarında çalıştığı hakkındaki malûmatı tekzip etmektedir.*

Kendisi muvakkit olduğundan Sadrazam Fuad Paşa'nın konağına gider ve saatleri ayar edermiş. Bunu takdir ile seyreden Fuad Paşa merhum da:

Parmağıyla döndürür saati Eflâkî Dede
Döndürür hem yandırır mîkâtı Eflâkî Dede


diye latifeler yaparmış.

Ahmed Eflâkî Dede 1876'da (H.1293) Cağaloğlu'nda İshakağa çeşmesindeki hanesinde vefat etmiştir."

İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ, Reşad Ekrem Koçu, İstanbul 1958, Birinci cild, s.361-362.

* Ahmed Eflaki Dede, Breguet'nin yanında değil dönemin ünlü saat üreticisi Paul Garnier'nin fabrikasında çalıştığı Şinasi Acar'ın çalışmasıyla belgelenmiştir.

[Not: Ufak tefek düzeltmeler ve rahat okunması gayesiyle paragraf düzenlemeleri yapılmıştır.]

BİÇİM İŞLEVİ İZLER


Mekanik saatlerden konuşurken ister istemez eğer karşınızda tarihe, mühendisliğe, matematiğe ve sanata ilgi duyan biri varsa konu bir yerde sanat ve zanaat ilişkisine gelir. Mekanik saatler mekanizmalarıyla vardır, bu mekanizmaların özellikli olanlarından her biri ise (kalibreler) bir okuldur. Okul/ekol bağlantılı sözcükler zaten.



Mekanizmalar da bir okuldur, incelendiğinde tarihsel gelişmeler, bilimsel ilerlemelerin getirdiği birikimlerin sonuçları ve estetik düzenlemeler de görülebilir. Ben pek takılmıyorum ayrıntılara, ancak bugüne dek üretilmiş birbirinden farklı mekanizmaları düşündüğümde zanaat ile sanat arasındaki, zanaat ile bilim arasındaki ve yine sanat ile bilim arasındaki bağıntıları görmemek, bundan heyecan duymamak olanaksız.

Sanatın tüm alanlarını etkileyen Bauhaus okulunun da amacı sanat ile zanaatı bir araya getirmekti. Bauhaus fikrinin son temsilcilerinden biri yine akımın/okulun ortaya çıktığı Almanya'dan dünyaya bir yapı olarak saati sunan Nomos markası.

Özellikli mekanizmalar ve bu mekanizmaların bulunduğu saatler ayrı bir kültür ocağıdır ve hepsi nev'i şahsına münhasır bir derstir aynı zamanda, taş üzerine taş konularak geliştirilen, kimi zaman insani hırsları veya hayal gücünü gösteren süslü püslü de olsa, kimi zaman ise daha sade ve daha mütevazı örnekleriyle de olsa ayrı ayrı filizler veren bir yapılar bütünüdür saat.



Bir başka konuşulmaya değer konu da Glashütte kasabası. 2500 kişilik bir nüfusa sahip bu Alman kasabası haklı ününden dolayı dünyada saatçilik deyince (İsviçre dışında) ilk akla gelen yerleşimlerden. 1990 doğumlu Nomos da işte bu Saksonya eyaletine bağlı Glashütte kasabasından çıkan ünlü markalardan biri.



Nomos saatlerinde mekanizma dahil bütün parçaları kendi üreten isviçre dışındaki ender işletmelerden biri. (Bu arada saatin üstüne "Swiss Made" gibi "Glashütte" yazmak da öyle kolay değil, saatin üstüne bu kasabanın ismini yazdırmak isteyen, saati oluşturan 50 parçadan fazlasını bu bölgede üretmek zorunda. Yani Glashütte bir nevi kalite damgası gibi hukuken de korunmaktadır.)



Nomos modelleri, Tangente, Orion, Ludwig, Tetra, Club, Tangomat ve Zürich ailelerinden oluşuyor.



Bütün Nomos'larda biçim/işlev uyumu ve sadelik ilk dikkati çeken unsurdur. "Az, çoktur" felsefesine de gönderme yaparlar. Fazlalıklardan arınmayı da simgelerler. Fakat saatin arkasını çevirdiğinizde renkli ve kıpır kıpır bir dünya ile de karşılaşabilirsiniz. Velhasıl Nomos iyidir, güzeldir.

________________________________
Ek okumalar, önemli bağlantılar:

- From Basel: The Nomos Tangente, Orion, and Ludwig "33"

- Nomos Forum

- NOMOS Encyclopaedia



PATLAMAYA HAZIR: VULCAIN

Vulcain 1858 doğumlu eski ancak pek göz önünde olmayan önemli bir marka. Eski saatleri de çok güzeldir, özellikle kronografları meraklılar tarafından beğenilir:



İlk mekanik alarmı bulunan kol saati 1947 yılında Vulcain tarafından üretilmiş:



Alarm konusuna takıntılı olduklarından ve özel bir önem verdiklerinden ürettikleri saatlerin çoğunda mekanik alarm özelliği mevcut. 150. yılı da geçtikleri için eski ürettikleri saatlerden ilham alarak özel modeller de yapıyorlar.



İşçilik ve ayrıntılardaki özenleri takdire şayan olan Vulcain saatleri kendine has yapısıyla saat dünyasında içerisinde saygın bir yerde bulunuyor.



Ek okumalar:

- The awakening of Vulcain, Europa Star.

- New Vulcain Cricket REVOLUTION, Monochrome.

Nicolas G. Hayek



2010 yılı Haziran ayının 28. günü Nicolas G. Hayek adındaki bir adam çalışma odasında kalp krizi geçirdi ve 1928 yılında başlayan hayatına veda etti.

Parlak bir zekaya ve öncü fikirlere sahip olan Hayek bunalımda olan ve bir çıkış yolu bulamayan İsviçre saat endüstrisinin önünü açan fikirlerin de yaratıcısıydı.

Ben onu en çok kolundaki saatlerle hatırlayacağım. Bir fotoğrafta toplam 8 saat taktığını görünce gülümsemeden edememiştim. Onun bu kadar çok çok saat takmasını ilginç bulduğumu yazmıştım daha önce.

Nicolas G. Hayek ilginç bir kişiliğe sahipti, sürekli yeni fikirler üretiyordu (saatler dışında Smart otomobil gibi, çevreci enerji sistemleri gibi).

Kalbi beyninin hızına erişemedi galiba.

Saat dünyası için önemli bir kayıp.

Ruhu şad olsun.

Ejderha ile Balıkçı Masalı

Uzak diyarlardan birinde az bulunur cinsten erdeme ve saflığa sahip genç ve yoksul bir balıkçı yaşıyormuş. Bir gün hasta annesi uyurken yine pek erken kalkıp balık tutmak için daha güneş doğmadan sahile inmiş. Babasını küçük yaşta kaybetmiş olan yoksul balıkçı annesiyle birlikte oturuyormuş ve kirayı aylarca geciktirdikleri için evden çıkarılma tehlikesiyle zihni türlü düşüncelerle dolu olarak ve talihinin dönmesini dileyerek bir umutla yine denize açılmış.

Balıkların gelmesini bekleyip, geçmiş güzel günlerini düşünerek dalgın dalgın suya bakarken saati kolundan çözülüp denize düşmüş birden.

Çok üzülen balıkçı karanlık sularda kaybolan saatinin hemen arkasından atladıysa da bir şey göremeyip tekrar kayığına çıkmak zorunda kalmış. Babasından kalan tek hatıranın da denize düşmesiyle sinirleri iyice bozulduğu için çocuk gibi ağlamış.

O sırada sudan beyaz bir ejderha çıkmış ve şaşkınlıktan donakalan gence dönerek yardımcı olacağını söylemiş. Derin sulara dalan ejderha daha kendine gelememiş olan balıkçıya değerli bir madenden yapılmış ve çok kıymetli taşlarla süslü, son derece göz alıcı bir saat göstermiş ve "Kaybettiğin şey bu mu?" diye sormuş.

Balıkçı bu göz kamaştıran saate bakmış içindeki bir ses bu saatin yoksulluğunu bitireceğini söylemiş, bu harika nesneyi mutlaka alması gerektiğini söyleyen bu sesi dinlemeyen balıkçı, ejderhanın olağanüstü güzellikteki gözlerine bakıp "Hayır, bu benim saatim değil" demiş.

Ejderha balıkçıya dikkatle baktıktan sonra yeniden koyu renkli sularda kaybolmuş. Bir süre sonra yeniden balıkçının karşısına çıkıp başka bir saat uzatmış, sade bir saatmiş bu, üzerinde değerli taşlar yokmuş. Fakat aynı ölçüde son derece değerli olduğu da belli oluyormuş. Eşi benzeri olmadığı da aşikarmış, üzerindeki belli belirsiz süslemelerin inceliği, günü, tarihi, ayı, yılı ve ayın konumlarını gösterdiği gibi yıldızların konumu, gelgit zamanı gibi balıkçının tam olarak anlamadığı pek çok özelliği varmış bu saatin ve balıkçı biraz önce gösterilen saatten daha değerli olduğunu anlamış.

Balıkçının içindeki kötü ruh ise belki son şansı olacak bu fırsatı değerlendirmesini, saati almasını ve böylece aptallık etmemesini, yoksulluktan ve açlıktan kurtuluşun bu değerli saati almakla biteceğini söylemiş. Ama balıkçı elbette kötü ruhu dinlemeyip vicdanına güvenmiş ve "Hayır efendim, bu benim saatim değil" diye cevap vermiş.

Ejderha yine aynı şekilde sessizce balıkçının yanından ayrılmış ve büyülü sulara karışmış. Tekrar su yüzüne çıktığında elinde balıkçının kaybettiği sıradan bir saat varmış ve "Sanırım buydu kaybettiğin saat" demiş. Balıkçı kibarca "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, evet bu saat benim efendim, şükranlarımı sunarım" demiş.

O an balıkçı saatini koluna takarken bir ışık patlaması olmuş ve beyaz ejderha, balıkçının yaşlarında genç bir kadına dönüşmüş. Balıkçının gözlerindeki hayranlık ve şaşkınlık sürerken, suyun üzerinde sakin adımlarla yürüyüp balıkçının yanına varmış ve "Dürüstlüğün, hatıralara değer vermen ve açgözlü olmayışını takdir ediyorum" demiş, ardından balıkçıyı önceki olaylardan daha da şaşırtan sözler söylemiş, "diğer koluna takman için ben de sana bir armağan vermek istiyorum, lütfen bu saati kabul et" demiş ve üzerinde ejderha figürü olan bir saat vermiş balıkçıya.



"Son olarak ayrıca eğer kabul edersen seninle evlenmek isterim" demiş.

Balıkçının mutluluğuna diyecek yokmuş artık, o da genç kadını görür görmez aşık olduğu için bu teklifi kabul edince kalbi ve zihni hafiflemiş, içindeki zaten çok zayıf olan kötü ruh ejderha kadından yayılan iyilik ve memnuniyetle bu bedende daha fazla barınamayıp uçup gitmiş. Balıkçı, ejderha kadını annesiyle tanıştırmış, çok geçmeden annesinin iyileştiği görülmüş.

Ardından balıkçı ile ejderha kadın evlenmiş ve huzurlu bir hayat sürmüşler.


[Yukarıdaki öyküyü bir Vietnam masalından uyarladım. Konak dergisinin 23. sayısında Arzu Adıyaman ve Beyhan İslam'ın bir gezi yazısında okumuştum: Öykünün aslında oduncu Cahn baltasını nehre düşürür, bir ejderha ona önce altın sonra gümüş bir balta gösterir, kahramanımız bu değerli baltaları kabul etmez, nihayet kendi baltasını gördüğünde onaylar ancak ejderha dürüstlüğünden dolayı diğer baltaları da verir.

Fotoğraftaki görülen Kees Engelbarts marka saatin kadranındaki öykü de çok ilginç bence. 'Ejderha geçidi' olarak bilinen bu öyküde dağın zirvesine ulaşmak isteyen, türlü zorluklardan geçtikten sonra zirveye vardığında ejderhaya dönüşen bir balığı anlatır.]

Atın kolunuzdaki saati denize!



Başlıktaki cümle bir kitaptan. Önünde saygı ve sevgiyle eğilmek istediğim bir zekaya ve birikime sahip olan yazarın beni allak bullak eden kitabının adı ise şöyle: Tik Tak: Zamana Kaçamak Bir Bakış (eserin özgün adı: Pip Pip: A Sideways Look at Time). Yazara gelince aklı ve kalbi birlikte çalışan, vicdan sahibi Jay Griffiths namında çevreci bir İngilizdir kendileri.

Elbette ben kitabı heyecanla okudum/okuyorum ama kitabı okumak isteyenlerden/okumuş olanlardan canları sıkılanlar olmuştur/olacaktır, çünkü yazar küresel şimdiki zamanın (UTC) dünyamızı bozduğuna inanıyor ve egemen zaman/saat dayatmasının diğer zamanları, farklı insan topluluklarının, hatta cinslerinin (kadınların ve erkeklerin bile zamanı yaşayışı farklı) coğrafya ve kültürlerin zamanı başka türlü algılamasının önüne set çektiğini, aslında modern insanın zamanı hiç anlamadığını anlatıyor. Bu benim de katıldığım bir düşünce, yine de saatleri denize atmaya karşıyım. :)

Ama saatlere ve zamana bakışın ifratten tefrite varan ölçüde ele alındığı ve bu devasa konunun çok istismar edildiği ayan beyan ortada. Hemen her şeyi mucizevi olduğu iddia edilen araçlar ve nesnelerle çözmek mümkün değil, bunun için insan yahut doğanın katkısı gerekiyor. Demek istediğim benim için bir mekanizmanın içindeki ruh çok daha önemlidir kendisinden, çünkü saatler en azından nesne olarak zanaat, bilim ve sanat arasında simgesel/kültürel bir köprüdür. Herşeyi daha küçük parçalara bölen ve hızlı hayatın ilerleme olduğunu iddia eden anlayış ise külliyen yanlıştır, Jay Griffiths işte bu sığ anlayışı -arkasındaki tarihsel, insani ve ekonomik nedenleri de göstererek- eleştiriyor.

Yazar "vakit nakittir" düşüncesinin saçmalığını, insanın zamanı kullanarak kendini ve dünyayı yok etmesini milyon tane örnekle anlatıyor, bütün bunları da adeta hesaplaşma denebilecek acı/keskin bir dil ile yapıyor. Yazar tek bir zamanın olmadığını yeryüzünde pek çok zamanın bulunduğunu da incelikli -bazen bıçak gibi acıtan biçimde- bir şekilde anlatıyor.
Bunca takdir etmeme karşın kitabı sular seller gibi okumuyorum, aksine çok yavaş ilerliyorum, kitabı edineli epey zaman olduğu halde henüz bitiremedim, çünkü yeniden dönüp okudUğum kısımlar var, çünkü her satırda bilgiler mevcut, bunca bilgiden sarhoş olup (kitabın arkasında ise yayıncılığımızın kara noktalarından olan ve kitabın güzelliklerinden biri olan dizin ve çok sağlam bir bibliyografya var) başka başka kitaplara/makalelere savrulmamak mümkün değil.

Bir saat satın almanın "statü ve onur" elde etmenin bir yolu olduğuna inanılan zamanlar da yaşandı, yaşanıyor. "Tik Tak: Zamana Kaçamak Bir Bakış" saati, zaman bilgisini elde tutan yöneticilerin/zalimlerin, iktidar sahiplerinin bu bilgiyi kendi çıkarlarına yontmalarını (çalışma saatleri, kölelik) toplumların yapay ve zorla düzenlenmiş adaletsiz dilimlere ayrılması (sınıf farklılıkları) ile ortaya çıkan çelişkilerin ve insan/doğa tahribatının acıklı tarihi olarak da okunabilecek ağıt gibi bir kitap -en azından ben böyle okuyorum.



"Tik Tak: Zamana Kaçamak Bir Bakış" önemli bir yapıt ve zengin bir referans kaynağı aynı zamanda.

Ayrıntı yayınları iyi ki bu kitabı yayımlamış. (Yayımlamış ama bu güzelim kitap ne yazık ki gereken ilgiyi görmemiş, adeta görünmeyen bir kitap olmuş. Çok az satmış. 2003 yılında 2000 adet basılan kitap çoktan tükenmiş olmalıydı, oysa halen satılıyor! (Aslında bu çok kötü bir şey değil, yani bu kitabın kitlelere dönük basit içerikli kitaplardan bariz bir farkı var, yine de çok satılmasını ve bilinçli okunmasını isterdim. Kitabın az satmasının nedeni tam da yazarın eleştirdiği insan tipinde bulunuyor aslında, her türlü egemen iktidarın kendi zaman anlayışını, basit ve zeka seviyesi düşük yayınların bolluğunda iyi kitaplar arada böyle kaynıyor işte.)

Ben bu kitaptan çok şey öğrendim, ve öğrenmeye devam ediyorum. Jay Griffiths'e hayranım, onun yazı gücü, anlatım biçimi hiç utangaç değil ve dar kalıplara sığmayacak bir yapıda.

Yazılarının özgül ağırlığı yüksek, boş konuşmayı hiç sevmiyor. (Ancak bütün hayranlığıma karşın bu değerli yapıtın içinde bulunan fikirlerin bir kısmını onaylamıyorum, sanat, bilim ve zanaat üçgenine yeterince eğilmediğini düşünüyorum, keşke Ahmed Eflaki Dede gibi ustalarımızın yaptığı saatleri görseydi!

Yazar kitapta kaybolan değerler adına katılmadığım bazı fikirler de öne sürüyor, bazen onu anlıyorum ve hak veriyorum. Bazen kolumdaki mekanik saatin güzelliği nedeniyle onaylamıyorum. Bu da benim kusurum olsun!)

Kitabın çevirmeni Ertuğ Altınay'ın da bu zorlu çeviri serüveninden alnının akıyla çıkmış, iyi bir çeviriye imza atmış. Tebrik ederim.

Kitabı yayına hazırlayan Çiçek Öztek ise bu kitap hazırlanırken bunca yoğun bilgiyle mücadele ettiği için saygıyı ve sevgiyi özellikle hak ediyor.

Çevirmene ve editöre çok daha uzun zaman verilmesini dilerdim. Bu kitap çok değerli bir eser. Bir kitaba, daha iyi olması için harcanan her vakit okuru da ödüllendirir.

Tik tak, saatlerle ilgilenen, zamanı düşünen herkesin elinin altında bulunması gereken bir başyapıt.





"Akrep ve Yelkovan" sergisi üzerine değinmeler

Gezdim ama Breguet saatleri sergisi üzerine yazmak istemedim bir süre, çünkü bu sergi bir ölçüde beklediğim gibi az sayıda (15) saatin bulunduğu bir sergi olmasına rağmen bende yine de hayal kırıklığı yaratmış oldu, çünkü en azından bilgi yoğunluklu bir sergi olacağını hayal etmiştim, ayrıca sergi mekanı o kadar küçük ki ne kadar oyalansanız oyalanın çabucak bitiyor, Divit Odası'na girdikten dakikalar sonra yine avluya çıkıyorsunuz.

Ayrıca fotoğraf çekimine de izin verilmiyor. Flaş kullanılmadan yapılacak bir çekimin kime veya neye bir zararı var anlamadım, fotoğraf çekmek bir müze ziyaretçisinin en doğal haklarından biri, fotoğrafa yasak koymak ise faşizan bir uygulamadır.

Neticede "Akrep ve Yelkovan" küçük bir odada tıkış tıkış yerleştirilen ve cep saatlerinin ağırlıkta olduğu küçük bir sergi olmuş. Saatlerin ufacık bir odada sergilenmesinden dolayı minimalist bir sergi olarak da değerlendirilebilir kanısındayım. Oysa 2009 yılında Louvre müzesindeki gibi, aşağıda fotoğrafı görülen bir sergi mekânı ile karşılaşıp şaşırabilmeyi çok isterdim:



Bu sergi küçük bir odaya tıkıştırılmayacak kadar önemli bir sergi oysa, kapsamı ve içeriği de geliştirilebilseydi yıllarca konuşulabilecek bir sergi olacaktı. Yine de Breguet'nin yüzü suyu hürmetine konuşulacaktır bir süre, ancak unutulması mukadderat, orası ayrı.

A. L. Breguet saatseverlerin gayet iyi bildiği gibi modern saatçiliğin en önemli simgelerinden, dehalarından biri. Onun saatçilik dünyasına getirdiği yenilikler (Pendule Sympathique gibi) ve buluşlar (tourbillon) halen konuşuluyor, saat atölyelerinin duvarlarında Breguet'nin bir tablosu asılıysa ve pek çok edebiyat eserinde onun ürettiği saatlerden ve bu markadan söz ediliyorsa, kendisinin ne denli etkili bir şahsiyet olduğu hakkında zihinlerde bir resim oluşabilir.

Aklıma türlü türlü fikirler geldi, sergide Louvre'daki gibi defterlerine yaptığı ilginç çizimler de olabilirdi, cep saatlerinin mekanizmalarının fotoğrafları da yer alabilirdi, Breguet'nin saatçiliğe getirdiği yenilikler için bir pano da hazırlanabilirdi, Seyit Ali Efendi ile Breguet arasındaki yazışmaların çevirisi de olabilirdi diye düşündüm.

Sergideki cep saatleri nedense bana hiç heyecan verici gelmedi. Belki masa ve kol saatlerini daha çok sevdiğimden dolayı böyle düşünüyorum ama yine de şık bir şekilde yerleştirilmiş olmaları saatleri çekici göstermeye yetmiyor. Cep saatleri içinde sadece merkezi saniye sistemli olan bir tanesi ilgimi çekti o kadar:



Üstelik saatler hakkında verilen bilgiler de daha çok teknik ve yüzeysel bilgilerdi. Kısa kısa geçiştirilmiş notlar ve referans numaraları dışında doyurucu bilgi azdı. Sergide yer alan mektupların çevirileri de yoktu.

Pendule Sympathique

Pendule Sympathique” isimli muhteşem saate gelince, serginin ortasında tüm heybetiyle ama atı kaybolmuş bir süvari yalnızlığından olsa gerek tek başına duruyordu. Pendule Sympathique bir masa ve bir cep iki saatten oluşan bir sistem ama ne yazık ki bu ikili düzeneğin cep saati kaybolmuş.

Sergiden sonra

Sergiden sonra Divan-ı Hümayun'un avlusunda bir kenarda oturup P dergisini okudum ve fotoğraf çekmenin yasak olmasından dolayı bir dahaki gelişimi sakin bir güne denk getirip saatlerin resmini çizmeye karar verdim.

Breguet Avlusu

Kapalı kapılar ardında

Topkapı Sarayı Müzesi'nin saat koleksiyonu İlber Ortaylı'nın da belirttiği gibi sarayın uhdesinde bulunan 400'e yakın nadir saat henüz tamir ve bakım aşamasında bulunuyor. Asıl heyecan verici olan bu benzersiz koleksiyonun sergilenmesi olacak, çünkü bu saatlerin bir kısmı bizim ustalarımızın, Süleyman Leziz'in, Dede Efendi'nin, Mustafa Refik'in, Mehmet Şükrü'nün, Şeyh Dede'nin, Saatçi Zihni'nin, Ahmed Eflaki Dede'nin ve adını saatin bir parçasına yazmayacak kadar tevazu sahibi mevlevi dervişlerinin elinden çıkma bu muazzam güzellikteki saatleri görmek için sabırsızlanıyorum.

_________________________

Ek okumalar:

- François-Paul Journe, Pendule Sympathique for Asprey (ThePuristS Interview FP Journe)

- Breguet and the Ottoman Empire Exhibition

Resimli Saat Terimleri Sözlüğü



Dünya üzerinde saatlere ilişkin pek çok kitap yazılmıştır kuşkusuz. Bu konudaki Fransızca, Almanca ve İngilizce külliyatın çokluğu saat kültürüyle ilgilenenlerin bile şaşıracağı bollukta.

Fakat ülkemizde ne yazık ki saat konusunda yazılmış kitap çok az (buna karşın adında saat geçen kitaplar çoktur) ve zaten az olan bu kitapların çoğu ayrıntılı bilgi içermeyen yüzeysel anlatımlarla dolu. Daha önce de sözünü ettiğim gibi sorun büyük ve katmerli aslında.

Pek çok meslek grubunun kendi sektörüne yatırım yaptığını görüyoruz. Bilgiye yatırım yapmak hep kazandırır. Oysa saatçilik sektörü yukarıda örneği görülen oylumlu bir sözlük yapamadı bugüne kadar.

Bir de eleştirince kızmaları çok saçma. "Sen bu sektörün içinden gelmiyorsun" deyip susturmaya çalışıyorlar.

Maalesef ülkemizde saat sektöründen para kazananlar bu parayı kalıcı olmayan alanlarda tanıtım için kullanıyorlar.

Saat satıyorlar mı? Satıyorlar. E o zaman işimiz bitti diye düşünüyorlar. Ne yazık ki bu dar görüşlülük sadece onlara kaybettirmiyor, saat meraklılarının çoğalmasını da engelliyorlar.

Örneğin geniş kapsamlı resimli ansiklopedik bir sözlük hazırlansa (ayakkabıcılık terimleri sözlüğü bile var ülkemizde) güzel olmaz mıydı? Bu sözlüğü basan firma saygınlık kazanmaz mıydı?

______________
Ek okumalar:

- Timezone Saat Terimleri Sözlüğü üzerine tartışma

- Illustrated Professional Dictionary of Horology

- Horological books

- Books on horology

- Horological Libraries

Topkapı Sarayı'nda Breguet saatleri sergisi



İlber Ortaylı'nın Milliyet Pazar'daki köşesini kaçırmamaya çalışırım. Geçtiğimiz pazar günü yine güzel bir yazısı vardı, değinmeden geçmek olmaz. Yazının önemli bir kısmı Osmanlı-Roma bağlantısıyla ilgiliydi, bu bölüm de ilgi çekiciydi elbette fakat gözüm sayfanın sağ tarafında bütün haşmetiyle göz kırpan Breguet'nin Topkapı Sarayı'nda bulunan ünlü “Pendule Sympathique” saatine takıldı bir kere. Bu saatin benzerleri var, fakat Topkapı Sarayı'ndaki gibisi yok. İlber Ortaylı'nın güzel Türkçe'sinden okuyalım:

"Topkapı Sarayı Müzesi dört yüze yakın nadide saatlere sahiptir. Bu koleksiyon geçmiş senelerde İstanbul’un unutamadığı saatçi Johann Meyer’in soyundan olan Wolfgang Meyer’in kontrolünden ve onarımından geçmişti. Şu sıralar bu koleksiyonumuzu yine Dolmabahçe Müzesi’nin saat uzmanları Receb Gürgen ve Şule Gürbüz elden geçiriyor ve onarıyorlar. Maalesef tarihi mekanik saatlerimizi özellikle Osmanlı dönemi Türk ustalarının eserlerini onaracak uzman pek azdır.

Saray, nadide saatler satın alırdı

Hiç şüphesiz Topkapı Sarayı bir imparatorluk merkezi olarak hem bu tip nadide saatlerin satın alındığı hem de diplomatik ilişkilerde hediye olarak geldiği bir mekândır. Elimizde Napoleon’nun hediye ettiği dahi saat ustası Breguet’in yaptığı bir başyapıt olan saat mevcuttur. Bu nedenledir ki; Topkapı Saray-Müzemiz Breguet saatleri gibi saatçilik tarihinde haklı bir şöhreti ve yeri olan ve bugün de bu vakfın kurduğu bir müze ile mekanik saatler medeniyetini yaşatan bir sergiye ev sahipliği yapacaktır. Bu sergiyi isteyen Breguet saatleri firması ve müzeciler; çünkü bizdeki nadide parçaları ellerindeki ile birlikte sergilemek istediler. Topkapı Sarayı, Sevres Porselen Fabrikasını imrendirecek Sevres porselenlerine, Çinlileri kıskandıracak Çin porselenlerine sahiptir. Burada da sergilenen baş eser Sultan II. Mahmud’a hediye edilen ve Breguet’in elinden çıkan “Pendule Sympathique” denen masa saatidir.

Zaman insan şuurunun eseridir ve insanın şuuruyla dilimlediği varlığımızı ve hayatımızı betimleyen en önemli boyuttur. Saatlerin bilhassa mekanik saatlerin saat olmanın ötesinde derin bir anlamı olduğu açıktır.

Müzemizin zenginliğini teşkil eden bu eserlerin düzenlenmesi, tanıtımı, teşhir ve korunması için bir birim kurulacaktır. Bu sergi 30 Ağustos’a kadar devam edecek, serginin sponsorluğunu Tektaş A.Ş. yapıyor."

İlber Ortaylı, Milliyet Pazar, 6 Haziran 2010, s.5

Sergi Topkapı Sarayı Divit Odası'nda, kaçırmayalım derim.

____________________________________________
Ek okumalar:

Breguet and the Ottoman Empire exhibition - Topkapi Palace Museum – Istanbul

Feyzan Ersinan Breguet sadece bir saat değil, bir "farklılık" simgesi, Dünya gazetesi, 7.6.2010

Meğer tamir edilmeyecek saat yokmuş!







Annemin saatini kartopu oynarken düşürmüştüm. Geçen kış onun hikâyesini yazdığım gün de kar yağıyordu. Sonra Ömer Bey'den saatin tamir edileceği müjdesi yine karlı bir günde geldi. Ve bizans bununla ilgili bana dedi ki: "Kar, mukadderat." İnandım ki kar gerçekten bu saat için mukadderat.

Saati yaptırmak ne benim ne de annemin aklına gelmişti. Hem de hiç gelmemişti çünkü saat o kadar acınası bir haldeydi ki bir daha çalışabileceği umudunu ikimiz de taşımıyorduk.

Bu müjdeyle Sirkeci’ye Tevfik Aydın'a uçarcasına girdim. Ömer Bey'in mesaisi ile benim mesaim çakışmayınca karşılamadık. Saatle beraber selamımı da bıraktım ona. Araya gündelik dertler girdi, saati almaya hemen gidemedim. Niyetim saati, tamir ettirdikten sonra anneme götürmekti; ama bu ara uzayınca dayanamayıp ona söyledim. O kadar sevindi ki keşke dedim ağzımı biraz daha sıkı tutsaydım da sürpriz yapıp onu daha da mutlu etseydim.

Saati almaya gitmeyi başardığımda -ki birkaç başarısız teşebbüsüm oldu- gözlerime inanamadım! Ömer Bey’in yaptığı inceliğe de inanamadım. Otuz yıla yakın bir zaman kaybetmenin acısı ile saati hemencecik koluma doladım. Sonra doğru anneme...

Saati verdim, taktı koluna. Dedi ki "Bunu kabul ediyorum ve saati sana hediye ediyorum."

Ben de dedim ki "Tamam saat benimdir; ama sen tak."

Şimdilik anlaşmamız böyle.

Dedemle annemi yıllar sonra buluşturabildiğim için mutluyum.

Vesile olan herkese teşekkür ederim.

Meğer tamir edilmeyecek saat yokmuş!

uf

uf'un diğer yazısı için bakınız: Bozuk bir saatin öyküsü

Bunlar da benden ek okumalar:

Meister Tevfik Aydın

Yarım asırlık Tissot saat yuvasına döndü

Eterna: Bir yaz akşamı eğer bir yolcu...



Alaturka zamana ayarlı saatime bakıyorum, 12'ye daha 2 saatin olduğunu söylüyor. Yani zaman akşam sularına doğru akıyor. Bir yol ağzına yakın küçümen bir kuyumcu dükkanının yine dükkan ile orantılı bir şekilde ufacık vitrinine bakıyorum. Göz ucuyla da yanımdan yöremden, pahalı çantalarını bir silah gibi taşıyan rüküş kadınların geçtiğini görüyorum.

Türlü türlü olasılıkların kıyısındayız her zaman. Çok sevdiğim bir yazar olan Italo Calvino yaşasaydı buralarda, mutlaka bir şeyler yazardı bu içten içe yanıp tutuşan duran şehirle ilgili. Farklı bir mevsim ve zamanda olmama rağmen yazarın en sevdiğim kitaplarından birini hatırladım: Bir kış gecesi eğer bir yolcu.

Yaşanan günler korkutucu bir hızla kişisel sorunları bile unutturacak kadar yoğun bir gündeme sahip, dünya nereye gidiyor, insanoğlu insankızı neden bu denli zalim diye yazıklanıp düşünürken, vitrindeki Eterna'lar kalbimdeki zehirli sıkıntıyı alıp götürüyor adeta.

Bu arada yanıma bir çift geliyor, onlar da mücevherlerden sonra saatlere bakıyorlar, rahatça Eterna'lara baksınlar diye kenara çekiliyorum. Oysa onlar Eterna'lara bakıp gülüyor. Hayatlarında Eterna nedir bilmedikleri için, aslında doğru dürüst mekanik bir saat gördüklerini bile zannetmediğim bu insanlar "Şu vitrine Rolex koysalardı ne diye böyle saçma sapan markaları koymuşlar" diye kıkırdamaya başlayınca canım sıkılıyor. Dayanamayıp Eterna'nın eski ve saatçilik tarihinde çok önemli bir şirket olduğunu söylüyorum. Bana aldırmadıklarını, dinlemediklerini anlayıp susuyorum sonra. Onlar çekilince yeniden Eterna'lara bakıyorum. Alay edilmek ne fena şey.

Benim Eterna sevgim eskiden beri vardı fakat bunun aşka dönüşmesi, çok ama çok sevdiğim dünya güzeli bir dostumun kolunda görmemle başladı. Bu dünya güzeli arkadaşım hem saatlerden anladığı için hem de yeme içme tercihlerinden, giyimine kadar kendine özgü bir tarzı olan hayranlık duyduğum biridir. Onun saatinden yola çıkarak, Eterna'yı bilmeyenler için bu önemli markayı tanıtmak ve övmek istiyorum.


Saat dünyasının çok bilinen ve adı dilden dile gezen saatlerini bazen unutmak gerekir. Gören gözlerin takdir ettiği başka büyük saatler de var. Bu tür saatler nadir bulunur cinsten nesneler gibi insanın gözüne doğrudan tutulmaz, adı da öyle her yerde telaffuz edilmez. İşte Eterna böyle saatler üretir.


Her Eterna saatinde temiz bir işçilik göze çarpar. Ayrıntılardaki titizlik ve sağlam bir mimariye sahip olan kasa hemen bütün Eterna'larda imza gibidir, belirgindir.

Ayrıca Eterna saat dünyasının en eski şirketlerinden biri olmasına rağmen aynı şekilde en yenilikçi şirketlerinden biridir. Saat dünyası için devrim niteliğinde mekanizmalar geliştirmişlerdir. Ayrıca bugün saat ile azıcık ilgilenenlerin bile bildiği, saygı duyduğu, adı bir kalite simgesi olarak saatseverlerin aklına kazınmış, en büyük mekanizma üreticilerinden olan ETA, bir zamanlar Eterna'ya bağlı bir fabrikaydı sadece.


Ek okumalar:

Eterna's Revolutionary Innovations


Wikipedia: Eterna

Europa Star: A quantum leap by Eterna SA

Zaman ve Sanat



P dergisi eşine az rastlanır o güzel dergilerden.

Her sayısı hayranlık uyandırıcı bir tasarım ve konu bütünlüğüne sahip. Usta eller ve akıllar tarafından hazırlandığı için de hiç hayal kırıklığı yaşatmayan dergilerden biri. Her sayısı özel bir konuyu ele alıyor ve bu konu sanat bağlamında inceleniyor.

P dergisinin 'Zaman ve Sanat' konulu 28. sayısının kapağı, en güzel dergi kapaklarından biridir bence. Ancak yüzeyden bakarak görsel olarak övmek haksızlık olur, bu dergi sadece gören gözlere değil saat meraklıları için kültürel bir hazine değerinde olan içeriği ile akla ve zevk sahibi insanlara da sesleniyor.

İçindeki konu başlıklarına ve yazarlara bakarsak mekanik saat meraklıları için ne kadar önemli bir dergi olduğunu da görebiliriz:

Yaşanan Zaman Ölçülen Zaman, Gerhard Dohrn van Rossum

Maya Ve Aztek Takvimlerinde Zaman, Güneş Taşı, Yıldız Çoban

Ortaçağ Ve Rönesans’ta Dua Saatleri Kitapları, Kutsanmış Zaman, Barbara Drake Boehm

Çin Resminde Mevsim Değişimleri, Theresa McNichol

Japon Şiiri Ve Resminde Zaman Değişimleri, Prenses Şokuşi’nin Dört Mevsimi, Prenses Şokuşi

İslâm Uygarlığında Takvim, Salim Aydüz

Takîyüddîn El-Rasid’in Gözlemleriyle İstanbul Semalarında Zaman, Yavuz Unat

Topkapı Sarayı Müzesı Saat Koleksiyonu, Zamane Bir Şark Masalı, Ali Esad Göksel

Monet’nin Rouen Katedrali Resimleri, Zamanın Rengi, Coşkun Irmak

Zamanın Sesi: Müzik, Filiz Ali

Jorge Luis Borges’in Zaman Dolambacında Küçük Bir Gezinti, Yollari Çatallanan ‘Anlar’, Serhan Ada

Tuğrul Selçuk’un Heykellerinde, Zamanın Düşü Ve Gerçeği, Ayşegül Hatay

Blogged with the Flock Browser

Yavuz Bey'in saati

Composer

'Zamanın görünen yüzü: Saatler' sergisinin açılış akşamına davetli olan 20 yıllık dünya güzeli arkadaşım, o gün rahmetli babasına ait olan saati çıkartıp bana hediye etmişti, ben de gözlerim dolmuş bir halde çok sevdiğim Yavuz Bey'in saatini hürmetle sağ koluma taktım.

Bu saat öyle alengirli markalardan değil, yorgun kadranıyla, yıpranmış kasasıyla tam da sevdiğim gibi, yaşanmışlığıyla da, sade tarzıyla da mütevazı bir saat.

Sağ kolumdaki saate ne zaman baksam Yavuz Baba'yı düşünüyorum. Şişli'de her daim serin olan apartmanın merdivenlerinden çıktığımı hatırlıyorum, küçük küçük anılar, apartmanın arkasındaki bahçe, renkli minik ayrıntılarla dolu bir ev aklıma geliyor.

Bu saatin uzandığı zamana bakıyorum, turuncu saniye ibresi müşfik, halden anlayan bir elin incitmeden dokunması gibi, kalbin atışlarıyla ilerliyor, başka bir dünyada yaşıyormuşum gibi geliyor. Oysa saniye ibreleri hep korkutur beni, fakat artık ibrenin gösterdiği saniyeleri saymıyorum, boşlukta turuncu bir harf gibi akıyor.

Şimdi farkettim ki Yavuz Bey'i anlatmak saçma aslında. Yavuz Bey, yanında kendimi rahat hissettiğim, yağmurdan ve siyasetten aynı şekilde rahatlıkla konuşabildiğim güzel bir insandı. İki prensesin babası olarak hüküm sürdü bu dünyada. Nilüfer apartımanının, Şişli semtinin padişahıydı.

Giderek uzaklaşan gemilere bakar gibi konuşurdu prensesleriyle. Ben de artık aramızdaki tek bağ olan bu saate baktıkça siyah beyaz bir fotoğrafa bakıyor gibiyim, renkleri, sesleri, sözleri kendi zihnimde tamamlıyor, yerlerini değiştiriyor ve yeniden yeniden düşünüyorum.

Yine Nilüfer apartmanının önünde dursam, zile bastıktan bir süre sonra, kapı açılsa, serin merdivenlerden çıksam, yine Yavuz Bey'i o evde bulacakmışım gibi geliyor bana.

Girard Perregaux Opera Three: Musical Watch




Fazla detaya girmeye gerek yok.

Bilmemiz gereken en önemli şey, bu saatin Mozart ve Çaykovski çalabiliyor olması.

Polemik

Müzik saati

2, 4, 18

Saatlerin müzikle ilintisi var demiş miydim?

Saatlerin de bu dünyada tıpkı bir piyanodan tıngırdayıp zıplayarak kulaklara akan, oradan zihne, aklın uç köşelerinde unutulmuş dudakların izlerine tesadüf etmesi, kalbe dokunması gerekli değil midir?

Dünya zalim bir mekân, zaman ise dünyanın hem acısı hem örtüsü değil mi?

Piyano denen müzik aracını çok severim, çünkü insanın içini ürperten bir tınısı vardır. Çünkü piyano ağlamaz, insanı da taklit etmez, usta işi mekanik bir saati andırır, sahte değildir, yalan söylemez, bir notadan diğerine geçen zaman aralığında mutlaka bir hatıralar denizi ve geleceğe ilişkin düşler ormanı bulunur.

Kimi güzel çocukların yaşıtlarının aksine mekanik saatlere düşkünlüğünün beni çok sevindirdiğini söylemiş miydim?

A. Lange & Söhne 1815


A. Lange & Sohne 1815 Rattrapante Perpetual Calendar


Küçük bir dünya inşa ediyorlar.

Hareketli parçacıklardan oluşan

ve omuz omuza çalışan bir sistem.

İnsanı anlatan bir düzenek.

"Yok etmek"

yerine

"var etmek"

felsefesine uygun bir hamle.

Çirkinlik yerine güzellik,

şiddet yerine sevgiyi

işaret eden bir saat.

Saatlere vakit ayırmak



Toplumsal ve kişisel sorunlarımızla boğuşuyoruz. Şiddet ve öfke dolu, basit doyumların kapladığı hayatımızda, yüzeysel bilgilerin ışığında yürüyoruz.

Hızlı bir dünyada, en hızlı olanın kazandığı bir yarışın yaşandığı, vaktin nakit olduğu, başarının ve para kazanmanın yegâne ölçüt olduğu söyleniyor, bilgi maddi olarak ölçülüyor, ölçülemeyen şeylerin bir kıymetı yok gibi.

Fazla uzatmayalım, ne kendimize, ne dünyamıza ne de çevremizdeki insanlara yeterince vakit ayıramıyoruz. Çok klişe ama yeri geldiğinde söylemek gerek, zaman ellerimizden düşen kum taneleri gibi akıp dökülüyor, ne yazık ki toplayamıyoruz.

Çok hızlı hareket ettiğimiz için, çağımızda övülen ve önerilen de bu olduğu için, başımızı kaldırıp gökyüzüne, süzülen bulutlara bakmıyoruz, bakamıyoruz. Televizyon ekranına dalıp, hayatımızın musluğunu açık unutuyoruz.

Böylece görünürde günü kurtarıyoruz, ancak biriken ve halının altına atılan ufak tefek pişmanlıklar ve kayıplar da giderek büyüyor.

Bazı insanlar yine de saate vakit ayırıyor.

Bir saate vakit ayırmak ne demek acaba?

Bunu mekanik saatlerden anlayanlar, sevenler bilecektir, fakat bilmeyenler de var, onların gönül gözlerini de açmalı.

Mekanik bir saate vakit ayıran insan (ucuz olsun pahalı olsun, saniye ibresi olan, olmayan hiç farketmez) bir süre sonra bu merakın onu değiştirdiğini görecek ve anlayacaktır, hele bir de bu zaman makinesinin arka kapağını kaldırabilirseniz, çarkların işleyişlerini görebilirseniz içinize hayatın işleyişi hakkında bir ateş düşecektir.

Mesela maddi bir nesneden ibaret değildir, insan emeğinin, matematiğin ve güzelliğin takdir edilmesidir, yaşanan dünyanın farkına varılmasıdır.

Mekanik bir saat mutlaka farkındalığı artırır, kişinin ölümsüz olmadığını ince ince duyurur, ki bunu bilmek az şey değildir hani. Çevrenize bakın, ölümlü olmayı bilir gibi görünmekte üstümüze yoktur, ama dünyaya baktığımızda bunca kötülüğü, emeğe saygısızlığı, açlığı, sefaleti, yaşanan ve yaşatılan acıyı, karanlık ruhlu insanları ve hırsı izah edemiyoruz.

Mekanik bir saat küçük bir öğretmen gibidir, hem öğretir, anlatır hem haddini bildirir.

Jimmy Wales, Wikipedia, Maurice Lacroix

Dün akşam sularında markete uğrayıp National Geographic dergisi aldım. Eve giderken şöyle bir karıştırayım dedim. Sonra kaldırımda zınk diye birden durdum birden.

Jimmy Wales'in (efsanevi online ansiklopedi Wikipedia'nın patronu) bir fotoğrafı ve Türkçe bir mekanik saat reklamı! (Keşke Wikipedia'nın fikir babası Larry Sanger da olsaymış fotoğrafta.)

Maurice Lacroix saatlerine kendimi çok da yakın hissetmezdim, logolarındaki o 'm' harfine taktığımdan dolayı Maurice Lacroix ile pek ilgilenmiyordum, yoksa güzel saatler yapıyorlar orası kesin. Neyse Jimmy Wales var reklamda, Wikipedia'dan söz ediliyor ve mekanik saatler üreten ML ile bir bağ kuruluyor, o malum 'm' harfi unuttum gitti bile.

Oldum olası rol yapmaktan ve güzel/yakışıklı olmaktan başka dişe dokunur bir özellikleri olmayan tatsız tuzsuz ve cahil insanların saat reklamlarında boy göstermesinden rahatsızdım bir kere, sonra saat reklamlarında bilgiye ve kültüre gönderme yapılması alkışlanacak bir durum, bunların üstüne bir de ilanın Türkçe olması katmerli bir lezzet durumu yaratmış.

Mis gibi bir reklam hazırladıklarını düşündüğüm Maurice Lacroix ve LPI ikilisine teşekkür etmek isterim.

Mekanik bir saat, sıradan bir nesne olmayıp, kültürü ve bilgiyi simgeler. Tabii bunun altını doldurmamız, kolumuzdaki saatin tarihini, altyapısını bilmemiz gerekir.

Bilinçli saat üreticileri ve kullanıcıları çoğaldıkça, gazete ve dergi ilanlarının seviyesi de M.Lacroix örneğinde olduğu gibi yükselecek, belki kataloglar dışında aklımızı, görgümüzü geliştirecek kitaplar, sözlükler de yayımlanacak, paylaşıldıkça çoğalan bir mekanik saat sevgisi yeşerecek, yeni nesillere de bu sevgi aktarılacak.

Mekanik saat biraz da hayallere dalmak demekmiş.

Stork's Eminönü ve Fikret Çelikçi

Bugün (bir pazar günü) Efe ile birlikte Eminönü tarafına, özellikle Mısır Çarşısı'ndan alışveriş yapmak amacı ile geldik. Mısır Çarşısı'ndan alışverişimizi yaptık, dışarıda çayımızı içtik ve ardından ne yapacağımıza karar vermek için düşünmeye başladık. Arabamız yoktu, bu yüzden seçeneklerimiz de sınırlıydı. Tam Nişantaşı'na gitmeye karar vermişken benim "Bir de Storks yapıp oradan kaçalım." fikrini ortaya atmam ile Storks'a girdik.

Girer girmez Rolex vitrinine baktık ama vitrin yine değişmemişti, aylardır aynı. Cellini ve Lady Yachtmaster'dan başka model yoktu. Karşı vitrinde ise Zenith ve Glashütte dikkatimizi çekince oraya yöneldik.

Vitrine yanaştık, tam Zenith'lere bakarken içeriden bir satış temsilcisi selamladı bizi. Vitrindeki Zenith Class Open Multicity dikkatimizi çekti ,tam fiyatını soralım derken ortadan kayboldu satış temsilcisi. Neyse, sonra sorarız derken satış temsilcisi beyefendi gülümseyerek yanımıza geldi. Saatin fiyatını sorduk, cevap olarak da içeriye davet edildik.

İçimden, "Umarım yine saatten cidden anlayan bir satış temsilcisi denk gelir de keyifli bir sohbet yaparız." diye geçiriyordum. Sanırım şanslı günümdeydim.

İçeriye geçtik. Satış temsilcimiz ile tanıştık: Fikret Çelikçi. Fikret Bey bize derhal içecek ikram etti ve çok koyu bir sohbete daldık.

Fikret Bey saat konusunda gerçek bir derya. O anda bizim müşteri olmadığımızı bildiği halde bizimle 2 saati aşkın bir süre boyunca sohbet etti ve 2 saatten fazlasına neler sığdırdı, hepsini anlatabilmem mümkün değil. Bize hiç bilmediğimiz pek çok şey anlattı, yanlış bildiklerimizi de düzellti o nazik ve güler yüzlü üslubu ile.

16.00 gibi girdiğimiz mağazadan 18.30 sularında zor çıktık. Eğer biz çıkmasaydık, Fikret Bey bizi kovabilirdi çünkü onun da mesaisi dolmak üzereydi. (Latife yapıyorum, kendisi asla bu tip bir hareketi yapmayacak kadar nazik, ama biz mağazadan zor çıktık, böyle bir beyefendiyi bulunca saatlerce konuşmak istedik.)

4 yıldır saatlerle içli dışlıyım, hiç bu kadar keyif aldığım bir saat sohbeti yapmamıştım. Sayın Fikret Çelikçi'ye teşekkürlerimi sunuyorum.

Polemik

Horas non numero nisi serenas

Horas non numero nisi serenas

Yani
Yalnızca huzurlu saatleri sayarım.
Işıkla yıkanan bir güneş saatinin yüzeyinde yazan bu cümleyi zihnimizin bir kenarına yazalım. Hayatımız Turgut uyar'ın o güzel şiirinde (Geyikli gece) olduğu gibi artık, nicedir böyle zaten.

Saatlerin ruhunu ele geçirip günü hırpalayan, sabahın, akşamın, gecenin canını yakan, her zaman daha hırslı, gün geçtikçe daha saldırgan bir zaman dizinine ihtiyaç duyan korkutucu 'gelişmiş' uygarlığa karşıt bir söz, horas non numero nisi serenas.

Çünkü, horas non numero nisi serenas, zamanın daha yavaş aktığı, gün ışığının daha çok farkına varıldığı ve yıldızların görülebildiği bir zamana işaret eden bir cümle.

Gündemi bir kenara bırakıp, daha geniş zamanlara yelken açmanın vaktinin geldiğini duyuruyor.

Gündoğumunu, kuşluk ve ikindi vakitlerini yaşayalım, akşam sularında saniyeleri unutup, yelkovan ile arkadaş olalım, akrep ile susalım, yürümenin dertlerimize iyi geleceğini düşünelim.

Kalbimiz kaynarcaya dönmesin hiç, seri üretime inat, balkonunda domates yetiştiren eski kafalı güzel insanlar gibi, zamanın kokusunu ve tadını alalım, yalnız huzurlu saatleri sayalım.

____________
Okuma önerisi: On A Sun-Dial, Willam Hazlitt.

Kirkor Usta, La Tonkinoise ve minyatür mekanik takılar





Kadim Anabala Pasajı'nda kuyumcu dostum Kirkor Usta ile konuşurken, "Bak Mehmet, sana bir şey göstereceğim" dedi. Sonra ben meraklı gözlerle onu izlerken, o kalkıp vitrinin bir köşesinde duran bir yüzüğü getirdi bana (kadınların pek sevdiği güzel takılarla dolu olan bu vitrine ben pek bakmam, sadece arada sırada takılar için mankenlik yapan küçük biblolar hoşuma gider o kadar). O sırada "Benim bir yüzükle ne işim olur ki?" diye düşündüm.

Ancak yüzük görüş mesafesine girince anladım ne olduğunu. Dikkat etmeyip uzaktan kehribar benzeri bir taş zannettiğim şey meğer ufacık bir saat imiş, görür görmez gülümsedim.

Kirkor Usta diğer kuyumculara benzemez, müşteri gelsin diye bekleyip durmaz. Dükkanda bir de tezgahı olduğu için, müşteri olmayınca çalışır durur. Genelde üretmeyi sevmeyen bir millet olduğumuzu düşündüğüm için, çalışan insanları çok seviyorum. Yaratıcı fikirlere de saygım var, bu nedenle aslında ilgi alanımda değil ama mücevher ve takı sınıfına giren bu tarz çalışmaları bir kenara not almıştım, şimdi yazmanın vaktidir.

Saatli yüzükler, kolyeler, broşlar ilginç bir konu. Bu tarz saatler/takılar yüzyıllar öncesinden beri yapılıyor elbette, fakat görmek yine de çok heyecan verici. Sadece estetik bir hazdan ibaret olmayıp zamanı da gösteren veya zaman makinelerine gönderme yapan bir yüzük tasarlamak, yapmak iyi bir fikir.

La Tonkinoise ise Paris'te. Onu da çok beğendiğim bir blog olan Autohand sayesinde keşfettim.



Chantal Hanım'ın marifetli elleri eski nesneleri ve saatleri toplayıp bunları eşi benzeri olmayan takılara (kolyelere ve broşlara) dönüştürüyor.

Mekanik saatlerin parçalarının bir yerlerde çürüyüp gitmesi ve çöpe atılması yerine yüzük, kolye veya kol düğmesi olarak kullanılmasının bir çeşit geridönüşüm uygulaması olduğunu düşünüyorum. Bu saatlerin çalışması hoş olurdu gerçi, ama bu halleriyle bile yaşıyorlar ve işe yarıyorlar ayrıca saatin mekaniğine çok fazla müdahale edilmediyse ileride tekrar bir kol veya cep saatine dönüştürülmeleri de imkanlar dahilinde.

Fakat bazı örnekleri var ki hem saatin hem takının doğasından öteye geçip minyatür mekanik heykellere dönüşmüşler.

Konuyu biraz araştırınca, mekanik saatlerin kullanıldığı başka takılarla da karşılaştım. Meraklıları aşağıdaki fotoğraflarda görüldüğü gibi daha fazla örnek bulabilir.







Linkler:

- Steampunk Vintage Watch Clockwork Ring

- 19moons' photostream MECHANIQUE Vintage Watch Rings

Atölyede bir gün



Ustanın atölyesindeyim, kenarda köşede çeşitli masa saatleri. Yorgun ve epeyce yıpranmış olan bu saatlerin durumları çok kederliydi. Ben de bakımsızlıktan böylesine düşkün ve acınası bir halde olduklarını düşündüm.

Kıyıda köşede yapayalnız kalmış, bir daha kimse yüzlerine bakmamış, kimse onların nasıl olduklarını sormamış, böylece onlar da ilgisizlikten, zamanla içten içe çürümeye başlamış, ölmeye yatmışlar gibi geldi bana.

Ustaya bu düşüncemi söyledim de, fakat hiç de düşündüğüm gibi bir yanıt almadım. Tam tersine benim güzel ustam, "Bu saatler kendi hallerine bırakılsalardı böyle olmazlardı" dedi ve "keşke hiç dokunulmasaymış, tamiri daha kolay olurmuş o vakit" diye ekledi.

Ben de şaşırdım, meğer saatlerin başlarına gelen felaketler ne doğa ne zaman, hep insan eliyle olurmuş.

Geçmişin zekasına saygısız olan zihinlerin kontrol ettiği bilgisiz ve kaba ellerin bilen kişiyi ağlatacak ölçüdeki insafsızca kurcalayışları bu güzelim saatleri bu hale getirmiş. Saatten anlamayan hoyrat eller bu güzelliklere her dokunduğunda mutlaka bir şeyler kaybolurmuş.

Oysa bu saatler dönemlerinin en güzel örneklerinden, demek ki gönül gözüyle bakmayınca güzelliği de görmüyor insanlar.

Usta ben giderken yüzünü saatlere dönüp eğdi ve yine dünyayı unuttu. Ben de bir saat olaydım, beni de böyle iyileştirseydi keşke dedim.

Sarı, kırmızı ve mavi: Alain Silberstein



Alain Silberstein kendisini "saat mimarı" olarak tanıtan ve bu tanımlamayı haklı gösterecek saat tasarımlarına imza atan kısa saçları ve gür bıyığıyla ilginç bir adam. Sarı, kırmızı ve mavi renkleri imzası olarak kullanan bir saat tasarımcısı, veya kendi deyimiyle saat mimarı.

'Mimarisini yaptığı' saatlere baktığımızda biçim ve renk üzerinde olanca rahatlığıyla ve uçucu/hafif olarak da değerlendirilmesi mümkün olan bir tasarım anlayışı üzerinde ısrar ettiğini, küçük dokunuşlarla aynı yapısal mimariyi küçümen neşeli ayrıntılarla süsleyerek kullandığını görüyoruz.

Renk kullanımında ise sarı, mavi ve kırmızı'yı, s harfini andıran saniyeyi, mavi bir çubuğa benzeyen yelkovanı ve kırmızı bir üçgenle gösterilen akrep ibrelerini ise alamet-i farikası sayılacak bir şekilde kendine özgü bir şekilde kullanıyor.

Kimi hiç beğenmiyor bu saatleri, ciddiyetsiz buluyor, oyuncak gibi algılandığını düşünüyor, kimi neşeli bir ruh halinin tezahürü olduğunu, Yvan Arpa'nın tasarımları gibi saatçilik dünyasını değiştirdiğini savunuyor.

Benim kanaatim ise şu: Bir Alain Silberstein tasarımı kolumda görmek istemem, saatler söz konusu olduğunda tutucu bir yaklaşım sergiliyorum, fakat Alain Silbertein'ın tasarımlarının da saatçilik dünyasına yeni bir soluk, değişik bir yorum getirdiğini de görüyor ve takdir ediyorum.

Buraya kadar Alain Silberstein tasarımı saatlerde mesela ETA 7750 türevi mekanizma kullanılmasından, tourbillon saatlerinden hiç söz etmedik, çünkü Silberstein saatleri kadrandaki ve kasadaki göz alıcı ve dikkat çekici ayrıntılarıyla öylesine alıp götürüyor ki insanı bu tür konulara girilmesi neredeyse anlamsız.

Aslında Alain Silberstein saatleri tasarımlarını anlatarak başka bir noktaya gelmek istiyorum, görülüyor ki sadece tasarım üzerindeki yenilikçi (inovatif) bir anlayış dahi yeterli olabiliyor, hem bir tarz oluşturulabiliyor hem de üst sınıf saatler içinde kendine yer açabiliyor. Bunun için bütün saat parçalarını kendi üreten (manufacture) bir yapılanmaya da gerek yok. Bu söylediğim "Neden biz de kaliteli saat üretemiyoruz?" diyenler için bir yorumdur, yoksa kopya ve çiğnenip yutulmuş tasarımlarla Çin'de saat üretip ülkemizde satan şirket sayısı haddinden fazla zaten.

Peki neden ülkemizde kaliteli saat üretilemiyor? Çünkü yatırım yapmaktan hoşlanmıyoruz, acele tarafından para kazanmayı yeterli görüyoruz, uzun vadeli planlardan ise hiç hazzetmiyoruz.

Para ve zeka bence fazlasıyla var, olmayan şeyler ise sabır, yatırım bilinci, kendine güven ve kaliteli düşünce.

Alain Silberstein

In Conversation with Alain Silberstein - The Architect of Time (Su JiaXian)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...