Sarı, kırmızı ve mavi: Alain Silberstein



Alain Silberstein kendisini "saat mimarı" olarak tanıtan ve bu tanımlamayı haklı gösterecek saat tasarımlarına imza atan kısa saçları ve gür bıyığıyla ilginç bir adam. Sarı, kırmızı ve mavi renkleri imzası olarak kullanan bir saat tasarımcısı, veya kendi deyimiyle saat mimarı.

'Mimarisini yaptığı' saatlere baktığımızda biçim ve renk üzerinde olanca rahatlığıyla ve uçucu/hafif olarak da değerlendirilmesi mümkün olan bir tasarım anlayışı üzerinde ısrar ettiğini, küçük dokunuşlarla aynı yapısal mimariyi küçümen neşeli ayrıntılarla süsleyerek kullandığını görüyoruz.

Renk kullanımında ise sarı, mavi ve kırmızı'yı, s harfini andıran saniyeyi, mavi bir çubuğa benzeyen yelkovanı ve kırmızı bir üçgenle gösterilen akrep ibrelerini ise alamet-i farikası sayılacak bir şekilde kendine özgü bir şekilde kullanıyor.

Kimi hiç beğenmiyor bu saatleri, ciddiyetsiz buluyor, oyuncak gibi algılandığını düşünüyor, kimi neşeli bir ruh halinin tezahürü olduğunu, Yvan Arpa'nın tasarımları gibi saatçilik dünyasını değiştirdiğini savunuyor.

Benim kanaatim ise şu: Bir Alain Silberstein tasarımı kolumda görmek istemem, saatler söz konusu olduğunda tutucu bir yaklaşım sergiliyorum, fakat Alain Silbertein'ın tasarımlarının da saatçilik dünyasına yeni bir soluk, değişik bir yorum getirdiğini de görüyor ve takdir ediyorum.

Buraya kadar Alain Silberstein tasarımı saatlerde mesela ETA 7750 türevi mekanizma kullanılmasından, tourbillon saatlerinden hiç söz etmedik, çünkü Silberstein saatleri kadrandaki ve kasadaki göz alıcı ve dikkat çekici ayrıntılarıyla öylesine alıp götürüyor ki insanı bu tür konulara girilmesi neredeyse anlamsız.

Aslında Alain Silberstein saatleri tasarımlarını anlatarak başka bir noktaya gelmek istiyorum, görülüyor ki sadece tasarım üzerindeki yenilikçi (inovatif) bir anlayış dahi yeterli olabiliyor, hem bir tarz oluşturulabiliyor hem de üst sınıf saatler içinde kendine yer açabiliyor. Bunun için bütün saat parçalarını kendi üreten (manufacture) bir yapılanmaya da gerek yok. Bu söylediğim "Neden biz de kaliteli saat üretemiyoruz?" diyenler için bir yorumdur, yoksa kopya ve çiğnenip yutulmuş tasarımlarla Çin'de saat üretip ülkemizde satan şirket sayısı haddinden fazla zaten.

Peki neden ülkemizde kaliteli saat üretilemiyor? Çünkü yatırım yapmaktan hoşlanmıyoruz, acele tarafından para kazanmayı yeterli görüyoruz, uzun vadeli planlardan ise hiç hazzetmiyoruz.

Para ve zeka bence fazlasıyla var, olmayan şeyler ise sabır, yatırım bilinci, kendine güven ve kaliteli düşünce.

Alain Silberstein

In Conversation with Alain Silberstein - The Architect of Time (Su JiaXian)

Breguet Classique Grande Complication

Geçenlerde Levent Adliyesi'nden çıkınca Kanyon'a gitmiştim.

Tüm saatçilerin vitrinlerine bir göz atıp oradan da ofise geçecektim.

Tektaş dışındaki saatçilerin vitrinlerinde farklı ya da yeni bir saat yoktu.

Tektaş'ın vitrininde ise beni bir sürpriz bekliyordu: Breguet Classique Grande Complication.

Böyle yazınca ne olduğu pek anlaşılmıyor, biraz açmak lazım.

Bir mekanik saat meraklısı Tourbillon ya da Perpetual Calender ifadelerinden birini bile tek başına görse heyecanlanır. Bu saatte ise ikisi birden var. Anlatımı bir görselle şenlendirelim.


Resim


Birkaç dakika boyunca vitrindeki saati dikkatle inceledim. Ardından da içeri girip detaylı bir şekilde saati incelesem mi diye düşündüm. Kolumda basit bir Tissot ile içeri girip girmemekte kararsız kaldım açıkçası. Burnu havada bir tavırla karşılaşmak da canımı çok sıkabilirdi. Ancak cesaretim ağır bastı, içeri girmeye karar verdim.

Kapı kilitliydi. Zile bastım, satış temsilcisi genç beyefendi hemen açtı kapıyı. Çok nazik karşılandım açık konuşmam gerekirse, başta kaygılanmam yersizmiş. Kısa bir selamlaşma faslından sonra "Vitrindeki Breguet Tourbillon'u incelemem mümkün mü?" sorusunu yönelttim. Aldığım cevap ise "Derhal çıkartıyorum beyefendi." oldu.

Rahat bir koltuğa oturdum ve saati incelemeye başladım. Saatin çapı 39 mm, ki bu artık küçük denebilecek bir ölçü. Kasa 18 ayar altın. Deri kordonda klips yerine diken kapatma vardı. Saatin ön ve arka camı safir. Mekanizma ise 50 saat güç rezervine sahip. Elle kuruluyor, ama en önemlisi ise Tourbillon'a ve Perpetual Calendar'a sahip. İnsan işi değil yani.

Saatin yanı sıra, saatin markası ve geçmişi ise zaten çok farklı bir yerde saat dünyası içinde. Abraham Louis Breguet Tourbillon'u icat eden kişi. (Daha çok icadı var ama şu anda aklıma gelmiyor.)

Gelelim saat hakkındaki düşüncelerime: İşçilik inanılmaz. Onca özelliğe karşın saat kalın değil. Bilekte duruşu çok zarif. Mekanizma ise tartışılmaz.

Ancak, ben bu saati beğendiğimi söyleyemem. (Durun, hemen kedi-ciğer geyiğine girmeyin, önce dinleyin.) Öncelikle söylemem gerekir ki, sarı altın kadar rahatsız edici bir materyal yok benim için. Cidden çok çirkin buluyorum sarı altını.

İkincisi, benim odun bileğimde 39 mm küçük kaldı. 40 mm'lik saatler kullanıyorum ama onların boynuz tasarımı daha farklı olduğu için küçük durmuyor. Bu ise bana olmadı.

Üçüncü olarak şunu söylemem lazım: Saat çok okunaksız. Saat, tarih, gün, ay, saniye ciddi anlamda dikkatinizi vermeden okuyabilmek çok güç. Bu da bence en can sıkıcı sorun.

Saati sevmedim çünkü bana hiç hitap etmiyor. "Olsa takmaz mısın?" muhabbetine girmek çok sığ bir yaklaşım olur. Bu bütçe ile tek bir saat alacak olsaydım, seçimimi bu Breguet'ten yana kullanmayacağımdan eminim, bunu söyleyebilirim.

Saatin fiyatını sona sakladım: 154.000 CHF.

Polemik

Not: Tektaş'ın bilgili, güleryüzlü ve nazik çalışanlarına çok teşekkür ederim.

Yaşlı saatler, genç insanlar

haleti ruhiye

Bir çocuğun kolunda mekanik bir saat görmek garip duygular uyandırıyor bende. Bir yandan çok mutlu oluyorum, ne güzel diyorum bu çocuk bir geleneğin muhafızı, devam eden bir şeylerin, insanlığın kalbinde ateş gibi yanan merak duygusunun bir taşıyıcısı diyorum. Bir yandan da zamanın akışını bu kadar net bir biçimde saate bakmadan anlayıvermekle tedirgin de oluyorum. Saatler ölümlü oluşumuzun da göstergeleridir, bunu bir kez daha anlıyorum.

Sayıları çok az da olsa eski mekanik saatlere meraklı genç insanlar var mesela. Kolunda 50 yahut 70 yıllık bir saat taşıyan bu gencecik insanları gördüğüm vakit onlarla konuşmak istiyorum, neden böyle bir saati taktıklarını sormak istiyorum, bu saatin onlar için ne ifade ettiğini anlamak istiyorum. Sormuyorum bazen, çekiniyorum, belki terslenirim diye sadece merakla saatlerine bakmakla yetiniyorum.

Ama bazen merak duygusu öylesine baskın çıkıyor ki, kabuğu kırıp soruyorum, "Kolunuzdaki saat çok güzel, mekanik saatlere meraklı mısınız acaba?" diyorum.

Tahmin ettiğim gibi bazıları için kollarındaki saat dedeleri, babaları veya anneleri ile manevi yakınlaşmanın, onları hissetmenin, hatırlamanın bir yolu.

Suskun saatleri takan da var koluna. Çalışmayan bir saati neden taşır ki insan kolunda? "Tamir ettirmelisiniz bu güzel saati" diyecek oluyorum birine, "O zaman aynı saat olmaz" diye bir yanıt alıyorum.

Bilmeden sadece hoşuna gittiği için estetik kaygılarla eski saatleri sevip takan da var koluna.

Konuştuğum insanların çoğunluğu ile sokakta karşılaşmadım, onlarla ya bir fotoğraf sergisinde ya da sahafları dolaşırken tanıştım. Belki de rahat konuşabilmemin nedeni eski kitaplardır.

Eski kitaplar da mekanik saatler gibi çağın geçmişten habersiz unutkan verilerine ve günümüzün uçucu sayısal belleğine inat yaşıyorlar.

Rolex tasarımları demode mi, yoksa kült mü?



Rolex ile yazmak istediğim birkaç yazı daha olduğunu söylemiştim. Şimdi sıra ikinci yazıda.

Yazımın konusu, Rolex tasarımları. Başlık da temel sorunsalı ortaya koyuyor aslında: Rolex tasarımları kült mü, yoksa çağdışı, demode tasarımlar mı?

Çoğu Rolex modeli, tasarım olarak 50 yıldan fazla bir temele sahip. Submariner, Sea-Dweller, Day-Date, Datejust, GMT-Master 2, Explorer...Bunların hepsi de hala arzulanan saatler. Bu saatlerin ilk ve güncel modelleri arasında çok ciddi farklar yok. Day-Date'in ilk versiyonu ile son versiyonu aynı bile denebilir. Peki neredeyse tüm markalar sürekli olarak yeninin peşinde iken Rolex 50 yıllık tasarımlarla bu işi nasıl götürüyor? Bu sorunun cevabını verebilmem mümkün değil, ama konuyu çeşitli yönlerden ele alacağım. Diğer yandan da bu tasarımlar hakkındaki fikirlerimi paylaşacağım.

-Rolex bu işi nasıl götürüyor? 50 yıllık tasarımlarla nasıl ayakta duruyor?

Çok fikrim yok açıkçası. Aklıma iki olasılık geliyor.
1. Rolex bir pazarlama harikası: Bunu düşünen ilk insan ben değilim. Son insan da ben olmayacağım. Talep yüksek, bunu biliyorum. Ama arz düşük değil ki. Yılda 700.000'den fazla saat üretiyorlar ve buna karşın çoğu model zor bulunuyor. (Ya da zor bulunduğu söylenerek müşteriler uyutuluyor.)

2. Günümüz insanının Heritage düşkünlüğü: Bu bana daha makul bir gerekçe gibi geliyor. Hangi marka eski bir modelini günümüzde üretse (ki bu modeller hep limitli seriler olarak üretilir.) o model kıymete biniyor, hatta yok satılıyor. Alan da aldığı fiyatın üzerinde satıyor saatini. (JLC Memovox Polaris, PAM California vs)

Rolex'te ise sıfır saat alan da (sadece tasarım olarak olsa da) saatinde bir heritage tat alabiliyor. (Ama yıllık 700.000 adetten fazla üretim rakamına karşın çelik Daytona bulabilmek neden hala bu kadar zor anlayabilmiş değilim. Diyorlar ki, 700.000 saat üretiyor Rolex, ama kaçı çelik Daytona? Soru doğru ama, yılda 100 tane üretilmiyor ki bu saatten. Neyse, konu Daytona değil. Kalite olarak Daytona'ya lafım olamaz ama tasarım olarak hiç sevmem kendisini.) Heritage da saat dünyasında her zaman sevilmiştir, sevilmeye devam edilecektir diye de düşünüyorum.

-Rolex tasarımları demode mi, yoksa kült mü?

İşte bu çok zor bir soru. Herkesin kendi cevaplaması gereken bir soru olduğunu düşünüyorum. Submariner en güzel dalgıç saati mi? Klasik saatlerin en güzelleri Day-Date ve Datejust mı? Bu sorulara başkası adına ne evet diyebilirim, ne de hayır. (Kendi adıma cevabım hayır olur.) Güncel Rolex'lerden Milgauss'u çok beğeniyorum, ama o da klasik Rolex çizgisinden farklı bir saat.

Kült Rolex modellerinden ise çok ama çok beğendiğim bir saat yok. Ancak, bu da çok çirkinmiş dediğim bir saat de yok. Ancak, objektif olarak bakıldığında şunu da unutmamak gerekir ki, Dünya'nın en çok lüks saat üreten ve satan markasının tasarımları, çoğu kişi için demode değil, aksine kült.

Rolex daha çok tartışılır saat dünyasında.

Polemik

Not: Dilimizde karşılığını tam olarak bulamadığım Heritage sözcüğünü kullanmaktan pek hoşlanmasam da, anlamı iyi karşıladığı için kullanmak zorunda kaldım. Eğer karşılığı varsa, lütfen bana e-posta yolu ile ulaşın ki hemen düzelteyim.

Önyargıya ve Rolex'e ilişkin bir yazı


Milgauss

Rolex saat dünyasının en çok tartışılan saatlerinden biri. Seveni, hatta fanatiği çoktur. (Fanatiği az olsa bir Paul Newman Daytona neden 100.000 Euro’dan başlayan fiyatlarla satılsın ki?) Sevmeyeni hatta nefret edeni de en az bir o kadar vardır. (En yaygın tez, saatten anlamayan bilimum mafya babalarının altın Rolex kullanmasıdır – ben ise hiç mafya babası görmediğimden, görsem bile onun mafya babası olduğunu bilmediğimden yorum yapamıyorum.)

Sevenleri ve sevmeyenleri dışında da kalitesi, tasarımları, ilkleri (aklıma ilk su geçirmez saati ürettikleri geldi, başkaca ilkleri de var ama şu anda hatırlayamıyorum) ve hakkında dönen şehir efsaneleri (Çelik Daytona için bekleme sırası) ile hep tartışılır. Hatta geçenlerde gitiğim Omega Butik’te “Rolex sizce nasıl bir marka?” sorusunu yönelttiğim satış temsilcisi belki bilgisizliğinden, belki de ticari kaygılarla “Rolex artık bitti.” şeklinde bir cevap verdi. Rolex hakkında tartışma bitmez. Benim de saatlere ilgim arttıkça Rolex hakkında farklılaşan düşüncelerim oldu. Bu düşüncelere kısaca göz atmak istedim.
- Saat merakımın sıfır (merak yanında, bilgi de sıfır) olduğu dönem: Rolex nedir abi? Gereksiz pahalı, zaten tüm hanzolar Rolex kullanıyor. (Dikkat: Rolex takan herkes hanzodur anlamı çıkmasın lütfen.) Bir saatte 10.000 TL ya da üzeri paraları vermek de delilik.
- Saat merakım başladı, ama Rolex ile henüz tanışmadım: Kalitesine saygı duymamak mümkün değil. Ancak işin diğer yönleri de var. Submariner, Sea-Dweller, Yacht-Master ve GMT-Master, alayı aynı bu saatlerin. Zaten 50 yıllık tasarımları kullanıyorlar. Day-Date ve Datejust da birbirlerinin neredeyse kopyası ama insanlar bunlar için deli oluyor. En özgün Rolex modeli Daytona, o da asla takmayacağım bir saat. Çok çirkin.
- Nihayet, Rolex ile tanışma: (Olay asıl burada başlıyor.) Rolex ile tanışmadan önce sevdiğim tek Rolex Submariner LV idi. (Submariner’ın 50. Yılı anısına üretilen yeşil bezelli model.) Yeşili çok severim, yeşil aynı zamanda Rolex’in rengidir ve Submariner’da da çok güzel bir yeşil kullanmışlar. Aynı zamanda, dalgıç saatleri de her zaman ilgimi çekmiştir. Omega Seamaster Professional ve Planet Ocean, IWC Aquatimer, JLC Master Compressor serileri daima kendime yakın bulduğum saatlerdir. Bu yüzden Submariner’a ısınmıştım, bir de yeşilin tonu beni çok etkilemişti. Bır fırsat olsa da şu saati incelesem diye fırsat kolluyordum açıkçası.
Akmerkez’de bir arkadaşımla (Efe) birlikte gezerken Rolex vitrini dikkatimizi çekti. Arkadaşım da Submariner LV dışındaki Rolex ürün gamından hiç de hazzetmiyordu. 2000’lere kadar Daytona’da Zenith El Primero kalibre kullanıldığını bilen ikimizin ortak fikri, “Rolex ile işimiz olmaz, o paralara kesinlikle Zenith alırız. Eğer o kadar çok para vermeyeceksek -ki vermemek daha mantıklı- en kralından bir Omega alırız. Omega ve Rolex arasında denk modellerde iki kat fiyat farkı var, bu fiyat farkına karşılık gelecek kalite farkı olamaz.” şeklindeydi. Neyse, mağazaya girdik. İşte o andan itibaren, saat dünyasına ilişkin pek çok fikrimiz yerle bir oldu.
Mağazadan içeri girdik. Çok nazik bir karşılama yapmadı Rhodium – Akmerkez çalışanları. Saygılı ve soğuk çalışanları var. (İleride saygılı kısmını da açmam gerekecek.) Submariner LV, Milgauss, GMT Master 2 ve Datejust 2 modellerini inceleme fırsatımız oldu.
Neyse, satış temsilcisi saatleri vitrinden çıkardı. Efe doğrudan Submariner LV’e yöneldi. Yüz ifadesinin saniye saniye değiştiğini takip etmek hiç de zor değildi. “Saati beğendiniz mi?” sorusunu yönelten satış temsilcisine “Fena değilmiş.” gibisinden cevaplar verse de, Efe’nin saate hayran kaldığını anlamam benim için çok da zor olmadı.



Ben de o sırada GMT Master 2 ve Milgauss ile ilgileniyordum. Milgauss genel Rolex çizgisinden çok farklı bir saat.( GMT Master 2 ve Submariner ise kasa, kordon ve kadran yapısı itibarıyla çok benzer saatler. Özellikle Basel ile yeni Sub gelince neredeyse aynı saatler oldular. Seramik bezel, büyük indeksli kadran, geniş boynuzlar, içi dolu baklalar, yeni tip klips vs. ) Ben de GMT Master 2 ve Milgauss’un genel kalitesine hayran olmakla meşguldüm. 904L çeliğin farkı kesinlikle hissediliyor. Bunun dışında, Rolex’lerin koldaki konforu cidden çok iyi. Kordon doğru ayarlanırsa (en azından kendi bileğimde) çok ama çok rahat duruyor.
Neyse, Efe Sub’ı yeterince inceledi. İnceleme sırası bana geldi. İzlenimlerim ise şöyle oldu:
-Saatin tasarımı çok tartışılıyor. 57 yıldır neredeyse aynı tasarımın kullanıldığı doğru. Kimisi çok seviyor. Kimisi de nefret ediyor. Benim fikrim ise, saatin tasarım olarak “iyi” olduğu yönünde. Beni benden alan bir tasarım değil, ama kötü, hiç değil.
-Maxi dial ve fat hands denilen değişiklik çok güzel olmuş.( 11660’deki küçük indeksler ve akrep-yelkovan ile 11660 LV’deki büyük indeksleri ve akrep-yelkovanı kıyaslarsanız farkı görürsünüz.)
-Yeşil bezelin harika olduğunu söyleyebilirim. Rolex Submariner’ın yavan denilebilecek bir tasarımının olduğu doğru, ama yeşil bezel saate bambaşka bir hava katmış.
-Saatin koldaki konforu inanılmaz: Bunun çok iddialı bir cümle olduğunun farkındayım, ama gerçekten de öyle.
Öncelikle, çelik ve 300 metre su geçirmezliğe sahip bir saat düşünüldüğünde oldukça hafif. Acaba titanyum mu diye düşünmekten alamadım kendimi. Hafifliğin gerekçesi ise satış temsilcisinin cevabı ile ortaya çıkıyor: kordondaki orta baklaların içleri boş. Bu da saati ciddi bir diyete sokmuş (Ben ise ağır saatleri severim.) ama daha da önemlisi, saatin inanılmaz konforlu olmasını sağlamış. Saati bileğinizde hissetmiyorsunuz. (Yeni Rolex’ler böylesine konforlu değil.)
-Kullanışlılık: Kadran, akrep, yelkovan, saniye ve büyüteçli tarih göstergeleri oldukça okunaklı. Luminova oldukça kuvvetli.
-Saatin helyum vanası yok: Bu tip saatlerin dalışta kullanılmadığı düşünülürse çok da önemli değil ama rakipleri helyum vanası sunuyor. Peki bu bir eksiklik mi? Bence olmasa da, başkası için eksiklik olarak değerlendirilebilir.
-Klips sistemi yeni Sub, GMT Master 2 ve Sea Dweller Deep Sea’de olduğu kadar “tok” değil: Bu durum yeni Sub ile ortadan kalktı.
Rolex hakkındaki objektif izlenimlerim: Benim gibi önyargılarınız varsa mutlaka incelemenizi öneririm. Gerçekten çok kaliteli saatler üretiyorlar. Bilekte duruşları da çok konforlu. Ayrıca, vitrinde beğenmediğiniz bir saat bileğinizde çok güzel durabilir, gerçi tam tersi de mümkün. (Bu durum sadece Rolex için değil, tüm markalar için geçerli.)
Kullanılan 904L çelik 316L çelikten 3 kat daha pahalı.
Tourbillon ya da minute repeater gibi çılgın işlere imza atmıyorlar. Bunun yerine günlük kullanım için uygun modeller üretiyorlar. (Tourbillon olmaması bence eksiklik, ama bu konu da çok tartışılır.)
Özellikle çelik Rolex’ler ikinci elde az değer kaybediyor.
Seveni de sevmeyeni de makinelerinin çok hassas olduğunu söylüyor.
Yaklaşık 60 yıllık tasarımlar kullanıyorlar. (Kült mü, demode mi?)
Özellikle çelik Daytona ve yeni çıkan çelik modelleri satın almak için elli takla atmak lazım.
Rolex hakkındaki subjektif izlenim ve düşüncelerim: Submariner, Milgauss, GMT Master 2 ve Sea Dweller beğendiğim Rolex modelleri.
Son zamanlarda çıkan modelleri dışında çoğu modelinin çapı çok ufak, 40 mm ve üzeri saatlerde rekabet edemiyorlardı. Son zamanlarda Milgauss, Day-Date 2 ve Datejust 2 ile bu sorunu çözdüler.
Çelik modellerdeki satış politikaları sinir bozucu.
Kullanıcı kitlesinden çok şikayet ediliyor: Bu konu üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünüyorum.
Rolex en çok üretim yapan, en çok bilinen, replikası yapılan lüks saat markası. Bunlar bir araya gelmesi de saatten anlamasa bile cebinde parası olan pek çok kişinin bir Rolex sahibi olması anlamına geliyor. Bu kötü bir şey mi? Bazılarını çok rahatsız eden bir durum bu. Rolex’e antipati besleyenlerin çoğu bu gerekçeden ötürü, yani kullanıcı kitlesinin kötü olmasından dolayı Rolex almayı reddediyorlar.
Bu makul bir gerekçe mi? Açık konuşmam gerekirse, bilmiyorum. Bir uyuşturucu kaçaksının kolunda Rolex var diye Rolex almayan biri, başka bir uyuşturucu kaçakçısının kolunda PP, VC, Breguet, Parmigiani, JLC, Blancpain, AP, GP hatta F.P. Journe, Harry Winston ya da Philippe Dufour görürse, bu saat markalarından saat edinmeyi de reddeder mi? Reddetmeli mi? Genel kullancı kitlesi marka seçiminde ne kadar etken olmalı? Bir saat severin cidden beğendiği bir markayı kullanıcı kitlesi kötü diye almaması, makul bir gerekçe midir?
Bu sorulara ben sadece ve sadece kendi adıma cevap verebilirim. Sadece ben değil, herkes kendi adına cevap verebilir. Tartışılması, ama kişiler bakımından varılan sonuçlarda da insanların birbirlerine saygı duyması gerekir. Şahsen ben Rolex almayı “Uyuşturucu kaçakçıları da Rolex kullanıyor.” gibi bir gerekçe ile reddederek bir JLC almaktansa, “Rolex yılda 700.000’den fazla saat üretirken JLC yılda 65.000 saat üretiyor. Lüks tüketim ürünü alırken de nadidelik çok önemlidir, ben saatimi çok az kişide görmek isterim, bu yüzden JLC alırım.” şeklinde bir gerekçe ile Rolex almayı reddetmeyi daha “makul” bulurum.
Bu yazıdan bazı sonuçlar çıkarmak mümkün.
1. Önyargı kötü bir şeydir.

2. Rolex, sevenleri ve sevmeyenleri ile çok tartışılacak bir marka.
Rolex eminim ki daha pek çok platformda tartışılmaya devam edecek. Ben de elimden geldiğince Rolex hakkındaki izlenimlerimi ve düşüncelerimi aktarmaya çalıştım. Bunları yaparken de elimden geldiğince tarafsız olmaya çalıştım. Aslında yazıyı yazarken daha tartışılması gereken konular olduğunu fark ettim, ama hepsini tek yazıya sıkıştırmanın pek de iyi olmayacağını düşündüğümden diğer konuları başka yazılarımda ele alacağım.
Not: Blog sahibine büyük bir özür borcum var. Bu yazıyı benden çok zaman önce istemişti ancak şimdi yazabildim. Gecikme için özür dilerim. Ancak yazmak istediğim birkaç Rolex konusu daha var, onlar ise bu kadar gecikmeyecek.
Polemik


--------------------------------------------------------------------------------

Editörün Notu:

Ayrıca bkz. Watchuseek Rolex Forumu

Müzikli bir masa saatinin ardından

Antika sınıfına girebilecek türden nesneleri de buldukça alıp satan bir kitapçı arkadaşıma arada sırada uğrarım.

Bir gün bir yığın irili ufaklı oyuncağın bulunduğu dolapta küçük bir masa saati gördüm, hani seyahatlarde kullanılan cinsten. Saat çalışmıyordu. Hor kullanılmış, bir kenara atılıp senelerce öyle durmuş bahtsız bir saat olduğu anlaşılıyordu. Biraz kurcaladım, kurma anahtarı da yoktu tabii. Fakat nasılsa müzik çalabiliyordu. Tam benim istediğim türden bir müzik, kırık dökük seslerden müteşekkil bir Alman ezgisi. Böyle zamanlarda aklıma hep Özdemir Asaf'ın "Onarmak zordur" şiirinin başlangıcı gelir:

"Şarkılar değil de
Hep kulaklar bitiyor,
Onarmak zordur."

Kulağım bu ezgide dalmışım. Yanımda saati alacak para yoktu, sonra alırım, çalışmasa bile müziğini dinlerim diyerek kalktım.

İş güç derken unutmuşum saati, 2 hafta geçmiş aradan, aklıma gelir gelmez ne yapacağımı şaşırdım, hemen para alıp gittim yine o kitapçı dükkanına, arkadaşım "çay ister misin?" derken, ben onu dinlemiyor, saati arıyordum, defalarca o minik oyuncakların arasını karıştırıp bulamayınca, sormak zorunda kaldım, saatin satıldığını öğrenince de çok bozuldum. Kendi kendime söylendim "Neden ciddiye almadın?", "Neden senden başkalarının da bu saati sevebileceğini düşünmedin?" diye diye kendime sinirlenip çayı içtim ve ardından sokağa çıktım, saçma sapan bir yürüyüşle bilmediğim sokaklara girmişim, bir saat sonra ana caddeye çıktım. Yavaş yürürüm her zaman ama öfkeyle hızlı hızlı yürürken sinirim geçti, fakat kendimi affedemedim bir türlü.

Bir daha öyle küçük bir masa saati bulabilir miyim bilmiyorum. Bildiğim bu Alman saatinin kalbimin bir köşesini yaktığıdır.

ZAMANSIZ TASARIM



Bazı saat tasarımların zamanı yoktur. Her dönem aynı heyecanla kola takılabilir, nesiller arasında bağlantı kurabilir. Jaeger-LeCoultre Geophysic Chronometer işte bu tarz bir saat. Seyrine doyum olmuyor böyle saatlerin.

Watch Plus dergisi ilkbahar sayısı çıktı



Daha önce Watch Plus dergisini çok beğendiğimi yazmıştım. Sonraki yazı derginin yeni sayısının gecikmesiyle ilgiliydi.

Fakat nihayet hasretle beklediğim derginin yeni sayısı elime geçti ve üzerimdeki kasvetli havayı dağıttı. Beklediğimden, düşündüğümden daha iyi bir dergi olduğunu gördüm. Kapakta Audemars Piguet var (Odemağ Pigey diye mi okunuyor, söyleyemiyorum, bir de Jaeger LeCoulte var, onu da bir türlü telaffuz edemiyorum).

Başlangıçta derginin haberler kısmı var, dergilerdeki bu bölümler çok güzel oluyor, mesela Sanat Dünyamız dergisinin bu bölüme verdiği isim "Rüzgar Gülü" adını taşıyordu, yeni Sanat Dünyamız dergilerinde bu bölümü kaldırdılar, neyse bu bölümü keyifle okudum, şaşırdığım yeni şeyler öğrendiğim haberler oldu bu bölümde. Sonra Audemars Piguet Millenary Carbon One incelemesi var, ardından Parmigiani Fleurier’in icra kurulu başkanı Jean-Marc Jacot ile yapılmış güzel bir söyleşi var. Jacot kendine ve Parmigiani Fleurier'e çok güveniyor, söyleşinin bir yerinde şöyle diyor:
"Herkes iyi, kaliteli saatler takmak istiyor. Hem çok pahalı olmayıp, çok güzel ve prestijli saatler de var. Bu tıpkı kıyafet gibi gelişir ve insanın kişisel gelişimi ile paralellik gösterir. Örneğin önce Omega alırsınız, bir süre sonra Rolex takmaya başlarsınız, hala yenilik aradığınızı düşünüyorsanız Jaeger LeColtre'a geçersiniz. En son mu? Tabii ki bize gelirsiniz!"


Sonra SIHH 2010 ile sayfalar süren bir bölüm var, arkasından Futbol ve Saat başlıklı bir dosya konusu geliyor. Bunlardan sonra "Bir Stern mucizesi" başlıklı ve Philippe Stern'in şahsi koleksiyonunun bir müzeye dönüşmesiyle ilgili bir yazı var ki dergiyi alanların önce bu yazıyı okumalarını tavsiye ederim. Keşke bu müzeden daha daha fazla fotoğraf olsaydı diye düşünmemek elde değil.

Bu yazıdan sonra benim bir yazım var, aynı ay içinde iki dergiye birden küçük de olsa katkım olmuş oldu (diğeri Saat Dünyası dergisindeki "Bunları biliyor muydunuz?" başlıklı sayfa: "Zaman makinelerine övgü" başlıklı bu yazının peşinden Şule Gürbüz ile yapılmış bir söyleşi var. Şule Gürbüz'e hep aynı sorular soruluyor, fakat bu söyleşi küçük maddi hatalar (kedisinin adı İnci, III. Mehmet değil II. Mehmet olacak) dışında benzerlerinden daha iyi, zaten Şule Hanım tatlı diliyle öyle bir anlatıyor ki aynı konuyu farklı sözcüklerle yeniden dinlemek insana klasik bir edebiyat yapıtını yeniden okuyormuş gibi geliyor.

GMT koleksiyonu, Vacheron Constantin Patrimony koleksiyonu, yeni modellerin olduğu kısımlardan sonra yazı dizisi “Saat Kuleleri ve Türkiye”, Şule Gürbüz’ün kaleminden bu sayıda yapılan girişle beraber başlıyor…

Eleştirim ise derginin fiyatıın 8 TL olması. Benzeri dergiler en az 10-15 TL'ye satılıyor çünkü.

Bir de şu var, "ben saat meraklısıyım" diyenin bir kitaplığı olmalı, bu kitaplıkta da dergiler kesinlikle yer almalıdır. (Gerçi "Ben fotoğraf sanatına çok meraklıyım" diyenlerin evlerinde fotoğrafla ilgili hiç kitap/dergi olmadığını da gördük, "Ben şiir yazıyorum" diyenlerin şiir okumadığını da, büyük şairlerden haberi olmadığını da gördük ama bu döngünün dışında yer alan güzel insanların da varlığını biliyorum. Bu koşullar altında dergi lüks mü sayılır bilmem. Fakat insan zihnini zenginleştirecek herşeye ihtiyaç gözüyle bakmalıdır diye düşünüyorum.)

Abone olmak isteyenler için e-posta linki.

Bir Nevi Salvador Dali: Yvan Arpa



Salvador Dali'nin resim sanatının uçuk ama devrimci sayfalarında hatırı sayılır bir yeri vardır. Yvan Arpa da saatçilik sanatında benzeri bir konumda şimdi. Aslında Yvan Bey, Romain Jerome saatlerini tanıtırken Tim Burton ile anlaşıp garip şapkalar takmalı ve ilginç kostümler giymeli bence. Eleştirdiğim zannedilmesin, daha önce de yazmıştım RJ yenilikçilik ve kullandığı malzeme seçimiyle saatçilik dünyasının en ilginç kurumlarından biri.

Romain Jerome saatlerinde daha önce Titanic gemisinden alınmış paslanmış çelik ve ay tozu ile Apollo 11 ve Soyuz gemilerinden parçalar kullanılmıştı. Romain Jerome geçen sene tanıttığı ve küresel kriz ile alay ettiği saatin arkasından bu kez kimilerine göre haddini aşıp paleontolojide koprolit adı verilen türü tam olarak belirlenemeyen bir dinozora ait fosilleşmiş dışkı kullanarak saat üretmiş.

Saatin kadranını oluşturan turuncu ve gri damarlı sedef renkli bu maddenin saate yakıştığını düşünüyorum. Aklıma Chris Ofili'nin fil dışkısıyla yaptığı resimler geldi (Ofili'den daha önce de bir kavanoz vardı).

Bugünkü gazetelerde (Radikal, Hürriyet, Akşam, Birgün ve yanlış bir fotoğraf kullanan Bugün) bu saatle ilgili ayrıntılar okunabilir ama en güzel ayrıntı şu:

"Modern sanata yakın olduğunu ifade eden 45 yaşındaki Yvan Arpa, saat
sanayisinde yapılmayanları yaptığını ve "bu sanayinin karanlık tarafını temsil
ettiğini" savundu." (AFP/AA)

Ayrıca bundan 1 hafta önce de Louis Moinet markalı, dinozor kemiği parçaları kullanılmış bir saatin tanıtımı yapılmıştı. Adı çok fazla ortalıkta olmayan Louis Moinet de ilginç bir marka aslında, geçmişte Mars gezegeninden gelen meteorit parçalarının kullanıldığı bir saat üretmiş.

SAAT KÜLTÜRÜ OKYANUSUNDA TÜRKİYE



Evdeki kitapları dergileri düzenlerken katalogların çokluğuna şaşırdım. Hemen hepsi İsviçre saatçiliğinin meşhur markalarına ait katalogların yanında diğer kitaplar pek zavallı göründü gözüme, katalogları alt raflara indirdim ama düşünmeden edemedim:

Ülkemizde saatçilik sektörü sadece kendine dönük yaşadığından kültürü ve bilgiyi hiç önemsemiyor. Bunda İsviçre saatçiliğinin de payı var kuşkusuz, ancak her şeyi oluruna bırakmamak gerek. Kurumlar para kazandığı işe yatırım da yapmalı. Yatırım da sadece maddi anlamda olmaz, manevi yatırım da vardır, kültürüel ve sosyal yatırımlar da vardır. Küçük gibi görünen kıvılcımları önemsemeliyiz, dergiler bir adım, daha ilerisi kitaplardır, bir ötesi bir saat ansiklopedisidir, daha ötesi kütüphane ve ve bir sivil müze oluşturulmasıdır.

Ülkemizin yegâne saat müzesi olan Dolmabahçe Saat Müzesi devletin önemli bir adımıdır, bazıları devleti küçümser, oysa sivil birikimin akıl edemediğini yaparak daha önde olan devlet ile birlikte topluma daha büyük yatırımlar yapılabilir. Neden İzmir'de, Adana'da, Hakkari'de, Bursa'da, Edirne'de bir saat müzesi/kütüphanesi olmasın?

Oysa daha dünya saat kültürünün belli başlı klasik olmuş kitapları (David Landes) dahi ne yazık ki Türkçe'ye çevrilmemiş durumdadır, öylesine önemli kitaplar var ki, onlar olmadan bir saat kitaplığından söz edilemez, oysa bu tarz kitaplar ne yazık ki Türkçe olarak yoklar, görünmezler.

Almanca, Fransızca ve İngilizce kaynakların çokluğu yanında Türkçe'de olan tek tük kitaplar okyanusta damla sayılır.

Dünya saat kültürünü bir yana, daha ülkemizdeki Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi saatçiliği hakkında külliyat oluşturacak birikimi bırakın bir iki kitap hariç ve sergi kataloğunun (onlar da saat kuleleri ve güneş saatleri üzerinedir) dışında yayın yoktur.

Çeşitli dergilerde (İstanbul, Toplumsal Tarih, P, Atlas) yayımlanmış makaleler var elimizde ve biraz sevindirici olan bazı dergilerin özel sayıları var işte o kadar. İsimlere bakıyorum hep aynı kişiler, kahramanca bir şeyler anlatmaya çalışan araştırmacılar ki onların da sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor...

Demek istediğim, saatçilik dünyasındaki etkili yetkili bazı arkadaşlarımın "yok ben ETA'nın her ayrıntısını biliyorum", "replika saat aslında hakiki saate giden aydınlık ve pek mukaddes bir yoldur", "yok dinozor kemiği parçaları bulunan bir saat yapılmış, fiyatı da şu kadar", "Çin'de saat yaptırıyorum" diye hem yapay gündemi takip edip hem maddi dünyanın getirileriyle övünürken, mesela Mustafa Şem'i Pek üstadımızdan haberdar olmamalarını pek manidar buluyorum.

Açıkçası saat konusunda sohbet etmeyi, markaları çekiştirmeyi çok seviyoruz da, kalıcı işler üretmeyi pek düşünmüyoruz. Ben de İsviçre saatçiliğinin hakkını teslim etmek gerektiğinden yanayım (ancak eleştirilerim/itirazlarım var elbette) ve çok güzel saatler ürettikleri için onlara hayranlığım değişmez. "Ama meraklıların gayet iyi bildiği gibi Almanya'da, Fransa'da, Japonya'da da çok güzel saatler üretiliyor, bunların arasında Türkiye'nin de adı geçseydi hani hiç fena olmazdı" deyince hayalpererest olmakla itham ediliyorum. Oysa demek istediğim başka, saat bilgisinin kültürünün artması demek saatseverlerin çoğalması demektir diyorum, saat kültürü de insanlığın ortak miraslarından biridir, öyleyse memleketleri bir yerde geçmek, insan ve eşyanın tabiatını/kalitesini yükseltmek gerekir diyorum, bunun için ilk yapılacak şey kendi mirasımızı ve dünya mirasını bilmektir. Durum şu: Ne kendimizi biliyoruz ne de dünyayı hakkıyla tanıyoruz, gereksiz bilginin çokluğu ise korkunç miktarda, zihin bulandırıcı ayrıntıların çokluğu karşısında insan ne yapacağını şaşırıyor doğrusu.

Bir de muhafazakar bir toplumda yaşadığımız söyleniyor, köklerimize bağlılık her fırsatta dile getiriliyor da Osmanlı saat ustalarının kadrini kıymetini bilen de yok bu şaşaalı meydanda, çok tuhaftır, en acı olan kısım da şudur aslında: Üniversitelerimiz de son derece ilgisizdir bu konulara. Cumhuriyet tarihimizde Osmanlı Saatçiliği ile ilgili yapılmış tezlerin sayısını yazarsam epeyce bir gülünür sanıyorum, o yüzden yazmamak daha iyi. Saatçiliğimiz konusundaki çalışmalar maalesef ciddiye alınacak oranda değil. Her şeyden önce bir zihniyet değişimi yaşamalıyız, değişimin ilk adımı farkındalıktır, yaşadığımız toprağın farkında değiliz, edebiyatımızın farkında değiliz, bu böyle daha gider...

Saat Dünyası Dergisi'nin 30. Sayısı çıktı...



Saat Dünyası'nın yeni sayısı saatçilerde görücüye çıktı, malum bu dergi Saatçiler Odası Yayını, o yüzden bayilerde, kitabevlerinde bulunmuyor bu nedenle en iyisi abone olmak.

Alan Hosman yazıyor

Gelelim dergiye, Alan Hosman'ın 110. sayfadaki "Otomatik saatler Kurmalı Saatlere Karşı" başlıklı yazısı enfes. Yazarın dergideki diğer yazısı ve önceki sayılardaki yazılarını yeniden yeniden okuyorum ve her defasında Alan Bey'in bilgisine hayran oluyorum. Hem bir müzisyen hem de bir mucit olan Hosman'ın ününü duymuş ama saatlere ilgisini Saat Dünyası dergileriyle karşılaşmadan önce bilmiyordum. Kendisinin dergideki yazıları bir araya getirilse ve kitap yapılsa keşke, çünkü mekanik saatlerin tarihine ve genel kültüre dair bir kaç tane kitap olsa da işleyişine ilişkin yayın yok maalesef. Alan Hosman bu açıdan eşine az rastlanır bir insan, kadrini kıymetini Saat Dünyası dergisi anlamış ancak bu yetmez, dergiler de iyi güzel ama daha kalıcı bir eser ile Alan Bey'in bilgisi, kültürü taçlandırılmalı ve böylesi değerlere sahip çıkılmalıdır.

Levent Kırca ve korsan saatler

Dergide ilgi alanlarıma dahil olmadığı için en sona bıraktığım bir röportaj vardı, dün akşam okudum ve çok şaşırdım. Levent Kırca korsan saatleri (replika, sahte) övüyor ve onların bir emek ürünü olduğunu iddia ediyor. Doğru elbette dolandırıcılar da bir emek harcar insanları kandırmak için. Lakin yılların oyuncusuna böyle sözler yakışmıyor. Saatleri sıradan tasarım ürünleri olarak baktığı da bu sözlerinden anlaşılıyor. Yazik ki Levent Kırca saatler konusunda yüzeysel bilgilere sahip. Ayrıca evindeki saatlerine baktım ve çok da zevk sahibi olmadığına karar verdim.

Yalnız tek bir doğrusu vardı, ışıklı bir duvar saati bulamadığını, bu tür bir saatin yaşlılar için, geceleri tuvalete gitmek isteyenler için çok iyi olacağını söylemesi doğru. Ancak böyle bir saati bulmak zor olsa da, bu durum böyle saatlerin üretilmediği anlamına gelmiyor. İnternet üzerinde herhangi bir arama motoruna "Işıklı duvar saati" veya "Night Light Wall Clock" yazması yeterli.

Saat Dünyası dergisinin Facebook sayfası da çok güzel, bakılmasını öneririm.

Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi

santralistanbul şehirdeki en yaratıcı mekanlardan biri, İstanbul'un unutulmuş bir köşesine renk, yaratıcılık ve heyecan getirmesi takdire şayan. Ben santralistanbul yakınlarında oturduğum için kendimi şanslı sayanlardanım. Özellikle müzedeki sergileri kaçırmamaya çalışıyorum, Martin Parr sergisi unutulmazdı mesela, hem Martin Bey'le tanışmak ve tarzım olmadığı halde onun fotoğraflarını çok önemsediğim için fotoğraflarını sevdiğimi doğrudan ona söylemek harikaydı.

Neyse, söylemek istediğim başka; santralistanbul Yetişkin Atölyeleri Bahar Dönemi için eğitim programı 8 Nisan 2010 tarihinde başlıyormuş. Mine Dikbaş tarafından hazırlanan programda “Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi” seminerleri bu konuları ustalarından öğrenmek isteyen meraklılar için biçilmiş kaftan sayılır.

"Zaman içinde Zamanı Algılama ve Zamanın Mekana Etkisi; 4 hafta boyunca Cumartesi günleri 14:00-17:00 arası santralatölye’de gerçekleşecek."

"Zaman içinde Zamanı algılama" ana başlığı içinde dört haftadan oluşan programda ilk iki hafta Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi ve Sanat Koleksiyonu Sorumlusu Şule Gürbüz ile zaman algısı ve zaman algı aletleri üzerine bilgi verilecek:



"Zaman algısı, Toplumların zaman algısı, Zaman algı aletleri, güneş saatleri, usturlablar, rub’u tahtaları, Osmanlı’da zaman ve saat, Cumhuriyet’den günümüze zaman ve saat, Mekanik saatin ortaya çıkışı ve gelişmesi, Kule, Meydan, Cephe saatleri, Cep, masa, kol saatleri’nin anlatılacak."

Üçüncü hafta ise Recep Gürgen’in saat atölyesinde uygulama çalışması düzenlenmesi planlanmış.

Hiçbir saat atılacak kadar kıymetsiz değildir. Her saat bir dönemi, bir aileyi, bir evi, bir tercihi yanısıtır. Saati kullanmayacaksanız bile, o saatin size hatırlatacağı bir şeyler mutlaka vardır” demiş olan Recep Gürgen’in 50 yıllık bilgi birikimiyle birbirinden değerli saatlerin bulunduğu atölyesinde katılımcılar artık neyi merak ediyorlarsa anlatılacak.



Recep Gürgen'in atölyesi zaten canlı bir müze, buradaki saatleri görmek ve o havayı solumak bile değerli, farkında olmadan nice şeyler öğreniyor insan.

Dördüncü hafta ise Feng-Shui felsefesine göre Zamanın mekana etkisini Işıl Güner Alfar ve Ferda Ünsal’dan öğrenilecekmiş.

Not: Bana gelen bu seminer davetiye metnini kırptım biraz ve kendimce eklemeler de yaptım. Sonuçta bu tür etkinlikler konu hakkında bir şeyler öğrenmek isteyenlere yeni ufuklar açar mı bilinmez, fakat bir işi ustasından dinlemek, bir işin inceliklerini o işi en iyi yapanlardan duymak zor bulunur fırsatlardandır demek isterim.

İlgilenenler ayrıntılı bilgi ve kayıt için, Selime Büyükgöze'yi 0212 311 73 46 numaralı telefondan arayabilir ve info@santralatolye.com adresine e-posta gönderebilir.

Fotoğraflar (c) Muzaffer Kantarcıoğlu

AKŞAMLARI SAATLER...



Akşamları saatler hiç uyumaz gibi görünürler.

Bu görünüş aldatıcıdır.

Akşamları saatler yaşamış oldukları zamanları düşünürler.

Genç ve taze saatlerin düş görmeleri olanaksızdır, onları unutun. Henüz üzerlerinde bir iz kalmadığından, doğru dürüst dünya yüzü görmediklerinden, nabız atışı hissetmediklerinden, henüz sevmeyi bilmediklerinden bu saatlerin daha pişmeleri gerekmektedir.

Asıl düş görenler yaşlı ve münevver saatlerdir. Türlü kasvetli yahut menevişli anların ateşinde yanmış olan bu saatlere hakikat penceresinden bakınca, üzerlerindeki her iz belleğin bir aynası, her gölge hayatın bir merhalesi anlamına geldiğinden, kadir kıymet bilmezlik etmeden candan bakmalıyız, bu saatlerin gönlünü hoş tutmalıyız, "işe yaramaz bu artık" dememeliyiz.

Güngörmüş saatler başka bir zamanın izini sürer ve başka bir zamana doğru akarlar. kimi zaman Mesut Cemil Bey'in tanburunu duyar gibi olabilirsiniz, kimi zaman ise hangi millete ait olduğu belli olmayan ritimler, tınılar duyulur, incelikli renkler görünür olur, bazen hicazkâra geçiş taksimi işler gönül bahçenize, bazen de bir mevlevi ayini duyulur.

Uykunuzdan erken uyandıysanız bir saati düş görür halde bulabilirsiniz, çehrenizdeki kırışıklık sayısınca envai çeşit hatıraların denizinde yüzen saatleri hor görmeyiniz, incitmeyiniz ve gürültü etmeyiniz.

Mütevazı Saat, Kibirli Saat

Saatleri insanlara benzetince şöyle bir manzara belirginleşiyor: Her saat bir değil. Huysuz olanı var, bencil olanı var, çalışkan olanı da var, sahte olanı var, kaliteli olanı var, tembel olanı var, kalitesiz olanı, rüküş olanı da var. Küstah ve kibirli saatler de var şu uçsuz bucaksız saat dünyasında, alçakgönüllü ve elbette hayatın kıymetini bilen insanı zamanın akışına aşkla bağlayan saatler de var.

Üst düzey saatlerin bir kısmını yakından gördüğüm için bir ölçüde şaşırmış olarak söyleyebilirim ki aslında etiketteki fiyatını hak etmediğini düşündüğüm saatler de var. Üst düzey saatlerin sadece sayın bir mertebeye gelmiş bir bölümü kendi tarihlerini de üzerlerinde taşıyarak fiyatlarına rağmen hak ettiği saygıyı ve sevgiyi görüyor, çünkü zanaat ile sanat eserinin bir arada görülebildiği nadir örnekler bunlar.

Fakat mütevazı saatlerin gönüllerdeki yerleri ile bulundukları yerler arasında açıklanamayan bir fark mevcut. Bütün bunların dışında şov yıldızları gibi ışıltılı bir cazibeye sahip olup da çok tutulan, çok konuşulan saatlerin bir noktada kof ve şişirilmiş olduklarını söylemek de olası. Bir de fiyatını sahiden hak eden, büyük bir organizasyon ve planlama sonucu neredeyse rönesans dönemi sanat yapıtlarının eriştiği mükemmel ölçülere sahip olan saatlerin de üretiliyor olması ancak geniş kitlelerin gözünden uzak durmayı yeğledikleri de aşikar.

Benim her vakit şaşırdığım şey estetik olarak son derece çirkin olan bazı saatlerin çok sevildiğini görmek olmuştur. Bu tür saatler hangi ölçülere göre değerlendiriliyor bilemiyorum. Zevkler ve renkler deyip de geçmek gerekirse de reklamlar ve dayatmacı yüzeysel saat kültürünün etkisini bir kenara not etmeliyiz.

Ancak yine de içimdekileri söylemeden edememem, dönüp bakılmayacak saatler vardır benim için, resim, edebiyat, şiir, mimarlık ve fotoğraf sanatının iyi ve üstün örneklerini hafızaya aldıktan sonra bu tür çirkin ve her yanından kibir akan, görüntü kirliliği yaratan saatlerin böylesine allanıp pullanmasını, böylesine el üstünde tutulmasını hayretler içinde izliyorum.

Bu nokta para ile ilgili değil, salt zevkin kalitesiyle, estetik algının derinliğiyle de yakından ilgilidir. Zaten sanat sevgisinden, resim, heykel ve edebiyattan uzak olanların bileklerindeki saatler kimin ne derecede olduğunu göstermektedir.

Saatler dışında biraz önce sözünü ettiğim sanat türlerinde de bu geçerli aslında. Eski çağlarda yaşayan insanların mağara duvarlarına yaptığı resimlerin, binlerce yıl sonra bugün mesela çağdaş kimi sanatçının eserinden çok daha 'sanatçı ruhuyla' yapılmış işler olduğunu düşünüyorum.

Mesela 1950'lerde yapılmış saatlere bakıyorum, çoğu zamanın ruhunu yansıtan, dünya savaşlarından çıkmış bedbaht insanlığın, her şeye rağmen umutlarının yıkılmadığını gösteren örnekler görüyorum. Bir de bugün yapılmış kimi saatlere bakıyorum da aradaki farkı görmemek mümkün değil, ruh değişmiş, daha şımarık, daha bencil bir estetik beğeniyle tasarlanmış ürünler meydana çıkmış. Eski dönemlerde yapılmış çirkin eserler de var, yok değil, fakat bugünün saatlerine baktığımda ne amaçla yapıldığını anlayamadığım örneklerin çoğunlukta olduğunu görüyorum, geçmiş zamanların saatlerinde bu tür örneklerin sayısı az.

Belki de mesele kalıcı olan ile uçucu olan kültür arasındaki farktır, bilmiyorum. Fakat anlıyorum da, kibirli insan kendisi gibi kibirli bir saat istiyor aslında, şımarık insan kendi şımarık ruhunu görmek istiyor, sadece görünene odaklanan insan, sadece saatin yüzeyine bakıyor, içinde ne var bilmiyor, önemsemiyor da. Olmadığı biri gibi görünme heveslisi insan ise aynı kendi gibi sahte bir ruhun taklidini kolunda görmek istiyor.

İlerlemenin, teknolojinin her zaman çok daha ileriye gidildiği anlamına gelmediğini, "çağdaş" "yeni teknoloji" diye satılan bazı ürünler belki de kötünün, pişmemişliğin ve mutsuzluğun varlığını duyuruyor.

Olgun insan daha ince, mütevazı ve hep daha kederli saatleri istiyor, seviyor.

Başlangıç Olarak Hangi Saati Almalı?



Daha önce de yazmıştım fakat blog okurlarından yine mektuplar gelmeye devam edince konuyu etraflıca bir kez daha yazayım dedim.

Pilli saatlerden mekanik saatlere geçmek isteyenler, mekanik saatlerin fiyatlarının çok pahalı olduğundan şikayet ediyor ve uygun seçenekleri öğrenmek istiyorlar.

Başlangıç olarak Seiko'nun 5 serisini öneriyorum. Bu seri belki de saatçilik tarihinin en çalışkan, en sade makinelerinden birini taşıyan bir seridir. Bu saatten sonra diğer mekanik saatlere başka bir gözle bakılıyor. değer vermeyi öğreniyor insan. Sonuçta Seiko 5 modelleri mekanik saatler içinde ulaşılabilek bir güzelliği taşımaları nedeniyle önemlidir.

Seiko 5 modeline adını veren 5 temel özellik vardır:

1. Otomatik (Automatic)
2. Su geçirmezlik (Water resistant)
3. Şoklara dayanıklı (Shock resistant)
4. Gün (Day)
6. Tarih (Date)

Bu saatin önce karanlık tarafını yazayım. Pilli saatlerden mekanik saatlere geçen üstelik saatinin saniyesi saniyesine dakik olmasını çok önemseyenler bu saate biraz bozulacaklardır. Çünkü bu saatin en büyük kusurlarından biri günde +/- 10 saniyeden +/- 30 saniyeye kadar sapma gösterebilmesidir. Fakat bence bu durum çok önemsenmemeli. Zaten bir süre saati gözlemleyip kullanımdan sonra daha mekanizma deyim uygunsa tam anlamıyla oturması beklenir ve sapma oranı kendiliğinden daha aşağılara iner. Belli bir süre sonra saati tecrübeli ve güvenilir bir ustaya göstermek ve saati ayarlamasını istemek hassasiyet sorunlarını büyük ölçüde çözer, dert etmeye değmez bence.

Seiko 5'lerin mekanizmasında plastik de kullanılmaktadır, fakat bu parçalar uzun yıllar çalışmaya göre üretilmiştir yani sağlamdırlar. Ayrıca Seiko 5'lerin parçaları hemen bütün saat tamircilerinde bulunur, tamiri ve bakımı kolaydır.

Bir başka konu da temelde otomatik saatlerin elle kurulabilmesidir, fakat ne yazık ki bu saatin mekanizması buna müsaade etmiyor.

En çok satılan ve fiyatı uygun olan (100-200 Tl) Seiko 5 modelleri 38mm ile günümüzde popüler olan saatlere göre küçük sayılırlar, fakat dalgıç ve spor serilerindeki Seiko 5'ler 44mm'ye varan çaplarıyla (fiyatları 250-500 Tl arasında değişir) kimine göre büyük sayılsalar da günümüz saat modasına uygundur (ben 38mm olanları tercih ederim).

Gelelim Seiko 5'lerin aydınlık yüzüne.

Her yaştan insana hitap eden bir seri olması önemli bence. 9 Yaşındaki oğlum da ben de seviyoruz bu saatleri. Oğlum geceleri saatin kadranını net bir şekilde görebildiği için mutlu, saatin mekanizmasını da izleyebiliyor, saatin kaç olduğunu kolaylıkla söyleyebiliyor.

Ben de saatin sade yapısını, hafif ve dayanıklı oluşunu beğeniyorum.

Daha önce forumda yazdıklarımı kısaltarak buraya da alayım:

Mekanik saatlerin ayrı bir havası vardır, canlıdır onlar adeta. Sadece saatin kendisi ile değil arkasındaki felsefe de işin içine girer çünkü. Mekanik saat bir kültürdür, salt mekanizmaya da indirgenenez. Tarih, felsefe ve bilimin el ele verdiği sanat eserleridir bunlar.

Rotorun dönüşü, kadrandaki sayılar, saniye iğnesinin pıtır pıtır ilerleyişi en pahalı saatlerde de temelde aynıdır zaten.



--> Seiko saatinizin üretildiği tarihi bulmak için: Seiko Watch Production Date Calculator

--> Güvenilir Seiko satıcıları için:

Chronograph.com
Roachman.com
Skywatches
21jewels.com
Pokemonyu (eBay)
Premierwold (eBay)
Time Paradise (eBay)
Capital Mall (eBay)
Seiko5ers
Watches88

Ayrıca lütfen bakınız:

* The Cheapest High End watch


* Seiko 7s Serisi ve Miyota (Citizen) 82 Serisi hakkında bir inceleme.

* Seiko 5 Review

* Seiko 5 Automatic Watch - The Watch of High Value

* Seiko 5 military - what model to choose?

* Seiko 5 Flieger

* Divers

Sahte Seiko saat nasıl anlaşılır?

* How to spot a fake Seiko watch (revised) 

Tarih: 6 Ağustos 1945. Saat:.8:15



İnsanın hırs ve yenilgisinin bir göstergesi olarak saat.

Kötülüğün boyutlarını gösteren bir defter.

İnsanın nerede olması gerektiğini gösteren bir harita.

Kiraz ağaçlarını işaret eden bir işaret levhası.

Kültürün ve tarihin yıkıldığı anı gösteren bir dipnot.

İnsan ruhunun karanlık tarafını gösteren bir kalıntı.

Terbiye ocağı olarak mekanik saatler



Mekanik saatleri seven insanların bir tekamül süreci vardır.

Başlangıçta her şey bir ağacın tohumu gibi son derece basit görünür, sonuçta bu da bir zevktir, saatlere bakar beğenirsiniz veya beğenmezsiniz olur biter. Her insanın geçmişinden gelen, kişiliğine uygun bir düzeyde olan ve zaten ana hatlarıyla oluşmuş bir kalitesi vardır. Bu minvalde mekanik saatler herkes için farklı noktalardan çıkılan bir yolculuk gibidir, bundan sonrası artık kişinin öğrenme ve gelişme azmine bağlıdır.

Ancak yolculuğun seyir defterine eklenen, gördüğünüz ve göremediğiniz saatlerin çokluğu, azlığı bir yerde beğeniyi de etkiler. Fakat beğenimiz bu haliyle boş bir yüzeyden ibarettir, bir işe yaramaz, bütün bunlara okuduğumuz kitapları, tanıdığımız, sevdiğimiz ve sevemediğimiz insanları, resimleri, fotoğrafları, mimariyi, yazıyı, kalemleri, defterleri, çiçekleri, duvarları, bahçeleri de eklemeniz gerekir. Arkasında yüzlerce yıllık birikim taşıyan bir saatin yanında insan olarak zavallı durmamak için, bizim de kendimizi yeniden inşa etmemiz, kendimizi bu yolculukta yine bizzat kendimizinin büyütmesi gerekir.

Bu yolda ise beğeni düzeyinin gidişatı elbette kimsede aynı değildir. Kimi zaman hastalıklı bir ruh haline de işaret edebilir. Bazı tutkuların bir saplantıya dönüşmesi olağan olmasa da affedilir bir durumdur, yeter ki bu saplantı başkalarına bir zarar vermesin, onları hiç üzmesin.

Dünyanın türlü türlü hali var. Ben de görüldüğü gibi saatleri seviyorum, bazı saatleri, bazı insanlar gibi diğerlerinden ayrı tutuyorum, onları daha çok seviyorum, manevi yükü ağır olan saatlerin ise bambaşka bir yeri oluyor insanın gönlünde, hep sevilen, hep el üstünde tutulan ve aşık olunan insanlar gibi...

Demek istedğim mekanik saatler terbiye ocağıdır aynı zamanda. Eğer saatine bakan aklı selim bir insan, dünyanın ve kendisinin gelip geçici bir yolcu olduğunu göremiyorsa, taktığı saatin bir zaman makinesi olduğunun farkına varamıyorsa asıl o zaman derin bir hastalığı vardır diye düşünürüm.

Saati salt bir nesne olarak veya bir mevki göstergesi olarak görüyorsa insan, işte orada vahim bir durum var demektir. Bu insanların saat nedir bilmedikleri aşikardır.

Hem mekanik saatlerden çok anladığını iddia edip hem de insanların gönlünü kırıp, onların ıstırap duymasına neden oluyorsa bir insan, benim gözümde o kişinin bir kıymeti yoktur, hangi zaviyeden baktıysa artık saatleri de yanlış anlamıştır.

Çocukları saatin akrep ibresine benzetirim, zaman onlar için ağır geçer, orta yaşlar ise dakika ibresi gibidir, artık hissedilir zaman, ortayı geçince saniye ibresiyle karşılaşırsınız, artık zaman bir hazinedir. Çünkü:

Saat, ölüm demektir.

Saat, terbiye demektir.

Saat, haddini bilmek demektir.

Saat, yaşama sevincini hissetmektir.

Saat, diline ve aklına hakim olmayı öğrenebilmektir.

Saat, sanatın ve edebiyatın ruha ilaç gibi iyi geldiğini anlamak demektir.

Saat, dünyanın kötülüklerle dolu bir yer olduğunu bilmek, ancak güzellikleri de görebilmek, onları takdir etmek demektir.

Nihayet saat, yeryüzünde bizden başkalarının da yaşamış olduğunu, bize benzediklerini ve ileride bizden başkalarının da yaşayacağını, onların da elbette bize benzeyeceğini bilmek, ona göre dünyaya hüzün ile, ibret ile bakmak, kavgaya gürültüye karışmadan, kalpleri kırıp dökmeden, hep iyiyi, hep doğruyu, hep masumiyeti tavsiye etmek demektir.

Kurmalı saatlere dair

(c) bizans

Otomatik saatlerin (hele kronometreli ise) güzelliğine kapılan mekanik saat sevenlerin gözüne perdeler inmiştir sanki. Pürdikkat, bileğinin üzerindeki o ince titreşimi hissettiği vakit, bir de kendi içinde ayrı bir dünya olan bu zaman makinesinin mekanizmasını gördüyse artık onu tutacak bir güç bulunmaz. İçindeki taze hevesle yeni otomatik saatlere doğru gönlü akmaya başlar.

Fakat kurmalı saatler böyle değildir. 

Kurmalı saater geçici, uçucu heveslere kapalıdır. 

Kurmalı saatler bugün artık Marcel Proust'un 7 ciltlik Kayıp Zamanın İzinde kitabını veya James Joyce'un Ulysses isimli enfes yapıtını okumak gibidir; tutku, ihtiras ve kök salmanın dışavurumudur. 

Kurmalı saat kendi geleneğini yaratma arzusudur.

Otomatik mekanizma bazen saati kolunuzda unutmanıza olanak tanır, kurmalı saatler ise belirgin aralıklarla kendini hatırlatmayı bir vazife bilir. Eğer onunla ilgilenmez iseniz sizi derin bir suskunluk karşılayacaktır.

Kurmalı saatlerin sorumluluk duygusunun canlı bir örneği olduğuna işaret etmek isterim. Otomatik bir saati bileğinize takmanız yeterlidir, oysa kurmalı bir saati sadece bileğe takmak yetmez, onu sevip saymaz, akşamları ayarlamak bir şölendir, merasimdir vey adeta dini bir ayindir.

Saatin tacını (kurma kolunu) çevirirken, çarkların içe dönük bir edâ ile hareketleri ve saatten kulaklara tırmanan o saatten saate değişen muhteşem tıkırtı sesleri bambaşka bir haz kaynağıdır aynı zamanda. Çarkların dönüşünü duymak, çarkı bilmek, kültürü ve tarihi  anlamak, her şeye rağmen, bütün acılara ve kötülüklere rağmen hayatın devam ettiğinin bir levhası, dünyanın dönüşünün bir göstergesi gibidir.

24 ve 60 rakamları Babil'de kutsal bilinirdi, saatlerin üzerinde onların bize bıraktığı miraslardan biri olan sayılara bakıyorum ve saati kurmaya başlıyorum:

Tıkır da tıkır, gözümün önüne okulun bahçesinde top oynayan çocukları izlediğim günler geliyor (1975 olmalı), tıkır da tıkır, bir dostluğun başlangıcını hatırlıyorum ve masanın üzerindeki Kambur kitabını görüyorum, tıkır da tıkır. 

Dünya hatıralar denizinde yüzüyor...

Kedi ve Saat


Balthus'un o acayip resimlerinde hayretle baktığım gizemli kediler vardır, kedilerin fotoğrafından çok yapılan bu resimleri severim, çünkü bu resimlerde insanların kedileri nasıl gördüğünün de izleri var.

Kediler zaten doğuştan efsunlu canlılardır ama bu resimlerde gördüğüm kediler başka bir dünyada yaşıyorcasına duruyorlar ve bence gerçek hayatta da öyleler zaten, bazı kedilerin bakışları mesela olduğum yerde donup kalıyorum, sanki gözlerimden hayatımı okuyorlarmış gibi, çok tuhaf. Neyse resim zaten başka boyut, hayranlık duyuyorum böyle resimlere ama bu kediler benim tanımadığım kediler sonuçta.

Tanıdığım bir kediden söz etmek istiyorum. Ziyaretine her gideceğim günü iple çektiğim bir saat tamircisi var. Ancak benim anlatmak istediğim asıl kişi atölyede görüp hayran olduğu kedi. Çok kedi gördüm, çok kedi sevdim, fakat böyle bir kedi görmedim diyebilirim. Mağrur, mesafeli, güçlü sezgilere sahip, hep dikkatli, hep sakin ve dingin bir kedi. Onca irili ufaklı saat parçaların arasında, zarar ziyan vermeden, eski zamanlardan günümüze gönderilmiş bir hanımefendi gibi kırıp dökmeden bir yürüyüşü var ki, ustaya çaktırmadan balerin olsa imiş adı diye düşünmedim değil.

Sanki zaman hakkında çok şey biliyor da aramızdaki tek engel dilimizmiş gibi bakıyor bazen, o vakit bunca zaman makinesi arasında önem verdiğim bazı şeylerin önemsiz olduğunu söylediğini hissediyorum. İçinde bulunduğu zaman dilimini doyasıya yaşamaktan gayrı bir derdi yokmuşcasına yürüyüp yemeğini yedikten sonra köşküne kuruluyor mesela, ama öyle değil elbette, duygusal ve gururlu bir hanımefendi o, çeşitli vesilelerle halini tavrını görünce bunu çok daha iyi anladım.

Ustanın bana ayırdığı vakit az ve yetersiz benim için, fakat bu kahve içip edebiyattan, yazıdan, saatlerin hallerinden, saatlerin insanlardan çektiklerine kadar çeşitli konularda konuştuğumuz süre çok değerli, o nedenle orada bulunduğum her dakikanın kıymetini bilmek durumundayım, fakat bazen kediye dalıyorum, ustayı ve saatleri unutuyorum...

Düşünmedem de edemiyorum mekanik saatler ile kediler arasındaki benzerlikler ne kadar çok. Mekanik saatler de o güzel kedi gibi, hep ölçülü, hep uyanık, hep düşünceli, hep zarif...

Baba saati



23 Mayıs 1960, Milliyet.

Yeni bir saat: Gizli başyapıt

Yeni üretilmiş bir saat boş bir tuvaldir, çizgiler, figürler, renkler, düşünceler daha ortada yoktur.

Yeni bir saat üzerine mürekkep dökülmemiş bir kağıttır, arzuların sıcaklığı, yazgının karanlığı düşmemiştir daha.

Yeni bir saat, hiç yazı yazmamış bir kalemdir. Kalem yazdıkça, kalem olur, saat ise yaşadıkça, çizgi çizgi biriktirdikçe. İnsan ustalaştıkça kalem başkalaşır, yazı değişir, akıl da gelişir.

Saat yazıya benzer bir değişim yaşar, kırılıp dökülse de tamir edildiği vakit yine ayağa kalkar büyümeye, zamanı izlemeye devam eder.

Ağladınız bir gün, saatin kalbinde izi kalır, güldüğünüz an bir iz daha düşer.

Birini çok mu sevdiniz? Saat bunu kaydeder.

Özlüyor musunuz? Saat buruşur.

Yalnız mısınız?

Saat yanınızdadır, tıkırdayıp durur, "bu da geçer hu" der gibidir.

Nesilden nesile geçen saatler hele, daha size gelmeden önce nice nice acının tortusuyla, pıtrak açan sevinçle, istek ve kederle dolu doludur, siz üstüne eklersiniz, sizden sonrakiler de ekler, günün birinde tutacak el, bakacak göz kalmayıncaya kadar saat büyümeye devam eder.

Bir gün, vakit tamam olunca saat bile veda eder, ama siz belki çoktan veda ettiniz, bilinmez ki...

Sanat ışığında yıkanan saat üzerine



Sevdiğim resimlere, sevdiğim fotoğraflara bakmaktan, sevdiğim kitapları yeniden, yeniden okumaktan hiç sıkılmam. Zaman içinde okuduğum/gördüğüm şey değişir, ben de değişirim.

Çok ihtiraslı olduklarından değil, meraklı olduklarından dolayı kitap biriktirenler vardır, onlar tek bir kitabın hayalini kurmaz, ilgilendikleri kitapları tedarik etmeye çalışırlar. 3000 tane kitabı olan ve biriktirmeye devam eden birisine "artık yeter sana bu kadar kitap" gibi anlamsız bir söz söylenemez. Çünkü güzel kitapların sayısı tahmin edilenden daha daha fazladır. Üstelik İlgilenilen alan/konu ne olursa olsun mutlaka epeyce yayın vardır ve sürekli yenileri çıkar! Yani bu işin sonu yoktur. Tıpkı saat sevdası gibi.

Herkesin takdirini kazanmış türlü türlü saatler vardır, onlar da sanat eseridir elbette, müzelerde sergilenen saatlerden, müzayedelerde tutkunun derecesini gösteren alımlarda gördüğümüz saatler, salt yaratıcılığın değil, emeğin de takdir edildiği mümtaz örneklerdir.

İçinde yalan dolan olmayan yapıtlar insanın acısını hafifletir, kederini azaltır, hayallere sürükler. Heyecan uyandıran, beğenilen bir saat, Brancusi'nin heykelleri gibi özgündür, sicaktır, benzerleri arasından hemen sıyrılır. Kişiden kişiye değişen zevklere hitap etseler de müstesna saatler herkesin sevgisini kazanmıştır, bu noktada ucuz veya pahalı ne önemi var? Benim küçümen saatim de anılarla yüklü, bir başkasının Patek Philip'i de. Sanat eserine paha biçilemez.

Her iyi saatin kendine has başka bir güzelliği, başka bir havası vardır, kitaplar gibi kişiselleşir, 'sizin' olur. Gariptir bir süre sonra kişi de saatine benzemeye başlar. Saatinizi soğumaya bıraktığınız zaman üzülür, size geldiği vakit hep mesafeli durur.

Sevilen saatlerden sıkılmayı da hiç anlamam, göz sıkılmaz görmekten, ancak gönül soğumuş olabilir belki, heves gitmiş olabilir, o kadar. Hem hangi insan 'İnci Küpeli Kız'a bakmaktan sıkılır?

Bir saate bakmak, Blanchot okumaya benzer, unutuşun zamanına bakıyorsunuz aynı zamanda.

Nesiller gelip geçer, insanın ömrü kısa ama sanatın efsunlu ışığında yıkanan güzellikler bakidir.

_________________________________________________________________________________

Ek okumalar:

Karanlık Düş: Thomas

Maurice Blanchot, Karanlıktan Thomas’ya

Alaturka zamanlara dair...

Şeyhülmuharririn Burhan Felek'in tatlı diliyle yazdığı bir yazı, alaturka vakitleri bilmeyen, yaşamayan benim gibi saat meraklılarının, ancak eski romanları okumayı sevenlerin, hikayelerde, anılarda kalan alaturka saat ayarını aydınlatan bu bilgi hazinesini ilgiyle okuyacağını biliyorum.

Burhan Felek'i şükranla anarak, bir konuyu hatırlatayım, yazıyı rahat rahat okumak için lütfen üzerine tıklayıp büyütünüz, iyi okumalar:

En iyi otomatik saat



11 Kasım 1965 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan bu ilana bakıp da düşüncelere dalmamak veya şaşırmamak elde değil. Buren (veya Büren) 1873 doğumlu mümtaz bir saat firmasıydı. Eski saat sevenler arasında şimdi bile mekanizmalarından övgüyle sözü edilir, şurada burada güzel Buren'ler çıkar, bu saatleri yıllara inat, yorulmayan, üzülmeyen bir sevgiyle taşıyanları/sevenleri vardır. Patentli çeşitli buluşları olan bu saat üreticisi Hamilton'un da sahibi olan şirket tarafından satın alınmış ve Buren markası 1972 yılında son nefesini vermiş ve hatıralarda yerini almış..

En iyi otomatik saat ilanını gördüğüm vakte kadar en iyi mekanik (otomatik veya kurmalı farketmez) saatin, insanı hiç üzmeyen haysiyetli bir saat olduğunu, ucuz veya pahalı olmasının görece çok önemli olmadığını düşünüyordum.

Aslında en iyi mekanik saatin gerçekte olmadığını rahatlıkla söyleyebilirdim. Benim için en iyi otomatik saat bir "Seiko 5" (flieger, aviator veya military) iken bir başkası için "Jacques Etoile Bidynator 72" (şahanedir) olabilir, öteki "Hayır efendim, Rolex Submariner en iyisidir" diyebilir, bir diğeri Patek Philippe Calatrava en iyi mekanik saattir der, engel olunamaz.

Fakat 'en iyi otomatik saat' ifadesini bir şirket reklamında görmeyi beklemezdim, Patek Philippe dahi böyle ilanlar vermiyor, ayrıca içinde "en" kelimesi olan bu tarz ilanları haddini aşmak olarak değerlendirilir, oysa o saati gördüğümde hak verdim biraz. Bir zamanların en iyisi oydu kimine göre.

Kaynak: Büren Watch

Bozuk bir saatin öyküsü

Aşağıdaki yazı Ekşi Sözlük yazarlarından uf tarafından mekaniksaat.com için yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim. İyi okumalar:

1980 darbesinin üzerinden fazla geçmemiş, meşhur 1985 kar tatili olmamış. İlkokullarda siyah önlüklerin giyildiği zamanlar, galiba 1983 kışı. O zaman memlekette her şey yok ya da kolay kolay bulunmuyor. Kolumda yeni çıkmış fiyakalı dijital saatlerden var, sınıfta büyük sükse yapıyor. Fakat benim gözüm annemin bileğindeki siyah kayışlı narin saatte.

Annem, tekne kazıntısı dediklerinden dedemin biricik evladı. Gizli gizli çikolatalar yedirip bir fiske bile vurmadan büyüttüğü bir çocuk. Hatta dedemin evin en küçüğüne sevgisi o kadar belli ki abla ve ağabeyler babalarının kardeşlerini daha çok sevdiğini hiç kıskanmadan dillendirebiliyorlar. İşte bu kız çocuğu 60’lı yıllarda liseyi bitirip bir de hukuk fakültesini kazanınca dedem soluğu Sirkeci’deki Tevfik Aydın’da alıyor. Güzel kızına güzel bir saat.

Ben annemin bileğindeki saat için ölüp bitiyorum. Nasıl ikna ettiğimi bilemiyorum ama annem bana kıyamıyor ve saati veriyor. Saat kolumda, keyfime diyecek yok. Derken kar yağıyor ve öğretmen bizi kartopu oynamak için dışarıya çıkarıyor. Ben de “şimdi kolumda su filan gelir, bozulur saat” diye çıkarıp cebime koyuyorum. Ve sakınan göze çöp batar misali sınıfa döndüğümüzde saati düşürdüğümü fark ediyorum. Korkuyla karışık bir üzüntü duyuyorum. Hemen dışarı çıkıp arıyoruz, bakıyoruz; saat yok. Yok, yok, yok!

Zil çalınca evin yolunu tutuyorum. Yaptığı yaramazlıkları saklayan bir çocuk değilim. Bardak kırıldı mı cam parçalarını çöpe atıp delilleri ortadan kaldırmaktansa “anne, bardağı kırdım.” diyenlerdenim. Annemin bana kızacağından çok korkuyorum ama söylüyorum. Çok ama çok üzülüyor. Dayak yemiyorum fakat annemin üzüntüsü gördükçe keşke beni dövse diyorum, dövse de kurtulsam…

Gel zaman git zaman karlar eriyor ve saat ortaya çıkıyor. Ne fayda, saat dayanır mı o kadar karın altında günlerce kalmaya. Bozulmuş. Hem de tam biri yirmi iki geçe. Götürüp anneme veriyorum ve bir daha da ellemiyorum saati.

Dedem, o kışın ardından vefat etti. O gün bugündür kardan, karda yürümekten ve kartopundan nefret ederim. Saati de geçenlerde annemden istedim, sakladığı yerden çıkardı, verdi. Şimdi ben saklıyorum. Tamir edilebilir mi? Onu hiç bilmiyorum.

İstanbul 2010: Avrupa Çalışmayan Kule Saatleri'nin Başkenti

Aşağıda okuyacağınız haber eski aslında. Milliyet gazetesinin çok sevdiğim çalışkan muhabirlerinden olan Yasemin Bay'ın İstanbul kule saatleriyle ilgili bu ibretlik haberi 18 Ekim 2009 tarihinde gazetenin 19. sayfasında yayımlanmıştı.

Geçen günlerde İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kutlamalarını görünce yeniden aklıma geldi ve bu gereksiz 'kültür'(!) kutlamalarına harcanan onca paraya ve emeğe üzüldüm, televizyon başında acı acı güldüm.

Böyle gelip geçici, uçucu hevesler için öyle paralar harcanıyor ki "kültür ve sanat bu işin neresinde?" diyesim geliyor. "Kültür ve sanat" deyince "pop müzik, şarkıcı, tiyatro ve sinema" anlayan bir anlayış egemen olduğu için futboldan başka bir spor da bilinmiyor!

Meraklıları zaten okumuştur ancak ibret olsun diye bir kez daha okuyalım:



İstanbul'da bir mücevher

YASEMİN BAY

Geçtiğimiz günlerde Milli Saraylar Daire Başkanlığı ve İtalyan Dış Ticaret Enstitüsü'nün işbirliğiyle cephesi temizlenen, sağlamlaştırılan ve koruma altına alınan Dolmabahçe Sarayı Saat Kulesi'nin gizli bir kahramanı, bir nevi 'koruyucusu' var: Recep Gürgen... 1979 yılından beri Dolmabahçe Sarayı’nda çalışan Recep Gürgen, bugün Saat Kulesi’ndeki saatin bakımından sorumlu tek kişi. Yani onun dilini anlayan tek usta.

Aynı zamanda Dolmabahçe Sarayı’ndaki tüm saatlerin tamirini ve bakımını da gerçekleştiren Recep Gürgen ünlü saatçi Wolfgang Mayer’in öğrencisi. Mayer’in dedesi Abdülhamit döneminde saraya saatçi olarak gelmiş; yani Mayer ailesi saray saatçiliği geleneğini bilen son nesil.

Gürgen, Dolmabahçe Sarayı’nın saatçibaşı Johann Mayer tarafından takılan saati şöyle anlatıyor: “Saatin markası Paul Garnier; Fransız yapımı. Tek makineden üç cephedeki saat çalışıyor. Yani bir makineden diğer saatlere aktarım organları var. Denize bakan yöndeki saat ise ayrı bir makine ile çalışıyor. Saat başı ve yarımlarda vurur, saat kaçsa onu çalar. Tabii günümüzde ancak gece yarısından sonra saatin vurma sesini duyabiliyoruz. Gündüz trafik gürültüsünden pek duyulmuyor. Saatin her fonksiyonu aktif halde ve çalışıyor.”

Saat, Gürgen, bakımını yaptığından beri yani yaklaşık 20 yıldır bir gün bile çalışmamazlık etmemiş. Zaten Gürgen için ‘tamir edilemeyecek bir saat yok’. Kalfası Şule Gürbüz ile her hafta saatle ilgilendiklerini söylüyor: “Saatin terapi bakımları var; temizleniyor, yağlanıyor, kuruluyor. Hiçbir iş olmasa bile çıkıp bakıyorum. Önceleri saate, tek elde değil de başka şekillerde müdahale edilmiş. Burada çalışanlar, saatçi olmayanlar bile bakmışlar, saati çalıştırmaya gayret etmişler. Ama eski kayıtlara baktığınızda görürsünüz, Osmanlı zamanında sürekli saatin çalışmadığından şikayet edilirmiş. Ama ben 20 senedir bakıyorum ve 20 senedir mükemmel çalışıyor.”

Yaptığı işin çok incelikli olduğunu vurguluyor Gürgen, saatin içindeki en ufak bir yabancı sesi tanıdığını belirtiyor: “Saatteki yabancı bir ses beni rahatsız eder. Öyle bir sesin meydana gelmemesi için her şeyi yapıyoruz. O güne kadar duymadığınız bir tıkırtı, bir başka ses, saatte bir rahatsızlık olduğunu gösterir. O rahatsızlık size de yansıyor ve eğer bir aksaklık varsa sanki sebebi sizmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Hemen onu gidermek için gece yarısı da olsa, bütün bir gece de olsa saatle ilgileniyorsunuz.”

İstanbul’da çalışan tek saat kulesi var

Gürgen İstanbul’da yaklaşık 10 saat kulesi olduğunu ve bunlardan sadece birinin çalıştığını dile getiriyor. Bu konuyla ilgili olarak da 2010 Ajansı’na proje sunmuş ama herhangi bir cevap alamamış: “Çeşitli projelerle bu saat kulelerinin canlandırılması gerekiyor bence. Şehrin suskun saatleri var. Onları tamir edebiliriz. Bunun için bir proje hazırladım. 2010’dan randevu talep ettim. Ama maalesef geri dönen olmadı. Sanıyorum konuya çok sıcak bakmadılar. Ben de ısrarcı olmadım. Çünkü ısrarcı olunca antipatik oluyor."



İstanbul'da bir mücevher, Milliyet, 18 Ekim 2009, sayfa 19.

MUTLU SAAT YOKTUR



Belki vardır, bilmiyorum. Fakat şimdiye kadar mutlu görünen bir saate rastlamadım. Belki “o saat” mutludur, hani her saatseverin gönlündeki o sihirli saatten söz ediyorum. Tasarımındaki kusursuzluğu, yine kusursuz bir mekanizma ile tamamlayan o efsunlu saat, düşlerde görünen cinsten ebedi saadeti kişiye yaşatan saat. Yok öyle bir şey elbette. Öyle bir sanat eseri var mıdır? Belki vardır, bilinmez. Ancak o muazzam sanat eserinin varlığı bile, sanatın artık görüp göreceği son nokta olacağı için, bu da sonsuzluğa tekabül edeceği için, yok öyle bir şey.

Öyleyse ‘mutlu saat yoktur’ diyebilirim. Güzel ve insana dokunan saatler vardır, maddi uygarlığın bir ürünü olmasına karşın manevi bilincin cisimleşmesi olan kederli saatler vardır. Sözü edilen bu saatlerin sayısı ve ayırt edici özellikleri bilinmiyor, çünkü insanın gözpenceresindeki ışıkla yıkanır bu saatler. Ama sayısız mutsuz saatin içinden huzura erişmiş bir zaman makinesi, yine kendi gibi mutsuz bir insanı nasıl avutur? Nasıl olur da insanın kalbindeki gölgeli bölmelerde kendine yuva bulur?

Taşa kazınmış kengeryaprakları, yüzyıllar sonra sırrını kendine bakan bir başkasına anlatabiliyorsa, aynı toprakta bir vakitler yaşamış ancak farklı dillerde zamanın derin ilmekleriyle örülmüş bir ağda muazzep ruhlar da aynı şekilde anlaşabilir, haberleşebilir. Mutsuzluk sadece insana has bir duygu değildir, insanın dokunduğu her nesne ile bulaşıcı bir hastalık gibi yayılır ve durup ince şeyleri anlamaya çalışan kimseciklerin merakını artırır.

Merak saatin doğasında hüküm süren kanatlı düşsel yaratıklardan grifon gibidir, kendisi ortada yoktur, şurada burada izleri vardır, iki veya üç boyutlu olan resimlerini, heykellerini görebilir fakat ona ulaşamayız. Demek istediğim saatin içindeki merak ile karşılaşmaya çalışmak hepten yanlıştır, merak saatin içinde değildir, mutsuzluk buna izin vermez.

Mekanik bir zaman aracıyla yapılan her yolculuk yekpare bir kubbenin altında yalnızlığımızı büyütür, bir yandan yapısındaki matematik ile, işleyişindeki ahenk ile, duyan kişiye iç sesini duyuran ezgisi ile gönlümüzü okşamaya çalışması nafile bir çaba gibi görülebilir, oysa güzellik işte buradadır, merakla düşündüğümüz her an aklımızdan ne gelip gidiyorsa, ne kalbimizi sızlatıyorsa, nice pişmanlıkların izini belleğimizde buluyorsak, hepsi bileğimizde tıkır tıkır çalışmaktadır.

Mutlu bir saat olmadığı gibi mutlu bir insan da yoktur. Aptal insan vardır, huzursuz insan vardır, gözüne perdeler inmiş insan vardır, mutlu olduğunu zanneden insan da vardır, öyle zannetmektedir biçare, oysa zaman nice dersler barındırır. Mutlu bir saate tesadüf edilemeyeceği gibi mutlu bir insana da rastlamak mümkün değildir. Bunu ben değil yine insanın kendisi söylüyor, tarih boyunca gelip giden insanlar söylüyor, aşınan merdivenler söylüyor.

Düşünelim, güzel bir günü zehir etmek insana mahsus bir özellik değil midir? İnsan yapımı olsa da bir saat asla bunu yapmaz. Sağır bir duvar gibi kimi insanlar ışıksızdır, dünyaya sadece acı getirmişlerdir, sadece kendilerini düşünmüşlerdir, bölmüşlerdir, güzel şeyleri yakmışlar, güzel yapıları yıkmışlardır.

Bir zamanlar çok yaşlı bir saate dokunmuştum, yanımda saatin tercümanı da vardı. Saat yorgun ama meraklı sesiyle yaşadıklarını anlattı, tercüman da bana aktardı: Yaşlı saat insanların zaman içinde ne kadar kötü olabileceklerini gördüğünü, aynı zamanda insanın içinde iyiliklerin de yaşadığını bildiğini söylemiş, bütün mesele tavır ve düşünüşle ilgiliymiş.

Saatler acı çeken ruhlara benzer, insanın kendi kendine söylenmesine, zaman içinde kabuk bağlayan hatıralara sürekli geri dönmesine neden olurlar.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...